Türk Tabipleri Birliği 12 Ocak tarihinde “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi” kanununun kabul edilmesinin 50. yılını kutlamak adına birçok ilde basın toplantıları düzenledi.

Piyasa koşullarına devredilen bir sağlık sistemini tartıştığımız bugünlerde, "sosyalleştirmeyi" tekrar hatırlatmaya çalışmak çok anlamlı bir girişim. Eşitlikçi, kamu ağırlıklı bir sağlık sistemini savunmak, bugünün sağlık sistemine karşı gelmek tüm sağlık emekçilerinin birincil görevi olmalıdır.

Özelde eczacılar açısından bakıldığında, son olarak ilaçta reklam yasası düzenlenmesi ile birlikte piyasa kuvvetlerinin ağırlıkları artmaya başlamış oldu. Zincir eczane gibi pelesenk sözlerden ziyade eczanelerimizde artık daha sık ‘ekonomik kurtuluş reçetelerinin’ konuşuluyor olması bile piyasanın nedenli içimize nüfuz ettiğini gösteriyor.

Bundan tam 50 yıl önce, ülkemizin sağlık örgütlenmesi açısından önemli bir adım olan 224 sayılı “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi” hakkında kanun, dönemin Milli Birlik Komitesi’nce kabul edilmiş, 12 Ocak 1961 tarihinde de Resmi Gazete’de yayımlanmıştı.

1961 yılında sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi, ülkemizdeki sağlık sistemi tartışmalarında en temel noktalardan biridir. ‘Ücretsiz sağlık hizmeti’ gibi ilkeleriyle o günün çağdaş sağlık hizmeti anlayışının iyi bir örneği olarak nitelendirilebilecek bu model sayesinde Türkiye "sağlık ocaklarıyla" tanışmıştır.

Ancak bu model; yeterince sahip çıkılmaması, sosyal devlet anlayışından uzak politik müdahaleler, siyasi kadrolaşmalar, altyapı yetersizliği, finansal destek yapılmaması, yönetimlerin denetlenmemesi ve elbette beceriksiz yönetimler sayesinde aksamıştır. Bu nedenle sağlık ocakları 1980’e kadar ancak ülkenin yarısında yapılanabilmiştir.

Sağlık sistemimiz 1980 yılından sonra neo-liberal politikalardan kendi payına düşeni almaya başlamıştır. Sağlık yatırımlarının teşvik kapsamına alınması, özel sağlık kuruluşlarına yönelik teşvik tedbirlerinin getirilmesi bu anlamda yapılan ilk düzenlemeler olmuştur. Doğal olarak teşviklerin de etkisiyle 1990’lı yıllarda özel sağlık sektörünün özellikle tedavi edici hizmetlerde ağırlığı giderek hissedilir hale gelmeye başlamıştır.

Tabi asıl sorun özel sektöre teşvik verilmesi değildir. Kamu, kendi sağlık kurumlarına yatırım yapmaktan yana olmayıp, destek vermemeye başlamıştır. Hatta sağlık ocakları binalarının telefon, elektrik, su faturaları dahi devlet tarafından ödenmez hale gelmiştir. Böylece sağlık ocakları özellikle kentlerde adı konmadan yok edilmeye başlanmıştır.

Sağlıkta dönüşümün ana arterlerinden biri olan ve sağlık ocaklarının yerine ikame edilen aile hekimliği sistemi ise 2005 yılından itibaren pilot uygulamalarla başlamıştır. Aralık 2010 itibarı ile ülke geneline yaygınlaştırılmıştır. Yıllar içerisinde ihtiyaç duyulan yeni sağlık ocakları açmayan ve mevcutları da maddi ve manevi desteklemeyen anlayışlar, şimdi ise bu ihtiyacı Aile Hekimliği ile tümüyle hekimlerin üzerine yıkmıştır.

Böylece aile hekimine bir tür "işletmecilik" fonksiyonu yüklenmiştir. Hükümet hekimleri yeni ‘sağlık işyerleri’ ile karşı karşıya bırakarak aradan çekilmektedir. Hekimler birinci basamak sağlık hizmetlerin yanında sözleşme maddeleri, muhasebe, fatura toplama, gelir hesaplama gibi yeni deneyimleri öğrenmek durumunda bırakmıştır.

2005 yılında yaptığımız, hekimler de eczacılar gibi sözleşme ve işletme mahkumu olacak eleştirilerini kabul etmeyenler, bugün yanıldıklarını ancak kabul etmektedirler. Başlangıçta hekimlere vaat edilen deniz tükenmektedir. Hekimler açısından en önemli tehlike kendi meslek birliklerinden uzaklaşmış olmalarıdır.

Halk sağlığı açısından bakıldığında ise, bugün artık Birinci Basamak Sağlık Hizmetleri yalnızca iyileştirici hizmetlere yoğunlaşmış durumdadır. Sistemin temeli olan hastane sevk sistemi bir türlü başlatılamamıştır. SSK’daki yoğunluğun benzeri bugün devlet hastanelerinde yaşanmaktadır. Ücretini ödeyen hasta özel hastanelere yönelmektedir. Özel hastanelere başvuru hakkı herkese eşittir. Ancak bu eşitlik ciddi bir ücrete tabi olduğu ve ülkemizdeki asgari ücret gündem edilmeden ifade edilmektedir.

Bilindiği gibi Sağlık Bakanlığı aile hekimliği sisteminin yaygınlaştırılmasını üç ana yaklaşımla değerlendirmektedir. “Memnuniyet, temel sağlık göstergeleri, finansal açıdan sürdürülebilirlik.” Memnuniyetin özellikle ilk dönemde yüksek olduğunu seçim sonuçlarından görmek mümkün. Ancak bugün ücretini ödeyebildiğin kadar sağlık hizmeti satın alınabildiği fark edilmeye başlanmıştır. Yüksek memnuniyet göstergelerinin aşağıya doğru indiğini görmek zor değildir. temel sağlık göstergeleri tartışmalar içerisinde sunulmaktadır. Asıl meselelerden birisi olan finansal açıdan sürdürülebilirlik kendi kaynakları ile gerçekleşeceğini Genel Sağlık Sigortası maddelerinde belirtilmiştir. Primle aile hekimi ücreti ve diğer sağlık harcamaları karşılanması planlanmaktadır. Sanki büyük rüyanın uyanışına çok az zaman kalmıştır.

Bununla birlikte karşımızda duran başka gelecek planı da, sağlığın "yerel yönetimlere devredilmesidir". Sağlık Bakanlığı’nın sıkça dile getirdiği "rol değişimi", Bakanlığın hizmet sunumundan çekilmesi, taşra teşkilatını yerel birimlere devretmesidir. Bunun sonucu önceden belli, başka bir yıkım olarak karşımıza çıkacaktır.

Sonuç olarak aile hekimliğine ilkeler açısından bakıldığında sosyalleştirme diğer bakışla “sağlıkta sosyal devlet anlayışı” son bulmaktadır. Sağlık Bakanlığının artık hekimlerle ilişkisi bir anlamda bize her seferinde vurguladıkları “hizmet satın alma” ilişkisine dönmektedir.

Bir başka unutulmaması gereken önemli noktada bu sağlık politikalarının eşitsizliklerle, adaletsizliklerle bunalmış vatandaşa yeni bir eşitsizliğe tabi tutulmuş olmasıdır. Özal döneminde ekonomide yasaklar kaldırıldığında artık vatandaş her istediğine rahatça ulaşsın deniliyordu. Bugün sadece özel hastanelerde değil, sağlığın tüm alanında ücretin kadar sağlık hizmeti anlayışı gibi benzer bir durum söz konusudur. Özel ve çok modern hastaneler var iken ancak bedeli ödendiğinde ulaşılabilen sağlık hizmeti söz konusu. Diğer hastaneler yine sıra ile tedaviye devam ediyor. Kısacası bu piyasacı yönelimin, eşitsizlikleri daha da derinleştirmekten öteye geçemediği açık.

Tüm sağlık meslek birlikleri nitelikli, ücretsiz, eşit, ulaşılabilir sağlık söyleminde buluşuyor. Neden daha ucuz, vatandaşını koruyan, birinci basamak sağlık hizmetlerini ücretsiz olduğu, hekimlerin finansal kaygılara sokulmadan, halk eczanelerinin desteklendiği, kamu menfaatli bir sağlık sistemi talebinin yerine getirilmemesi anlaşır değildir. Yüksek sesle hepimiz tekrar etmeliyiz ki, ülkemizin ihtiyacı olan sağlık sistemi “piyasanın belirlediği değil, eşitlikçi ve kamu çıkarını esas alan ve insan merkezli çağdaş sağlık sistemidir.”

 

 

Adana Eczacı Odası Başkanı



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat