SUÇLU BULUNURSA, DAHASI; SUÇLU KALMAZSA NE OLACAK?
Değişim ve dönüşümün kıskacında olduğumuz bugünlerde yaşadıklarımızın “tehlikeli bir bela” olduğuna ilişkin görüş yerleşmiş durumda. Bu nedenle de sürekli bir “suçlu” aranmakta. Bunaltan gelişmelerin nedeni acaba hükümet mi? Yoksa tüm dünyada egemen hale gelmiş kapitalist sistemin uzantıları mı? Acaba meslek örgütlerindeki yöneticilerin eksikliği mi? Tüm bu yaşanan dışsal sorunların yanında, kendini sorgulayanlar ve kendini suçlu ilan edenler de yok değil. Kısacası suçlu kim? Hepimiz suçluyu arıyoruz.
Elbette yaşanan olumsuzluklara kaynak oluşturan etkenler mevcut; Hatta bir kısmı bizim mesleki pozisyonumuzun değişmesine yönelik ciddi baskılar uygulamakta. Sağlık konusunda uzmanı olduğumuz mesleğimizi “ticari faaliyetler” içerisine almaya çalışan güçlere karşı bazen karamsar rüzgârlar esebiliyor.
Ancak tüm bunların sadece bizim başımıza gelmediğini, dünya sistemlerinin her alanda “insani” değerlerden uzaklaştırıldığı, sermayenin her geçen gün vahşice güçlendiğini ve buna karşı akılcı bir mücadelenin gerekliliğini savunmalıyız.
Süreç içerisinde günlük aktiviteler, kuyuya atılan taşla uğraşmalar, şekilsel değerlendirmeler ve her defasında bulunan suçlularla yaşanan çatışmalar. Açıkçası tüm bunlar, bizleri çözümü olmayan “sanal” bir âleme sevk etmekte. Hele ki suçluyu sadece meslek yöneticileri ya da iktidar olarak hapsetmişsek o zaman işimiz daha da kolaylaşmış demektir.
Sürekli var olan ya da yaratılan tehlikeler karşısında kendini tariflemeye çalışma, yani yaşananlara göre günlük olarak “konumlandırma” ilerde bir gün meslekte geriye dönüşü olmayan bir tahribata yol açar. Hiçbir kazanım çok kısa bir zamanda ve mücadele etmeden elde edilemiyor. Tehditlere karşı mücadele ettiğimiz kadar “yaşamın bize getirdiği gerçekliğe” de kendimizi hazırlayabilmeliyiz.
Hayatın tüm alanlarında gelişmeleri gözlemlerken, mesleğe karşı yapılan müdahaleler karşısında panik içerisinde olmamalıyız. Önemli olan, hiçbir gelişmenin “umutsuzluğa veya çaresizliğe” denk gelmediğini bilmemizdir. Yaşananları olağan halden “kutsal, erişilmez, düşmanlar, hainler veya sona geldik” gibi bir yaklaşımlarla karşılamadan rasyonel çözümler üretebilmeliyiz.
Siyah beyaz televizyon artık seyretmediğimiz gibi HD ve LED TV alma hevesimizi de hatırlamalıyız. Bizler yeni teknolojiye ilgi duyarken, AVM ziyaretlerini eksik etmiyor iken, mesleğimizin yerinde kalmasını veya “dokunulmamasını” beklememeliyiz.
İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemli özellik yenilikler ve değişimlerle yaşamını sürdürmesidir. Elbette canlılar öğrendikleriyle ya da içgüdüleriyle davranışlarını belirlerler. Ayrıca insanlar davranış modellerinin üzerine sürekli yenilerini eklerler. Yani insan düşünür, uygular ve yenilikler sayesinde değişerek yaşama uyum sağlar. Bu nedenle de insanlar geleceğini, belli koşullarda ve kendi elleriyle belirleme sansı olan canlılardır.
