2. Bölgelerarası Toplantı’nın (Eskişehir) açış konuşmasını yapan TEB Başkanı Ecz. Erdoğan Çolak’ın konuşmasını yayınlıyoruz:


‘Bizler bu bölgelerarası toplantılar nedeniyle, Türkiye’nin dört bir ucunda, Edirne’den Van’a kadar her yerde bir araya geliyor, sadece tartışmıyor aynı zamanda farklı gökyüzlerinin altında aynı havayı soluyor, birbirimizi, kendimizi, ülkemizi daha iyi tanıma fırsatı ediniyoruz. Bu fırsatları birlikte üretmek, birlikte öğrenmek ama herşeyden önce de geleceğimize doğru yönü vermek üzere tartışarak değerlendiriyoruz. 39’uncu Dönem Merkez Heyeti adına, buraya, mesleğine katkı vermeye, yön vermeye gelen, elini taşın altına koyan, eleştirmenin ve eleştirilmenin ilerleticiliğini bilen herkesi bir kez daha selamlıyorum. 
Eczacı Odamızın değerli başkan ve yöneticileri, bu bölgelerarası toplantıyı ellerinden gelen en mükemmel biçimde düzenleyip bizleri burada ağırlayarak hem bölgelerarası toplantılara gelemeyen meslektaşlarının da meslek gündemi hakkında bilgilenmesini sağlıyorlar hem de misafirperverlik yarışında bayrağı taşıyorlar. Kendilerine tüm misafirleri adına tekrar tekrar teşekkür ediyorum.

Değerli meslektaşlarım, 
Dün 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’ydü. İkinci Dünya Savaşı’nın acılarının, yıkımlarının, korkunç boyutlara varan şiddetin ve akla sığmaz yoğun insan hakları ihlallerinin ardından Birleşmiş Milletler’in 1948’de ilan ettiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yıldönümü. İnsanlık o günden bu yana önemli yol kattetti, ancak ne yazık ki bir yandan da insan hakları ihlalleri, şiddet ve savaş dünyanın çeşitli bölgelerinde bütün ağırlığıyla sürüyor. Yani insanlık hala Evrensel Bildirge’de ifade edilen haklara ulaşabilmiş, bu hakları tüm boyutlarıyla yaşama geçirebilmiş olmaktan bir hayli uzakta. 
İnsan yaşamını merkezi faaliyetinin odağına alan biz sağlıkçılar için evrensel insan haklarını savunmak ve bu hakların yaşama geçirilmesi için çaba göstermek olmazsa olmaz bir sorumluluk. Zira insan haklarıyla insandır ve insan yaşamanın temel bileşeni olan sağlığa ve ilaca erişim en temel insan hakkıdır. Bu bağlamda sağlık en temel insan hakkıysa, sağlık ve ilaç politikalarının bu hak ve bu hakka erişim göz önünde tutularak oluşturulması elzemdir.

Değerli meslektaşlarım,

Haziran ayı içinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Cumhur’un başkanını kendisi seçmesi açısından olumlu, demokratik, özlenen bir adımdı. İlk kez halk tarafından seçilmiş sayın 12 inci Cumhurbaşkanımızı bir kez de buradan tebrik ediyoruz. 
Bizler, demokrasinin ve demokratik temsilin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının hakkı olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle de sadece seçimlerde değil, tüm alanlarda, basın özgürlüğü, toplantı ve gösteri özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, düşüncelerini yayma özgürlüğü gibi pozitif haklar alanlarında da birer yurttaş olarak genişleme beklediğimizi, rahatlama beklediğimizi; güvenlik devleti değil, özgürlük devleti olma isteğimizi buradan bir kez daha tekrar etme ihtiyacı duyuyoruz. 
Yargının baskı altına alınmadığı, özgür hakim ve savcıların görev yaptığı, gazetelerin özgürce yazdığı, protestolarını da özgürce yapabildiği, böylece haber alma, düşüncelerimizi söyleme hakkımızın kısıtlanmadığı bir 21 inci yüzyıl Türkiyesi özlemimizi dile getiriyoruz. Kadının ve erkeğin, göçmen ve yurttaşın, insan ve doğanın, çocuk-yaşlı ve yetişkinin, engelli ve engelli olmayanın, zenginin ve fakirin, siyasetçi ve sıradan yurttaşın eşit koşullara, eşit haklara sahip, birinin bir diğeri üzerinde egemenlik kurmadığı, ayrıcalıklarını kötüye kullanmadığı, insanca olmayan bir yaşama mahkum etmediği bir Türkiye özlüyoruz.
Sayın Cumhurbaşkanımızın Cumhur’un bu isteklerini duymasını, karşılık vermesini, herkesin hakkı olan insanca yaşama Türkiye’yi içindeki tüm canlılarla birlikte hazırlayacak önlemler almasını talep ediyoruz.

