Birkaç gündür haber ajansları, İngiliz ilaç tekeli GlaxoSmithKline’a ilişkin tarihin en büyük para cezası ile ilgili çarpıcı bir haber geçiyorlar. Üç milyar dolar…
Yanlış okunmasın; hem yazıyla ve hem de sayısal bir not düşeyim. Üç (3) milyar dolar. Devletlerin, ülkelerin IMF’den borçlanmak için milyon dolarlara fit olup, takla attığı bir çağda, bir şirket insan sağlığının en vazgeçilmez ürünü olan ilaç işinde mahkemelik oluyor ve akıllara zarar bir ceza ödemeye mahkûm oluyor (1)…
Önce söze bir tablo ile girilebilir…
Temmuz 2010 IMS verilerine ve ciro büyüklüğüne göre dünyadaki ilk 20 ilaç firması şöyle sıralanıyor.
Listeye bakıldığında bu şirketlerin hemen tamamına yakını Türkiye’de de faaliyet halinde ve pazarın lokomotif firmaları olarak üretim, satış faaliyetleri yürütüyorlar. GlaxoSmithKline’da bunlardan birisi…
Şirket; Paxil, Wellbutrin ve Avandia isimli ilaçların tıbbi güvenliği konusunda ilgili makamlara yeterli bilgilendirme yapmadan piyasaya sunmakla, hekimleri kendi ilaçlarını reçeteleme konusunda etik dışı davranmaya özendirmekle suçlanıyor. Sonuçta davaya bakan ABD mahkemesi şirketi yaptığı yolsuzluklardan suçlu buluyor ve 3 milyarlık cezanın bir milyar doları suç cezası, bakiyesi ise davanın tümden kapatılması için sivil ceza kapsamına dâhil oluyor. Kuşkusuz firma bir kamuoyu açıklaması yaparak esasında ne denli etik çalıştığını ve insanlık namına bundan böyle de çalışmaya devam edeceğini bildiriyor.
Bu haber neden temmuzun bu vaktine kadar yerli haber ajanslarına düşmedi; pek anlaşılır değil. Zira bir hakkın teslim edilmesi gerekirse, Klinik Farmakoloji Derneği internet sayfasında, bu konuya ilişkin haber, geçtiğimiz Nisan ayında verilmişti. Ekinde de İngilizce içerikli kocaman bir dosya ile beraber (2). Anlaşılan ve memleket gündeminin yoğunluğundan olsa gerek, bilimsel bir derneğin haberleştirdiği bu konuya yeterli dikkat ve özen gösterilemedi.
Bana şu soru sorulabilir; ne ola ki sen de şimdi yazıyorsun?
Derdim, bir firmaya ilişkin negatif reklamla ilgili değil. Bu haberden çıkışla ilaç pazarının tümünde bu türden ne olup bitiyor; bir ufuk turu atayım istedim.
“Kutsal Google”, ilaç firmalarına ne davalar açılmış ve kimler ne türden cezalar almış başlıklarına ilişkin yüzlerce sayfalık malumatla dolu.
Sırası gelmişken, benim gibi konuyu merak eden başka bir profesör yazardan da bahsetmeliyim. Zaman gazetesinde de yazan Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, bu konuya ilişkin bazı yazılar da yazmış. Örneğin 2011 Ocağında ki bir makalesi “İlaç endüstrisinin kâr hırsına kim dur diyecek?” başlığını taşıyor (3) ve diyor ki;
“Bağımsız bir gözetleme örgütü olan Public Citizen’ in (PC) raporuna göre, USA’ da ilaç firmaları ceza ve hukuk ihlalleri için son 5 senede 15 milyar dolar ceza ödediler. İlaç endüstrisinin kanun dışı pazarlama faaliyetleri özellikle son 5 yılda zirveye ulaştı.
