Memleket ahalisi arasında “fitil” diye bilinir; eczacılık teknolojisine göre, bu farmasötik şekle “suppozituvar” denir. Özetle makattan; hadi ahkâmına uygun yazalım, “rektal yoldan” ilaç uygulamasında kullanılır. Benzeri şekillerde, başka vücut boşluklarına uygulanan biçimleri varsa da, konumuz onlarla ilişkili değildir...
Bu fitil işi, ahalinin özdeyişleri arasına yerleşmiş kimi tümcelere de konudur. Örneğin “burnundan fitil fitil getirmek” deyimi çok yerleşik bir anıştırmadır. Özdeğişteki burun-fitil ilişkisi ile ilaç uygulamasındaki fitil arasında dolaylı bir ilişki olduğu söylenebilir.
Fitile ilişkin kayıt, Evliya Çelebi’nin “Seyahatname”sinde bulunmaktadır. Seyahatname, kuşkusuz çağının coğrafi, tarihi ve sosyal yaşamına ilişkin önemli bir tanık-yapıttır. Çelebi, “fitili”, çağının bir işkence aparatı olarak betimler. Burun deliğinden sokulan orta kalınlıkta bir fitil, genizden sarkıtılıp, ağız içinden dışarı doğru çıkartıldığında ve fitilin giriş ve çıkış uçları işkencecinin parmakları arasına sıkıştırılıp mekik hareketiyle ileri geri, içerdeki geçiş kanalına sürtüldüğünde, ortaya çıkan manzara ağızdan burundan kan gelmesi ile karakterize bir dehşet tablosu diye tarif edilmektedir.
İnternet taramasında bir başka bir kayda da rastladım. O da şudur; “fitil” kelimesinin bir diğer anlamı da onun bir ağırlık ölçüsü olduğudur. “Dirhemin dörtte birine, “denk”; dengin dörtte birine, “kırat”; kıratın dörtte birine de, “fitil” denir. Bu durumda fitil, dirhemin kesirlerinden biri olarak muhtemelen bir damla kan ağırlığında olmalıdır ki; hakkı yenilen kişinin hakkı, eylediği beddua gereği zalimin burnundan damla damla (fitil fitil) gelebilsin.” Tarihsel uygulamalara bakılırsa, burnundan fitil fitil gelenler, çoğu kez soylu tiran ve zalimlerden çok, sıradan insanlar, yoksullar olmuştur. Sıradan insanlar da, birgün beddualarının tutma tevekkülü içinde, burunlarından fitil fitil gelen bir yaşamı sürdürerek, sıralarını hep savmayı beklemektedir.
Bu laflar ne ola ki (?) diye düşünenler olabilir. SGK ile eczacı teşkilattı, 2012-2015 ilaç alım protokolünü “90 + uzatma dakikaları”nda imzalayıp, sonuçlar açıklanınca, bir eczacı sosyal paylaşım sitelerine şöyle yazmış; “Şimdi başımız belada, 25 kuruş verirler, burnumuzdan geriye ovül ovül getirirler ...” Bu ovül, fitilin kuzenidir. Fitilden farkı ise, Havva anamızın kızlarında, duhul ettirildiği boşluğun başka bir vücut alanı olmasıdır. Buraya yazdığım bunca ayrıntının nedenine gelince, ortaya çıkan yeni boşluğa yazmam gerekenlerin bana düşündürttükleridir.
İlaç alım protokolü, devletin sosyal güvence kaydındaki vatandaşlarının, eczaneden ilaç alımlarının şeklini, şemailini düzenleyen bir anlaşmadır. Tarihçesi geçen yüzyılın son çeyreğine denk düşen eski dönemlere kadar gitmektedir. Protokole göre vatandaş reçetesini eczaneden nasıl karşılar?; bunu karşılarken devletin harcamalarına nasıl ek salmalarla katılır?; hangi ilacın geri ödemesi yapılır?; devlet kamu maliyesi bakımından ilaç üreticisi ve dağıtıcısından nasıl iskonta alır?; bu ve benzeri pek çok başlık ve konu, bu anlaşma ile çözülmeye çalışılır. İmzalanan metin adı üstünde bir anlaşmadır; sonuçta serbest pazar piyasasının mantığı galebe çalar; taraflar pazarlık yapar.