İnsan davranışları ve yaşam biçimi dinamik değil de statik olsaydı, uyumsuzluktan dolayı nesli tükenen canlılar sınıfında olurdu. “Güç” olmak, güçlü olmak, tek başına yok oluşu engelleyen bir faktör olmamıştır. O nedenle en yırtıcı, en büyük cüsseli hayvanların dahi nesli tükenebilmiştir.
Ayrıca, sadece birlikte olmayı başarmak da tehlikelerden sizi koruyamayabiliyor. En küçük balık cinsi hamsi çok büyük sürüler halinde, yani hep birlikte göç ederler. Bu sayede köpek balıkları gibi tehlikelerden kendilerini kolayca koruyabiliyorlar. İçgüdüleri sayesinde kendinden yüzlerce kat büyük güçten, bu birliktelikleri sayesinde korunabiliyor; Ancak bu yöntem balıkçının ağından kaçmalarına yetmemektedir.
Bu örnekten hareketle her seferinde yeni çözüm ve değişimler, insanlar için her zaman -herkese aynı sonucu sağlamasa da- varlığının dayanağıdır.
Ayrıca hiçbirimizin kendimize ait özel bir dünya yaratma şansımız yok. Toplumsal bir kalkınma neticesinde mesleki sorunlarımız da azalacaktır. Ağlama duvarına değil, birlikte iş üreteceğimiz akademilere ihtiyacımız var. Sorunları bilmiyormuşuz gibi sürekli sorunları hatırlatmaya ya da tespit etmeye değil, birlikte çözüm üretmeye ihtiyacımız var.
Günlük dayatmalar, İTS, MEDULA, SUT, sözleşme, sermaye erozyonu gibi sorunlarla hep birlikte boğuşacağız. Aynı zamanda kendimizi geleceğe hazırlayacağız. Hiçbir sorunumuz ya da konumuz birbirinden daha değerli olmadığını bilmeliyiz. İyi eczacılık uygulamalarını ve doğru danışmanlık üretimini en az ekonomik sorunumuz kadar önemsemeliyiz.
Suçlu aramakla günümüzü geçiremeyiz. Ola ki suçluyu bulduğumuzda onu da değiştirdiğimizde her yer tozpembe olmayacaktır. Bizler, yaşamın bu değişimleri kendimizi içerisinde yalnız ve etkisiz hissetmemize, toplumdan uzaklaşmamıza neden olan bu yanımızla mücadele etmeliyiz.
Sadece sorunu paylaşarak “kaderci ve kolaycı” bir yapıya doğru kaymanın bireyciliğine ve “geneli tarifleme hastalığına” karşı mücadele ancak umut ve akıl ile yapılabilir
Mahatma Gandi’nin söylediği gibi; “düşünceleriniz pozitif olsun, çünkü düşünceleriniz sözleriniz olur. Sözleriniz pozitif olsun, çünkü sözleriniz davranışlarınız olur. Davranışlarınız pozitif olsun, çünkü davranışlarınız alışkanlıklarınız olur. Alışkanlıklarınız pozitif olsun, çünkü alışkanlıklarınız değerleriniz olur. Değerleriniz pozitif olsun, çünkü değerleriniz yaşamınız olur…”
Bazen bildik gerçekleri bile yeniden keşfetmek gerekiyor. Hayatı değiştirme gücüne sahip olduğumuz, birlikte daha güçlü olduğumuz, hayatın bizim eksenimizde ve sadece bizim sorunlarımız merkezinde dönmediği, düşüncelerimizin ve sözlerimizin bir süre sonra değerlerimize ve karakterimize dönüştüğünü, bunun sonucunda da anladığımız ve aktardığımız Kadar bir insan olabildiğimiz gerçekleri gibi…
Evet, gerçekçi ancak umutlu olmak içi boş bir laf değil; çünkü sözlerimiz düşüncelerimize, düşüncelerimiz alışkanlıklarımıza, alışkanlıklarımız ise karakterimize dönüşür.
İnanç ve mücadele gücü dileklerimle.
Adana Eczacı Odası Başkanı