İlaç endüstrisini federal hükümetin “en büyük dolandırıcısı” olarak gören PC’ nin raporundan dikkat çeken bazı bilgiler:
• Son 20 senede 165 ilaç firması 20 milyar dolar ceza ödediler; bunun yüzde 75’i son 5 seneye aitti.
• Son 20 senedeki mali cezalarının yarısından fazlası dünyanın en büyük ilaç üreticileri olan GlaxoSmithKline, Pfizer, Eli Lilly ve Schering-Plough tarafından ödendi.
• Son 20 senede verilen cezaların en büyük kısmı endikasyon dışı ilaç promosyonları oluşturuyordu.
• Devlet yönetimine karşı işlenen en önemli suç ilaçların yüksek fiyatlardan satılmasıydı.
• İlaç endüstrisinin ihlallerinin ortaya çıkmasında daha önce ilaç firmalarında çalışanlar ve diğer ispiyoncular çok önemli rol oynadılar.”
Alıntıyı kısa kesip yola devam etmeli…
Kuşkusuz kanıta dayalı gazetecilik işinde abartıya düşmemem gerek. Durum böyle olunca kendimce bazı seçim ölçüleri oluşturdum. Örneğin Türkiye ilaç pazarında en yüksek ciroya sahip ilk beş ya da on firmanın hal-i pür mealini incelemek yeterli olacaktır. Bu firmaların tümü çok uluslu firmalardır.
Örneğin Pfizer firmasına ilişkin 2009 Eylül tarihli bir haberde (4), firmanın ABD’de bazı ilaçlarını aldatıcı bir şekilde pazarlamakla suçlandığından bahsediliyor. Sonuçta Pfizer, mahkeme dışı anlaşma yolunu seçerek 2,3 milyar dolarlık rekor bir ceza ödemeyi kabul ediyor. Tartışmaya ve mahkemelik olmasına neden olan ilaçları ise antiinflamatuvar Bextra, antipsikotik Geodon, antibiyotik Zyvox ve epilepsi tedavisinde kullanılan Lyrica. Firmanın suçlandığı husus ise bazı ilaçlarını Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi’nce (FDA) onaylanan amaçların dışında pazarlama çalışması yapması. Örneğin satış temsilcilerine, ağrı kesici ve iltihap dağıtıcı ilacı Bextra’yı ameliyat öncesi ve sonrası için de tavsiye etme baskısı kurması ve oysa ilacın buna ilişkin FDA onayı oluşturacak testlerden geçmemiş bulunması. Habere bakılırsa, durumu yetkililere şikâyet eden satış temsilcilerinden John Kopchinski, "Ben kendim ameliyata giriyor olsaydım, bu alanda test edilmemiş bir ilacı kullanmak istemezdim" diyor. Pfizer cezayı ödemek zorunda kalıyor.
Klinik Farmakoloji Derneğinin sayfasından başka bir alıntı haber ise 29 Nisan 2010 tarihini taşıyor (5). Haber başlığı şöyle “Astra Zeneca 560 milyon dolar ceza ödeyecek.” “Astra Zeneca antipsikotik ilacı Seroqel’i illegal olarak, FDA onayı olmadan, çocuk ve yaşlılara pazarladığı için ABD Federal Hükümetine 520 milyon dolar ödemek için anlaşmaya vardı. Yapılan suçlamada, Astra Zeneca’nın vergi verenlerin yüzlerce milyon dolarını Medicare ve Medicaid yoluyla, doktorları kandırarak ve rüşvet (kickbacks) vererek haksız olarak gasp ettiği belirtilmekteydi.” Ayrıntılar, aşağıdaki bağlantıdan okunabilir…
Roche’un karnesi de kırıklarla dolu. 2004 Türkiye gündemine “NeoRecormon” adlı ilacı ile düşmüştü. Sorun ise o tarihlerin SSK’sı ile ilgiliydi. Bu ilacı üç ayrı kuruma üç ayrı fiyattan satan ve SSK’ya da en pahalı tarifeyi uygulayan Roche yöneticilerine ve bazı SSK yöneticilerine açılan dava günlerce afişlerde kaldı. Sonuçta firma suçu kabul etti. Yerli jeneriği böyle olan hikâyenin, dünya perdesinde de hayli ilginç tabloları olduğuna ayrıca vurgu yapmak gerekiyor.