Değerli meslektaşlarım,
Bizim özlediğimiz yaşam nasıl bir yaşam?
Herşeyden önce herkesin sağlık hakkına sahip olduğu bir yaşam. Sağlığın para ile ilişkisinin olmadığı, mutlu ve müreffeh sağlık çalışanlarının hastaların yararını önceleyerek çalıştığı bir yaşam. Böyle bir yaşamımız olsaydı sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti konuşuyor olur muyduk? Hayır.
Bizim özlediğimiz yaşam, tüm yurttaş ve yurttaş olmayanların eğitim, barınma, sağlık, temiz içme suyu gibi olanaklara sahip olup olmamak gibi bir sorununun olmadığı bir yaşam.
Eğer böyle bir yaşamımız olsaydı, göçmenlerin ilaç ihtiyacı, enfeksiyon hastalıklarında artış, antibiyotik direnci, yoksulluk-hastalık ilişkisi üzerinde konuşuyor olur muyduk? Hayır.
Bizim özlediğimiz yaşam, kadınlarla erkeklerin eşit olduğu bir yaşam. Eğer böyle bir yaşamımız olsaydı, kadına yönelik şiddetten, kadın cinayetlerinden, kadın istihdamının düşüklüğünden konuşuyor olur muyduk? Hayır.
Bizim özlediğimiz yaşam, değerli meslektaşlarım, doğanın ve insanın aynı anda, barış içinde, biri diğerini yok etmeden sürdüğü bir yaşam. Eğer böyle bir yaşamımız olsaydı, iklim felaketlerinden, ekolojik krizden, bunun getirdiği yeni bulaşıcı hastalıklardan ve ölümlerden konuşuyor olur muyduk? Hayır.
Bunlar hepimizin özlemi. Ben hepimiz adına konuşuyorum. Çünkü hepimizin “insana yakışan” noktasındaki bir etik değere sahip olduğumuzu biliyorum. Bizi bir arada tutan ne siyasettir, ne mevki, ne para, ne de dostluk. Bizi bir arada tutan, “insana yakışan” diye bir değerimiz olmasıdır. Eczacılar olarak; bu değer üzerinde daha fazla düşünmüş, bu değeri hayata geçirmeye çalışan sağlıkçılar olarak, insana yakışana sahip çıkmak, bizi birbirimize bağlar. İnsana yakışan bir yaşam özlemini ne kadar çoğaltırsak, geleceğimiz de o kadar aydınlık olur.

Değerli meslektaşlarım,

Geçtiğimiz hafta ülkece gündemimizi meşgul eden meselelerden biri de tartışmalı kararlarıyla 19. Milli Eğitim Şûrası oldu. Her ne kadar aldığı tavsiye niteliğinde de olsa Milli Eğitim Şurası’nda alınan kararlar, eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanması sürecinde belirleyici olmaktadır. Söz konusu kararların uygulamaya geçirilmesi yıllardır yap-boz tahtasına dönmüş ulusal eğitim sistemimizi bir kez daha telafisi güç sorunlarla yüzyüze bırakacaktır. 
Bilhassa Osmanlıca’nın zorunlu hale getirilmesi başlığı çerçevesinde yürütülen tartışmalar hemen her meselede olduğu gibi bilimsel temellerden yoksun biçimde yürütülmkte, adeta ideolojik bir dayatmaya dönüşmektedir. Kuşkusuz bugünkü kuşakların geçmişlerine vakıf olmasını, tarihlerini öğrenmelerini sağlayacak girişimler elbette kıymetli ve gereklidir. Ancak daha doğru-düzgün günümüz Türkçesini konuşmayı ve yazmayı öğretemediğimiz bireylerden Osmanlıca öğrenmelerini beklemek hayalcilik olduğu kadar aynı zorunlu din derslerinde olduğu gibi böyle bir dersi almak istemeyen insanların iradesini hiçe saymaktır. 
Üstelik uluslararası çaptaki tarihçimiz İlber Ortaylı’nın vurguladığı gibi harf inkılabının geçmişle bağlarımızı kopardığı iddiası bir efsaneden ibarettir. Sadece Osmanlıca bilmek tarih bilincinin geliştirilmesi için tek başına yeterli değildir. 
Öte yandan tartışma ağırlıklı olarak zorunlu Osmanlıca dersi üzerine yaşanıyor olsa da şurada alınan kararlar farklı toplum kesimlerinin kabul etmek istemeyeceği, halihazırda toplumumuzdaki siyasal ve kültürel kutuplaşmayı daha da derinleştirici bir nitelik göstermektedir.
Artık anlaşılmalıdır eğitimin hakikaten gelişmenin manivelası olması isteniyorsa çağdaş Dünya’da olduğu gibi ülkemizde de eğitim tek tipleştirici, aynılaştırıcı ve ideolojik temelli dayatmalardan uzak, bilimsel, çoğulcu ve özgürleştirici biçimde örgütlenmelidir.

Değerli meslektaşlarım,

İnsana yakışan demişken, geçtiğimiz dönemde insana en çok yakışmayan, son derece ürpertici çok sayıda olaya tanık olduk, oluyoruz. IŞİD denilen bir canavar, kadınları kaçırıp satmaktan kafa kesmeye kadar çok sayıda vahşice eyleme imza attı. IŞİD ve benzerleri sorunu, özellikle Ortadoğu halkları açısından önümüzdeki on yıllar boyunca nasıl başa çıkılacağını hararetle tartışmak zorunda kalacağımız bir sorun olacak. 
Peki IŞİD nasıl ortaya çıktı? IŞİD’in nasıl geliştiği ve “kalıcı” olup olamayacağını anlayabilmek için bölgenin son on yılına damgasını vuran tarihsel dinamikleri sorgulamak gerekiyor. Irak’ı adeta bir mezbahaya çeviren emperyalist müdahalecilik siyasetini, bölgesel nüfuz mücadelelerinde mezhep kartını arsızca kullanan bölge güçlerini, seküler muhalefeti acımasızca bastırarak siyasetin dinselleşmesinin önünü açan otoriter rejimleri, kalkınmacığın ve sosyal devlet uygulamalarının tasfiye edilerek toplumu bir arada tutan dayanışma ağlarının parçalanması politikalarını bir bütün olarak hedef tahtasına oturtmak gerek. Ve bunlardan kurtulmadıkça, IŞİD’den de kurtulmanın mümkün olmadığını sürekli olarak hatırlamak, hatırlatmak gerek. 
IŞİD, bildiğiniz gibi, Temmuz ayından beri Rojava özerk bölgesine saldırıyor. Bu bölgedeki savunmanın Türkiye açısından son derece kritik olduğunu anlamamız lazım. 
Neden kritik? Birincisi, elbette insani gerekçelerle. İsrail’in Filistin’e yaptığı zulme neden karşı çıkıyorsak aynı nedenle. Bir grubun diğer bir grubu yüzyıllardır yaşadığı topraktan çıkarmasının kabul edilebilir bir tarafı olmadığı için. 
İkincisi, 1789’dan beri insanlığı tiranlıktan uzaklaştıran demokrasi, laiklik gibi temel insani değerlerin savunusu için. 
Üçüncüsü, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu 280.000 göçmen sorunu ve bu göçmenlerin insanca yaşama kavuşturulması için.
Dördüncüsü ise IŞİD ile uzun bir süre “komşu” olmak zorunda kalabileceğimiz gerçeği. 
O nedenle bizlerin IŞİD’in Rojava’da yürüttüğü savaşı insanlığa karşı bir saldırı olarak görmemiz, hükümeti ve milleti ile, IŞİD’in bölgeden çekilmesi için ne gerekiyorsa yapmamız gerekiyor.
Bu bağlamda, Mardin Eczacı Odamızın bir süre önce yaptığı ve bizim de tekrarladığımız çağrıyı, Rojava’ya kardeş eli çağrısını da bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Hatırlayınız, her nerede olurlarsa olsunlar biz eczacılar için insanların ilaçsız kalması, tedavisiz kalması kabul edilemez, etmemeliyiz, etmeyiz. Somali’de, Filistin’de, Irak’ta, bugün de Rojava’da ilaca ihtiyaç varsa, eczacı elini taşın altına koyar, buna inanıyorum.

Değerli meslektaşlarım,

Tam da bu noktada hatırlatmak istiyorum ki, bugün bizim ülkemizin iç ve dış güvenliği, insanlarımızın can güvenliği, çocuklarımızın sağlık, eğitim hakkı için her zamankinden daha fazla barışa ihtiyacımız var. Barış lafını telaffuz etmekten korkmadığımız bir noktaya geldik. Bu şansı iyi değerlendirmemiz gerekiyor. İnsanların temel haklarını kullanmalarının önündeki engelleri kaldırarak bu topraklarda bir arada yaşamaya bir şans vermeliyiz. Bu, devletin ödevidir, vatandaşın hakkıdır.

Savaştan daha beter bir başka konu var: İş kazaları ve meslek hastalıkları yasasının ilk çıktığı 1946 yılından beri bu ülkede 60.000 kişiyi iş cinayetlerinde yitirdik. Yerel bir savaştakinden çok daha fazla sayıda insan, inşaatlarda, maden çukurlarında, yollarda, fabrikalarda can verdi. Bu insanlar bu ülkenin geleceği, kalkınması ve elbette üç kuruş ekmek parası için çalışıyorlardı. Daha dün Soma’da ölen 301 madencimize ağlarken, Ermenek’te 18, Yalvaç’ta 16 işçimizi daha kaybettik. İş Sağlığı ve Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre sadece 2014 yılının ilk on bir ayında en az 1723 işçi aramızdan ayrılmıştır. Kasım ayında iş cinayetlerinde ölen işçi sayısı 124 olmuştur. 
Maden ve inşaat, Türkiye’de en çok iş kazası olan sektörler. Türkiye de en çok iş kazası olan ülke. Dünyanın 16 ıncı gelişmiş ekonomisine sahip olup iş cinayetlerini önleyemiyorsanız, bu, insan kanı üzerinden bir ekonomi inşa ettiğiniz anlamına gelir. 
Bugün yapılacak şey çok açıktır: Özel sektörün kar hırsını engellemek için tüm işyerlerinde denetim ve cezalar artırılmalıdır. Madenler hızlı ve acil olarak kamulaştırılmalıdır. Kayıtdışılığa son verilmeli, iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri kazaları önleyecek biçimde yeniden kurgulanmalıdır.
Bir başka konuya daha dikkat çekmek istiyorum: Bugün dünyada işçi ölümlerinin yüzde 16’sı akut iş kazalarından oluyor. Geri kalan yüzde 86’yı ise meslek hastalıkları öldürüyor. İş cinayetleri dikkatimizi çekiyor, toplum olarak üzüntü ve yasa boğuluyoruz ama, aynı hassasiyeti meslek hastalıkları konusunda da göstermemiz gerekiyor. Biz eczacılar bu konuda da uyarıcı bir işlev görebiliriz. 
Kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet açısından da ülkemiz oldukça vahim bir durumdadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre 2013 yılında 237 kadın, 2014’ün ilk 6 ayında 139 kadın, erkek şiddetinin kurbanı oldu. Sırf geçtiğimiz Kasım ayında 15 kadın öldürüldü. 
Her iki konuda da karşımızda duran tablo kabul edilemeyecek bir tablodur. İşçi sağlığı ve güvenliği için gerekli önlemler alınmadıkça, kârı değil emekçiyi ve insan sağlığını esas alan politikalar yaşama geçirilmedikçe, etkili yaptırımlar ve mekanizmalar geliştirilmedikçe, eşitlikçi ve cinsiyet özgürlükçü politikalar izlenmedikçe iş cinayetleri ve kadın cinayetleri ile karşılaşmamız kaçınılmaz olur.

Değerli meslektaşlarım,

Türkiye 2003 yılından itibaren reform adı altında sağlık ve sosyal güvenlik sisteminde kapsamlı bir dönüşüm sürecine girmiş, bu süre zarfında hayata geçirilen kamu politikaları sonucunda ilaç ve eczacılıkta ciddi yapısal değişiklikler meydana gelmiştir. Finansal sürdürülebilirliğe odaklanan ilaç fiyatlandırma ve geri ödeme politikaları ile ilaçların birim maliyetleri ve fiyatları sürekli olarak aşağı çekilmiştir. Bu sürecin bir parçası olarak 2009-2012 yılları arasında kamu sağlık ve ilaç harcamalarına yönelik uygulanan Global bütçe alanın paydaşlarını ve sunulan hizmetlerin niteliğini dikkate almaksızın, sadece kamunun ödediği meblağı hedefleyen bir bakış açısıyla hazırlanmış olduğundan, ilaç ve eczacılık alanında bugün de devam eden ciddi ekonomik sorunların yaşanmasına neden olmuştur. 
Sağlık hizmetlerine erişilebilirlikteki artış, yaşlanan nüfus ile birlikte kronik hastalıklar ile dejeneratif hastalıkların sağlık bakım sistemi içindeki yükünün artışı, yaşam biçimi ve çevresel etmenlerin yarattığı riskler, sağlık hizmet arzına yönelik nitelik ve çeşitlilik arayışları gibi unsurları göz önüne almadan sadece sağlık ve ilaç harcamalarını baskılamaya çalışmak sebeplere değil sonuca odaklanmak anlamına gelmektedir. 
Sosyal refah devleti ilkesinin gereği olan sağlık harcamaları bugün bile OECD verilerine göre çok düşük kalmaktadır. OECD ve TÜİK verilerine göre 2013 itibariyle Türkiye’deki yıllık sağlık harcamaları 1110 Dolara yükselmiştir. Ancak Türkiye, OECD ülkeleri arasında son sıralarda yer almaktadır. OECD ortalaması ise 3 bin 484 Dolardır. Yine 2014 toplam sağlık harcamalarının Gayri Safi Yurt İçi Hasıla içindeki payı yüzde 5,4’dür. OECD ortalamasına göre bu rakam yüzde 9,3’tür.
OECD’nin geçen yılki verilerine göre, Türkiye’de kişi başına yıllık ilaç harcaması 121 Dolar. OECD ortalaması ise 497 Dolar. ABD’de kişi başına yılda 995, Kanada’da 752, Fransa’da 641, İrlanda’da 648, Japonya’da 652. İsviçre’de 474, İspanya’da 536 dolar. 33 OECD ülkesi içinde Türkiye kişi başına en az ilaç harcaması yapan ülke durumundadır. 
Öte yandan;
• İlaç tüketimindeki artış ilaç maliyetlerine yansımamıştır. 
• İlaç tüketimindeki artıştan bahsedilirken hekime gitme sıklığı göz ardı edilmektedir. Türkiye’de hekime müracaat oranı yüzde 8,2 ile OECD ortalaması olan yüzde 6,7’nin üstündedir.
• 2009 yılında yüzde 1,4 olan ilaç harcamalarının gayri safi yurt içi milli hasılaya oranı 2012 ve 2013 yıllarında yüzde 1 seviyelerine gerilemiştir.
• İlaç harcamaları 2002-2011 arasında yüzde 13,3 büyümüş, buna karşın tedavi harcamaları yüzde 21,8 büyümüştür. 
• 2013 itibariyle sağlık harcamaları içerisinde tedavi giderleri 33.5 milyar lira ile en önemli bölümü oluşturmaktadır. Bu rakam 2009 yılında 15.1 milyar liraydı. Oysa aynı zaman zrfında ilaç harcamaları ise 13.1 milyar liradan 15.6 milyar liraya yükselmiştir. Bilhassa özel hastanelere aktarılan kaynak iki katın üzerinde bir artış göstermiştir.
• 2013’te yaklaşık 15,6 milyar lira olan ilaç bütçesinin 2014’te 17,4 milyar lira olarak gerçekleşeceği öngörülmektedir. 2015 yılı için ise ayrılan bütçe 17,8 milyar
• Liradır. 
• 2011-2012 yılları arasında kutu bazında reçeteli ilaç pazarı yüzde 2,8 büyümüş, buna karşın tutar bazında yüzde 6 küçülmüştür.
• Reçeteli ilaçların ortalama kutu fiyatı 2009’da 10,1 liradan 2011’de 8,3 liraya düşmüştür.
Bu bağlamda İlaç harcamaları fazlalığından bahsetmek mümkün olmadığı gibi toplam sağlık harcamalarını artıran unsurun da ilaca yapılan harcamalar olmadığı açıkça görülmektedir. 
Sağlıkta dönüşüm ile herkesin sağlığa erişiminin artması ancak aynı zamanda harcamaların artmaması istenmektedir. Bu ikisi bir arada mümkün olamayınca da ilaç aşırı ucuzlatılarak toplam gider azaltılmaya çalışılmakta, eczanelerin omurgasını oluşturan ilaç fiyatlarındaki düşüşler eczacıların reel kârlarını ciddi biçimde erimektedir. 
İlaca ve sağlığa erişememe riskini taşıyan her tür tasarrufun arkasından çok daha büyük ve geri döndürülemez toplumsal ve ekonomik maliyetler ortaya çıkarabileceği unutulmamalıdır. Bu nedenle konunun daha bütünsel bir yaklaşımla sorumlu ilaç kullanımını da içeren sağlıkta akılcı yararlanım kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.

Değerli meslektaşlarım,

Hem sayıları her geçen yıl katlanarak artan Eczacılık Fakültesi mezunlarının çok büyük bir çoğunluğunun serbest eczacılığa yönelmesiyle meydana gelen sıkışmayı aşarak yeni çalışma alanları yaratmak hem de çağdaş eczacılığın temel yapıtaşlarından olan farmasötik bakım kavramını bütün yönleriyle hayata geçirmek için çaba gösteriyoruz. İşte 14 Kasım’da yasalaşmış olan eczacıkta uzmanlık düzenlemesi bu yolda atılan önemli adımlardan birisi. Söz konusu düzenleme ile “Klinik Eczacılık” ve “Fitofarmasi” alanlarında uzman eczacılık getirildi. Eczacılık eğitiminin ardından alınacak 3 yıllık eğitim ve girilecek sınav ile bu alanlarda uzman eczacı olarak çalışılabilecek. 1 Ocak 2023’ten itibaren zorunlu olmak üzere yatak sayısı 300’e kadar olan hastanelerde bir, 300’ün üzerindeki her 100 yatak için bir uzman klinik eczacı istihdam edilecek. Kukusuz bu düzenleme yeterli değildir, aslında 50 yatak başına bir klinik eczacı istihdamı daha uygun olacaktır. Dahası uyglamanın 2023’ten önce başlaması arzulanan hedefe ulaşmak bakımdan çok daha yerinde olurdu. İlerleyen yıllarda bu rakamın daha da yukarı çekilmesi ve eczacılarımıza başka istihdam alanları yaratmak için mesai harcayacağız.

Değerli meslektaşlarım,

Mesleğimizin yapısal sorunlarını aşma noktasında attığımız adımlardan biri eczacı emekliliği projemiz. Eczacı emekliliği meselesi uzun süredir örgütümüzün gündeminde, bizden önceki Merkez Heyeti yönetimleri de bu projeyi hayata geçirmek istedi, ama maalesef gerçekleşemedi. 39. Dönem Merkez Heyeti olarak yeniden kolları sıvadık, benim başkanlığımda bir Emeklilik Komisyonu oluşturduk, Komisyona üye olan oda başkanlarımız ve oda temsilcilerimiz ile bir toplantı gerçekleştirerek görüş, değerlendirme ve önerilerini aldık. Diğer yandan kendi alanında yetkin sigorta ve aktüerya uzmanları, reasürans şirketi yetkilileri, avukatlarımız ve mali müşavirlerimiz ile bir araya geldiğimiz toplantılar yaparak meseleyi etraflıca tartışıyoruz. Zira eczacı emekliliği projesinin bir dilek, bir temenni, bir söylem olmaktan öteye geçmesi ciddi ve titiz çalışmalar yapılmasını gerektiriyor. Şu an elimizde bulunan mali kaynak oldukça sınırlı, yani bir eczacıyı emekli etmeye yetmeyecek cüz’i bir para. O nedenle dikkatli bir bilanço çıkarmak, eldeki verileri özenle değerlendirmek ve yeni kaynak yaratmak gerekiyor. Olgunlaştırmamız gereken, olgunlaştırdıktan sonra da hepimizin elimizi taşın altına koymamız gereken ciddi bir konu. 
Peki, emeklilik konusunda biz şimdi hangi aşamadayız? Öncelikle TEB Vakfı bünyesinde bir sigorta şirketi kurmayı planlıyoruz. Eczacılarımızın bireysel emekliliklerini kuracağımız bu sigorta şirketinde toplamayı amaçlıyoruz. Eczacıların bireysel emekliliklerini TEB’in kuracağı sigorta şirketine aktarmalarını sağlayacak, burayı cazip hale getirecek ne tür avantajlar sağlayabiliriz diye bakıyoruz. 
İkinci olarak Yardımlaşma Sandığı aidatlarını artırarak bir kısmını Sandıkta tutarken büyük bir kısmını da emeklilik sistemine aktarmayı planlıyoruz. Bunu asgari bir limit olarak belirliyoruz. Daha üstünü ödemek isteyenler istedikleri kadar bir oranı ödeyebilecekler. 
Üçüncü olarak 51 yahut 56 yaşındaki eczacıların 10 yıl, 60 yaş üstü eczacıların 5 yıl sistemde kalmasını ve prim ödemesini sağlamak istiyoruz ki süre sonunda tatmin edici, eczanesini kapatabileceği bir ikinci gelire ulaşmış olsun.