Pazarlık eşit güçler arasında cereyan ediyorsa, tarafların çıkarı muhtemel bir dengeye oturabilir. Yoksa güçlü olan, garibe istediğini kabul ettirir. Oysa işin bir ucunda herşeye kadir devlet ile gücünü emeğinden almasına karşın çapı ve sıkleti devletin kurumlarıyla eşitsiz konumda olan eczacı örgütü bulunmaktadır. Örgüt yöneticisi tehlikeli bir lâf olmakla beraber, bunlar devlet yöneticileri ile pazarlık masasına oturduğunda, hayli çapraşık işler de gündeme gelir. Çapraşık işler çoğu kez kapalı kapılar ardındadır. Orada bir cümle olay cereyan eder ve sonuçta, güllük gülistanlık resmi bir açıklama yapılır. Bu kez de öyle olmuş ve teşkilat yöneticileri devletten meslek hakkı ya da hizmet bedeli olarak reçete başına yirmi beş kuruş (25 krş.) bir iane bedeli kurtarmışlardır. Eczacı işverenleri sendikası başkanı bunun aksini düşünmekte ve 25 kuruşun meslek hakkı değil, angaryadan kutu başı 1 TL ilaç katılım tutarı tahsilâtı yapacak olan eczacılara tahsildarlık bedeli olarak ödeneceğini savlamaktadır. İster ilki, ister ikincisi bu çeyrek lira sadece bir bahşiş ya da sadaka olma ötesinde bir şey değildir.
Çağımız teknoloji çağı ya... Eskisi gibi ne olup olmadığına günler sonra fikir beyan edilmiyor. Eczacılar da televizyon demeçlerini dinleyip ortadan ikiye nasıl bölünülürse aynen öyle tepki vermişlerdir. Bir bölüğü, bu meslek hakkı zarfına biçilmiş 25 kuruşluk mazrufu, olumlu bulup, hiç olmazsa yol açıldı diye sevinmektedir. Hatta aylık gelirini hesap edenlere bile hemen rastlamak, kimi konuştuklarıma bakılırsa mümkün hale bile gelmiştir. Dudak büküp ayda 200 TL kasama giriş olur diyen bir meslek üyesinin asıl tepkisi “Allah bereket versin” bağlamındadır. Diğer bölüğün tepkisi ise, kızgınlık ve şimdilik, sessiz ekranlardan birbirine kükreme mesajları göndermek olmuştur. Yeni bir salma olarak “reçete başı 25 kuruş” ödeyecek olan sokaktaki vatandaşın tepkisinin ne olacağını da, önümüzdeki günler gösterecektir.
Bu satırlar yazıldığında Eczacı odaları yöneticileri, henüz tepe örgütü TEB’in ne diyeceğini merakla beklemektedir. TEB, tavşan doğuran dağın encamına nasıl bir hikâye yakıştıracaktır; o da ilerleyen saatlerde görülecektir. Ancak çok özetle olan şudur.
Eczacılar, hesapça hak olarak öngördükleri “meslek hakkı”na, bedeli mukabili 25 kuruşluk bir değer biçilmesiyle artık sahip olmuşlardır. “Hak ve hukuk” kavramları, hukukun çetrefil konularından birisidir. Burjuva toplum düzeninin evrensellik yüklemi taşıyan hukuk kavramı, “belirli nitelikler taşıyan ve toplum düzeninin sağlanmasını sağlayan kurallar bütünü” olarak tanımlanmaktadır. “Hak ise, hukuk tarafından tanınan ve korunmasını isteme konusunda bireyin yetkili sayıldığı çıkar” olarak tariflenmektedir. Yani hakkın, hukuk tarafından garanti altına alınmasının ve bu bağlamda eczacının meslek hakkı ederinin 25 kuruş olduğu yeni bir çağa açılım yapılmış ve demokrasimiz bu engebeli yolda da bir kez daha ileriye taşınmıştır.