Örneğin firmanın uluslararası düzeyde bir vitamin karteli ve kuş gribinde tekel oluşturma hikâyesi var. Vikipedi’den aktarmayla okuyalım (6).
“1973’te Basel’deki ürün müdürü Stanley Adams, Roche’un anti tekel kanunlarını ihlâl ettiğini, rakipleriyle anlaşarak fiyat belirlediğini ve pazar paylaştığını gösteren kanıtlarla AET’ye şikâyette bulundu. Roche bundan ötürü cezalandırıldı, ancak AET’nin bir hatası sonucu ihbarı Adams’ın yaptığı ortaya çıkınca Roche bu kişiye karşı hukuksal savaş başlattı. Adams, İsviçre yasalarına göre mahrem bilgiyi açığa vurma suçundan tutuklandı. Tüm hayatını hapiste geçireceği bilgisini alan karısı intihar etti. Adams kısa süre sonra serbest bırakıldı, ancak birkaç kez daha tutuklanınca İngiltere’ye kaçtı ve bu olayı anlatan bir kitap yazdı. Roche’un hukuk dışı fiyat belirleme sicili bundan ibaret kalmadı. 1999’da % 40’lık payla vitamin pazarının lideri olan firma, BASF ve Rhone-Poulenc SA ile birlikte bir kartel kurarak vitamin fiyatlarını kanuna aykırı olarak kontrol etmeye başladı. Aynı yıl, ABD’de bu suçtan rekor düzeydeki 500 milyon Dolarlık bir cezaya çarptırıldı. Avrupa Komisyonu ise 2001’de firmaya aynı suçtan 462 milyon Avro ceza keserek bir önceki rekoru kırdı.”
Kuş gribi tekeline gelince…
“Filipinler sağlık bakanı Francisco Duque III, Roche’un kuş gribine karşı başlıca ilaç olan Oseltamivir’in (piyasa adı Tamiflu) üretim ve dağıtımını "tekelleştirdiğini" iddia etti. Roche, üretim haklarını ilacı geliştiren firma olan Gilead Sciences’tan 1996 ve 2005 yıllarında satın almıştı ve kanunen üretim yetkisi olan tek şirketti. Filipinler sağlık bakanına göre, ilacın dağıtımı birinci dünya ülkelerinde yoğunlaşmıştı, oysa asıl tehdit altında olanlar Güneydoğu Asya’daki Vietnam, Endonezya, Kamboçya, Filipinler gibi üçüncü dünya ülkeleriydi. Duque ve Filipinler başkanı Gloria Macapagal Arroyo, Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) başvurdu ve Oseltamivir’in daha yaygın üretimini ve dağıtımını talep etti. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, Tamiflu’yu satın alma imkânı olmayan üçüncü dünya ülkeleri için ilacın markadan bağımsız ve daha ucuz üretilmesi çağrısında bulundu. 20 Ekim 2005’te Roche, Oseltamivir üretim lisanslarını diğer ilaç firmalarına satma kararı verdiğini açıkladı.”
Bayer, Türkiye’de de faaliyet gösteren yılların firması. Oysa haberlere bakılırsa adı ABD’de hayli skandala karışmış vaziyette. Örneğin, “One-A-Day” isimli vitamin haplarının prostat kanserini önleyeceğine ilişkin ilaç kutusu ve medya üzerinden yaptığı reklamlar farklı kovuşturmalara uğruyor. Vitamin preparatı içinde bulunan likopen, selenyum ve E vitamini, 2005-2010 yılları arasında zaman zaman prostat kanserine karşı dönem aktörü olarak öne çıkarılıyor. Oysa FDA, sürdürülen kimi klinik çalışmaların sonuçlarına dayalı olarak bu maddelerin doğrudan herhangi bir etkisi olmadığını saptayarak onay vermiyor. Sonuçta yanıltıcı reklamdan firma çeşitli para cezalarına mahkûm edildiği gibi savlarından da vaz geçmek zorunda kalıyor.
Olgu ve yürütülen davalar sadece bu örnekle sınırlı değil; doğum kontrol hapları ile ilgili yanıltıcı reklam işini de eklemek gerek. Ayrıca 2011 de, Bayer’e ait olan “Crop Science” isimli şirketi üzerinden de ABD’de satılan tarım ilacı ve pirinç tohumlarından dolayı 136 Milyon Dolar tazminat ödemeye de mahkûm ediliyor (7, 8)
Hikâyeler böyle uzayıp gidiyor. Son örnek Novartis’e ilişkin bir çeşitleme olsun. Mayıs 2010 da Türkiye medyasına düşen haber şöyle: “ İlaç şirketi Novartis, ABD’de kadınlara karşı ayrımcılıktan 250 milyon dolar para cezasına çarptırıldı. New York’ta Manhattan’daki bölge mahkemesinde görülen davada jüri, İsviçreli ilaç şirketi Novartis’i erkeklere göre daha az maaş ve promosyon vererek kadınlara karşı ayrımcılık yapmaktan suçlu buldu ve şirketi 5 bin 600 kadına 250 milyon dolar ödemeye mahkum etti.”
Kuşkusuz bunun ilaçla bir ilgisi yok. Ancak durum daha da vahim; kapitalizmin eşitsizlik üreten doğasına karşı bir restorasyon ögesi olarak öne çıkarılan ve sosyal devletçilik uygulamalarının da şiarı kılınan “eşit işe, eşit ücret” kazanımının, punduna getirildiğinde nasıl ayaklar altına alınabileceğinin çarpıcı örneğidir bu dava ve sonucu. Kadın emeğinin, cinsiyet eşitsizliği bağlamından da sömürüye ne denli açık olduğunu kafalara çimento dökerek kanıtlamaktadır. Oysa Novartis Başkanı Andy Wyss bunun farkında değilmiş gibi davranıyor ve yaptığı açıklamada, ’’şirketin 10 yıldan fazla süredir, çalışanlarının gelişimi için farklılık ve dışlamama konularında yüksek standartlar getiren politikaları geliştirdiğini ve uyguladığını’’ belirterek, jürinin kararından hayal kırıklığına uğradığını bildiriyor (9).
Böylece bu yazı bağlamında, ilaç pazarında oynanan oyunlara kimi örneklerin de sonuna geliniyor. Bunca para cezası nasıl olur da ödenebilir diye kuşkusu olanlar için sadece şunu söylemeliyim. Sorun yok. Zira bu ceza verilene değin kârlılık hanesinde sağlanan birikim “atı alan Üsküdar’ı geçer” düzeyindedir. Sonuçta da işin ceremesi ceza ödenmeye değerdir. Bunun ötesinde ise uzun boylu yoruma gerek yoktur. İlaç sektörü, ilacın ürün olarak talep esnekliğinin olmadığı ve değişim değeri bakımından kârlılık olgusunun başat olduğu bir piyasadır. Buna karşın uluslararası ilaç tekellerinin tanıtım logoları, çoğu kez sadece insanlık hizmetinde oldukları savlarının cilâlarını taşır. Oysa bu örneklerde de olduğu üzere, cilâlar azıcık kazındığında, altından çıkan manzara işte böyle bir seyirliktir vesselam…
Cezalar ödenir; dosya kapanır ve işler bildik minvalde kaldığı yerden devam eder. Zira kapitalizmin işleyiş mantığı, böylesi bir düzeneğin çalıştırılması üzerine kuruludur.
sol.org.tr