Değerli meslektaşlarım,

Bazı çevrelerce spekülasyon konusu yapılan ve bazı çevrelerin iştahını kabartan İthal İlaç konusuna bir parça değinmek istiyorum. 
Türk Eczacıları Birliği olarak, yurtdışından ithal ilaç temini işini anayasanın bize verdiği kamu hizmeti görevinin bir parçası olarak başlatmıştık. Önceleri sosyal sorumluluğumuzun gereği sınırlı sayıda ilacı temin ederek hastalara ulaştırırken hem İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu’nun GMP (İyi Üretim Uygulamaları) bahanesinin arkasına sığınarak ruhsatlandırmayı geciktirmesi hem de Sosyal Güvenlik Kurumu’nun bu ilaçları geri ödeme listesine almayı geciktirmesiyle TEB vasıtasıyla temin edilen ithal edilen ilaçların sayısı giderek arttı. Daha önce kimsenin ilgilenmediği bu alanın hızla büyümüş olması bazı çevrelerin iştahını kabarttı ve gözlerini buraya dikmelerine neden oldu. Bu alanda yürüttükleri yoğun lobi faaliyetlerinin sonucunda Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu 1 Temmuz 2014 tarihinde Yurt Dışından İlaç Temini ve Kullanım Kılavuzu adlı bir kılavuz yayımladı. Böylelikle 18 tedarikçiye daha yurt dışından ilaç getirme yetkisi verdi. 
Ancak akıldan çıkarılmamalı ki biz ithal ilaç işini ticari bir faaliyet olarak değil kamusal bir faaliyet olarak yürütüyoruz. Çoğunluğu yetim olan bu ilaçların Türkiye’de bulunmasını sağlamak halk sağlığı açısından büyük bir önem taşıyor. Aslında Sağlık Bakanlığı tarafından zamanında ruhsatlandırılması, Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından geri ödeme listesine alınması ve eczaneler vasıtasıyla hastaya ulaştırılması gereken ilaçların temininin amacı ticarî kâr olan şirketlere verilmesi bu hizmetin kamu hizmeti olmaktan çıkarılıp özelleştirilmesi anlamına gelmektedir. Ancak bizim kamu hizmeti ve bir prestij meselesi olarak gördüğümüz bu alanı özel şirketlere terk etme gibi bir niyetimiz de lüksümüz de yok. O nedenle bu andan itibaren ithal ilaç için 24.000 eczaneyi birer hizmet noktası haline getirdik. Hastalar artık reçeteye yazılan ve ithal ilaç getirme koşullarını taşıyan ilaçlarını en yakın serbest eczaneye başvurarak temin edebiliyor, sonrasında eczacılarımız bu reçetenin genel kontrolünü yaptıktan sonra sisteme giriyor ve reçeteyi TEB’e kargo ediyor. Eczacının bize kestiği faturanın karşılığında da bir hizmet bedeli veriyoruz. Böylece hiçbir deponun sahip olamayacağı 24.000 erişim noktasını sağlayarak sistemi ayakta tutmaya çalışıyoruz. Bu konuda hepinizin desteğini bekliyoruz. Desteğinizi bekliyoruz çünkü yetim ilaçları piyasanın insafına terk edemeyiz. Çünkü sağlığın ticarileşmesine izin vermememiz gerekiyor.
Değerli meslektaşlarım,

Sözlerime son vermeden önce bir konuya daha kısaca değinmek istiyorum. Bildiğiniz gibi iki yılda bir yaptığımız Türkiye Eczacılık Kongrelerinin 12’incisini bu yıl 25-27 Eylül tarihleri arasında “Bilgi İlaçtır” temasıyla Ankara’da gerçekleştirdik. 2009 yılında İstanbul’da yapılan Dünya Eczacılık Kongresi’nde, Birliğimizin önerisiyle “Dünya Eczacılık Günü” olarak kabul edilen 25 Eylül tarihinde FIP Eski Başkanı Michel Buchmann’ın açılış semineri ile Ankara Congresium’da başlayan ve üç gün süren kongremiz ne yazık ki kimi baltalama girişimlerine rağmen birbirinden seçkin konukları ve programıyla yoğun ilgiye mazhar oldu. 35 yıla yakın bir geçmişi olan Türkiye Eczacılık Kongreleri’nin siz değerli meslektaşlarımızın desteğiyle uzun yılları devam edeceğine ve her seferinde daha da zenginleşeceğine olan inancımız tam. TEB’e alternatif yapılar oluşturmak sevdası peşinde koşanların gerçekleştireceği hiçbir etkinlik mesleki tarihimizin yüzakı olan, nice emekle yoğrulmuş Türkiye Eczacılık Kongreleri’nin yerini tutamaz, tutamayacaktır. 
Eczacılık Kongrelerinin yanısıra mesleğimizin tüm yüzlerini ilgilendiren, eczacının her alanda güçlü bir aktör olarak varlığını ortaya koyan kongreler de düzenlemeye başladık. Eçtiğimiz Nisan ayında mesleğimizin yarınları demek olan, geleceğimizin ışığı gençlerimizle Türk Eczacıları Birliği Gençlik Komisyonu I. Ulusal Kongresini yapmış olmanın kıvancını yaşadık. Gerek eczacılık örencilerinin gerekse genç eczacıların yoğun katılımı, ilgisi ve coşkusu bizleri heyecanlandırdı, bizlere umut ve kudret verdi. Şimdi de 6-7 Mart tarihlerinde kamu ve hastane eczacılarımızın görünmeyen emeklerini görünür kılmak ve örgütümüzle bağlarını güçlendirmek amacıyla Ankara’da Kamu Eczacıları Kongresi’ni düzenleyeceğiz. Gerekli desteği göstereceğinize yürekten inanıyoruz.

Değerli meslektaşlarım, 
Büyük amaçlar; büyük yürekler, büyük çabalar, büyük enerjiler ve büyük sorumluluklar ister. Yeni dünyayı, yeni insanlık gerçeğini, yeni tarihsel gerçeği bir bütün olarak değerlendirmek ve yeni gerçeklikleri sağlıklı bir biçimde teşhis edebilmek çok ufuklu bir gelecek perspektifinin, kuşatıcı bir gelecek vizyonunun geliştirilebilmesi ile mümkündür. O nedenle gündelik sorunlarında dahi bir gelecek vizyonu ile hareket etmemiz önem kazanmaktadır.
Eczacılar olarak gelecek vizyonumuz şu zemin üzerinde yükselmek durumundadır: "İnsanların sağlık ve esenliğini artırmada, halk sağlığını koruyup güçlendirmede, evrensel, eşitlikçi, sürdürülebilir, yüksek kaliteli, yenilikçi ve insan odaklı sağlık sistemlerinin oluşmasında eczacıyı birinci basamak sağlık danışmanı olarak merkeze koymak; eczacının vazgeçilmezliğini kanıtlamak”.
Böyle bir vizyonun üç ayaklı olduğunu unutmamak gerekir. 
- Eczacı yararı
- Kamu yararı 
- Hasta yararı 
Söz konusu kavramlar birbirine sıkı sıkıya bağlıdır, biri olmadan diğeri olamayacaktır ve ancak bu üçü dengede durduğu takdirde iyi bir sağlık ve eczacılık sistemimiz var demektir. 
Bugün geleceğimizi kazanmak için kişisel ve örgütsel bir gelişim planına ihtiyacımız vardır. Hem kişisel hem örgütsel bazda böyle bir gelişim planı şu üç soru üzerinde kurulmaktadır:
• Şu an neredeyiz?
• Nerede olmak istiyoruz?
• Olmak istediğimiz yere ve hedeflere nasıl ulaşabiliriz?
Bu doğrultuda, sürekli mesleki gelişim, bireysel ve kurumsal düzlemde temel bir dönüşüm stratejisi olarak tasarımlanabilir ve örgütlenebilir. 
Sürekli mesleki gelişim:
• Eczacının neler yapabileceğini ve nelere sahip olduğunu belirleyerek yaşam alanı olan eczanesini sağlık bakım merkezi haline getirecek
• Etkin-verimli ve doğru hizmet vermesini sağlayacak
• Motivasyonunu yükseltecek
• Böylelikle hizmetin kalitesini arttıracak, 
• Kendisi kazanımlar elde ederken sağlık ve sosyal güvenlik sistemine katkı sunmasını sağlayacaktır. 
Sürekli mesleki gelişim için TEB ve odalarımız tarafından düzenlenen meslek içi eğitimler birincil önemdedir. Kuşkusuz bu eğitimler daha fazla zenginleştirilebilir, çeşitlendirilebilir ve yetkinleştirilebilir. Eczacının bu eğitimlere daha fazla katılmasının yolları bulunabilmeli yahut bu yollar açılabilmelidir. Diğer yandan odalarımızın meslek içi eğitimler yaparken bir amacı da eczacı ile güçlü bağlar kurmak, bir özne olarak etkilediği alanı genişletmektir. Oysa bugün odalarımızın bir çoğu meslektaşlarına ilaç firmaları tarafından verilen eğitimler sunmaktadır. Gerektiğinde ilaç firmalarından destek almakta bir beis yok elbette; ama hakikaten gerektiğinde. Yoksa meslek içi eğitimleri bütünüyle ilaç firmalarına havale etmek akademik bir meslek örgütü olduğumuz iddiasının altını boşaltır ve etki gücümüzü zayıflatır. Bu eğitimleri odalar olarak kendimiz gerçekleştirebilmeliyiz, yetmediğini düşünüyorsak TEB’in Eczacılık Akademisi her daim katkı sunmaya hazır.

Değerli meslektaşlarım,

Geçtiğimiz günlerde ABD Başkanı Barack Obama’nın sağlık sisteminin liberalleşmesi ile ilaç kullanımının artması arasında doğrudan bir ilişki olduğunu söylediği gazetelere yansıdı. Ne kadar reklam o kadar ilaç, ne kadar market o kadar ilaç denklemi, sadece ilaç satışını artırmıyor, hasta sağlığını da bozuyor. İlaç suiistimali, bağımlılığı, ilaca bağlı yan ve advers etkiler, ilaç zehirlenmeleri sağlık sistemindeki liberalizasyonla birlikte artıyor. Obama doğru bir biçimde bunlara işaret etti ama her nedense hemen sustu, bu açıklamaların devamı gelmedi, ABD’nin 21 inci yüzyıl ilaç politikası şimdilik rafa kalkmış görünüyor. Çünkü dünyanın en büyük, en güçlü, en çok ar-ge yapan sanayinden bahsediyoruz, ABD başkanlarının bile karşısında duramadığı bir sektörden.
Bizler bu sektörün birer oyuncusuyuz. Ülkemizde liberalleşme henüz eczacılık sektörüne tam olarak yansımadığı için, güçlü bir meslek örgütümüz olduğu için de önemli bir oyuncuyuz.
Bu fırsatı iyi kullanmamız gerekiyor. Bizim bu gücümüzü sadece geleceği hazırlamak için kullanmamız gerekiyor. 
Hepimiz biliyoruz, eczacının ciddi ekonomik sorunları var. Hepimiz biliyoruz, çünkü hepimiz eczacıyız. Peki bu sorunları nasıl aşacağız? Gündelik önlemlerle mi? O önlemlerin ömrü ne kadar? Çok da uzun değil. Aldığımız her gündelik önlem, bir sonraki gün başka bir tasarruf tedbirinin karşısında eriyor. Bizim daha uzun erimli, uzun vadeli, mesleğimizi geleceğe taşıyan çözümlere ihtiyacımız var. Eczacılığın çehresini değiştirmemiz lazım. Geleceğin eczanesi ve eczacısını bugünden hazırlamamız lazım. 
Bizler büyük harfle iyiliğe adanmış yaşamlarımız olduğunu hatırlayalım. Değişime odaklanalım. Bizler bu değişime liderlik etmeye, değişimi yönetmeye adayız. Bu değişimi mutlaka başlatmak istiyoruz. Eczacı kendisini değerlendirsin: İlaç-ilaç etkileşimleri hakkında kaç hastaya danışmanlık yapıyorum? Bunu yeterli yapıyor muyum? Bu değerlendirmenin sonunda eksik olduğu alanda bize başvursun, eksikliklerini hep beraber tamamlayalım. Sonra diyelim ki, Eczacı ilaç-ilaç etkileşimine bakarak şu kadar hastanın komplikasyon yaşamasının önüne geçti; eczacı bu işi yapar diyelim.