Eczacıya 25 kuruşluk bir “düdüklü şeker” ikram edilirken, eczacının devlete yaptığı indirim, yani iskonta işi (kamu kurum iskontoları) yerinde durmakta ve fakat bu da yeni bir tarife üzerinden yürürlüğe sokulmaktadır. Tarifeye bakılırsa, devlet eczacının yoksulluk sınırını, yıllık hâsılası 0-600 bin TL olarak belirlemiş ve hal-pür meali, sonunda dükkânı kapamak olan bu ekseriyetten iskonto alımından vazgeçmiştir. Şimdi ve gelecek dönemlerde hızla mevta olacak bu ekseriyetin cenaze masrafları da, alınmayacak iskonto oranları ile karşılanabilir duruma gelmiş bulunmaktadır. 600-900 bin TL lik dilime girenlerin klinik tablosu, nabız-tansiyon sıfır; şuur yarı kapalı vaziyetinde olup, % 1 iskonto yapmaya ölene kadar mahkûm edilmişlerdir. 900-1 milyon 500 bin TL ciler % 2,5; bunun da üstü baremde olanlar ise, % 3 iskonto ödemeye taktiren devam edeceklerdir. Önceki iki bölük tez zamanda ve vefat nedeniyle piyasalardan çekildiklerinde, geride kalacak olan son iki kategori, esasen “zincir eczaneler” yanında “idare bölükleri” olarak “istihkâm sınıfına” ayrılmış olanlardır.
Görünen odur ki, eczacıların tahsildarlık ve veznedarlık konumlarında hiç bir değişikliğe gidilmemiştir. Muayene ücreti ve reçete ilaç yazımı bedelleri, devletin kendine vezne tayin ettiği eczanelerden tahsil edilmeye devam edecektir. İlaç fiyatlarında değişiklikle ortaya çıkan stok zararlarının karşılanma mekanizmasında önemli bir yol alınmış ve bunların eczacı tarafında sineye çekilmesi babında devlet hayli kararlı davranmıştır.
Vatandaşın payına muayene ücretleri ve katılım paylarının fahiş miktarda artırılması kalmıştır. Artık hastadan reçetedeki ilaç miktarı kadar para alınırken bu parayı 10 katına kadar artırma yetkisi Sosyal Güvenlik Kurumu’na verilmiş ve son protokolle eczacıyı günaha ortak ettikleri +25 kuruşluk salma ile vatandaşın cebine yeni bir tuğ dikilmiştir.
Başka ayrıntılar için bu yazı erken bir yazıdır. Daha sonra yazılacaklar ise, durdurulamayan yıkımdan sonra ki tarihi bir yazıdır. Bütün olan biten ise, sağlığın metalaştırıldığı, sağlık emekçisinin emeğinin ve vatandaşın sağlık hakkının çarçur edildiği bir düzen hikâyesidir.
Bunun ne menem bir düzen olduğunu eczacı taifesi artık keşfetmeş olmalıdır. Nitekim eczacılar 29 Ocak’ta kar, kış kıyamet altında İstanbul-Kadıköy Meydanında toplandılar. Sağlık alanında yapılanların “devrim” falan olmadığını bir kez daha haykırdılar. Sağlık sermaye baronlarının doymak bilmez bu hegemonyasına toptan karşı tavır aldılar. Meslek örgütlerinin yetkilerini budayan “Sağlık Meslek Kurulu”na karşı çıktılar. Kamu Hastane Birliklerinin hizmeti şirketleştiren ve piyasalaştıran bir oyun olduğunu haykırdılar. Bu kurumlarda, ilaç hizmetinin işletmelere devredileceğinin farkında olduklarının altını çizdiler. Vatandaşa yeni yük bindiren muayene ücretlerine, katılım paylarına, reçete ilaç yazım parasına kökten karşı çıktılar. SGK ile TEB arasındaki yeni ilaç sözleşmesinin bir kölelik anlaşması olmamasını talep ettiler. Zincir eczanelere hayır dediler. İlaç fiyatını neden ucuzlatıyorsun diye devlete tamahkâr bir söylemde bulunan eczacıya rastlanmadı. Ancak emeğine ve halkın sağlık hakkına sahip çıkışın vurgusu yapıldı. Son söz diye, “MASAL BİTTİ, GERÇEKLERLE BAŞ BAŞAYIZ” şiarı yükseltidi.
Bugün bu yazı yazıldığında, takvimin yaprağında kayıt 1 Şubat’ı gösteriyor.
Yarın yeni bir gün olmalı...
Burundan fitil fitil getirtilen bu hayatın serencamından (bir olayın sonu) ve batağından çıkmak için, “toplumsal kurtuluş” mücadelesine yönelme her zamankinden artık daha yakıcı...
Ne dersiniz eczacı ve cem-i cümle tüm sağlıkçı kardeşlerim...
Hani yani bu yönde bir ses duyabilsem mesele yok; oysa duyamıyorum da...
sol.org.tr
eczacının sesi