Değerli meslektaşlarım,

Gelecekte de eczacıyım diyebilmek için ilaç ve sağlık hizmetleri açısından değer yaratan, hastanın ve toplumun sağlık beklentilerine ve ihtiyaçlarına cevap veren, sunduğumuzun hizmetin karşılığı olarak kamu sağlık otoritesi tarafından tanımlanmış bir hizmet bedeline yani meslek hakkına hizmet karşılığı sürdürülebilir bir eczacılık modelinin hayata geçirilmesi için çaba göstemek zorundayız. 
• Diğer birinci basmak sağlık hizmet sunucuları ile entegre bir biçimde çalışarak,
• Hasta sonuçlarının iyileştirilmesi adına sorumlu ve akılcı ilaç kullanımını destekleyerek,
• Kapsamlı ve hasta odaklı sağlık danışmanlığı hizmeti sunarak,
• Kronik hastalıkların yönetiminde ve takibinden sorumluluk üstlenerek,
• Mesleki sorumluluklarımız ve yetkinliğimiz çerçevesinde sağlık harcamalarının kontrolüne destek vererek,
• Eczanelerimizi sağlığın korunması ve geliştirlmesinde sağlık bakım noktası haline getirerek, 
• Herkes için erişilebilir, nitelikli ve sürdürülebilir bir sağlık sisteminin oluşturulması sürecinde kilit rol oynayabileceğimizi gösterebilirsek
meslek hakkımızı elde edebilir ve geleceğe güvenle, sağlam adımlar atarak yürüyebiliriz.
Halkın kalbine dokunmak mecburiyetindeyiz, halkın kalbine dokunmak için de öncelikle eczacı odalarının yöneticileri olarak meslektaşlarımızın kalbine dokunmak, onların büyük iyilik için savaşan sağlık emekçileri olduklarını hatırlatmak durumundayız. 
İnanın ki bunlar boş ve güzel sözler değil. Bunlar gerçek. Ve bu gerçeğimizi, Eczacı olmaktan kaynaklanan bu gerçeğimizi layıkıyla yaşayabilmek, kendimizi geleceğe taşıyabilmek için tüm eğitim projelerimizi birleştiriyor, eczacının mesleki özdeğerlendirmesi ve eksikliklerinin giderilmesi, verdiği hizmetin dokümantasyonu ve görünürlüğünün sağlanması için Ocak ayı sonu itibariyle yepyeni bir sistem kuruyoruz. Bu sisteme şimdilik, “akıllı eczane” diyoruz. Eczanede verdiğimiz her türlü hizmeti kayıt altına alacağız. Hizmet bedellerini finansallaştıracağız ve belki kısa, belki uzun bir sure sonra, ama mutlaka bu yarattığımız faydanın bedelini meslek hakkı olarak alacağız. 
Bize inanın. İnanın ki, bir adım atın ve bu fikri yayın. Eczacının iradesini güçlendirin. Çünkü şu çok açık; eczacı ölçülebilir ve kaliteli bir hizmet vermediği sürece ekonomik sorunları bitmeyecek.

Değerli meslektaşlarım, 
Değerli katılımcılar,
İçinde yaşanılan tarihsel gerçekliğe, bu gerçekliğin denizinde meydana gelen gelişmelere, alt-üst oluşlara, çalkantılara ve yeniden inşalara ilgisiz, kayıtsız kalan; bunları izlemeyen, anlamaya çalışmayan, umursamayan toplumlar, örgütlenmeler, yapılar ve meslekler hiçbir alanda hayatiyet gösteremez. Eczacılar olarak bizler; mesleğimizi, sağlığı ve insanlığı ilgilendiren tarihsel devinimlerle, gelişmelerle, yenilenişlerle doğrudan bağ kurabilirsek bu tarihin nesnesi değil öznesi, onun belirleyicisi olabiliriz. Dünyada mesleğimizde olup bitenleri anlamaya çalışmak, merak etmek ve o merakın peşinden koşmak hayatiyet ve hareket belirtisidir. İşte o zaman kendimiz ve mesleğimizin yarınları adına, yeni başlangıçlar adına umutlu olabiliriz. Yeni başlangıçların ise sesimizi ve sözümüzü birleştirmekle, çoğaltmakla, yükseltmekle mümkün olduğunu bir an olsun zihnimizden çıkarmayalım.’


Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat