Değerli Meslektaşlarım,
Uzun zamandır büyük ideolojilerin/anlatıların sona erdiği dolayısıyla evrensel hakikatler ve bu hakikatlere bağlı yargıların olamayacağı görüşü ısrarlı bir biçimde savunuluyor. Ancak bu iddia bir görüş olmanın ötesine geçerek toplumsal alanın bütününe yön vermeye başlıyor. Hâl böyle olunca hem kişi hem de kurumlar açısından, kendi fikir ve eylem dünyanıza zemin oluşturan doğrular havada asılı kalıyor. “Doğru ne?”, “Kime göre doğru?”, “Toplum mümkün mü?”, “Kendimizi ait hissettiğimiz yahut dâhil olduğumuzu düşündüğümüz ‘biz’ olgusu kendi özgül ihtiyaçlarımızı ne kadar karşılayabilir?” gibi sorular, bireyin birlikte mücadele etmeye dair kabul ve önceliklerini derhal sorgulanıverir bir hale getirebiliyor.
Ancak bu bakış açısı insanlığın tarihi boyunca ortaya çıkardığı deneyimleri ve bunlardan çıkardığı dersleri bir kenara koyuyor. Tüm insan topluluklarını ve yaşamı tarihsiz ve geleceksiz bir şimdiki zamana hapsediyor. Toplumun bilincine geçmişten edindiklerimizin orada kaldığı; geleceğin öngörülmeyeceği ve ihtiyaçlar, doğrular ve ortak mücadele perspektifi doğrultusunda inşa edilemeyeceği, sonuç olarak; elimizde yalnızca ‘şimdi’nin bırakıldığı bir algı kazınmak isteniyor.
Postmodern dünya hepimize “tek başınasın; değerler, yargılar, hayaller hep sana özgü bu nedenle de birlikte mücadele etmen nafile bir çaba” diye sesleniyor. Bu doğrultuda “ben”e dair ne varsa kutsanırken, “biz”e dair her türlü kavram, olgu, yapı durmadan öcüleştiriliyor. Örneğin daha düne kadar demokratik bir toplumda vazgeçilmez sayılan, anayasal dayanak çerçevesinde faaliyet gösteren meslek örgütleri bir anda anti-demokratik yapılar olarak hedef tahtasına oturtulabiliyor. Buna gerekçe olarak; meslek örgütlerine zorunlu üyeliğin, günümüzün özgürlükler dünyası ile uyuşmayan (!) arkaik dönemden kalma otoriter zihniyet ürünü bir gerilik olması gösteriliyor. Söz konusu akıl; her meslek mensubunun ancak kendisi arzu ettiği takdirde bir Oda ya da Birliğe üye olması; istemezse tek başına kalması ya da birlikte olmak istediği birkaç kişi daha bularak alternatif bir birlik kurabilmesi gerektiği argümanını ön plana çıkarıyor. Diğer türlüsünün baskıcı ve despotik bir anlayışa götüreceğini iddia ediyor. Oysa bu söylemin dayanağını oluşturan “özgürlük” kavramı, tam da bu anlayış tarafından köklerinden ve hayatla olan tüm bağlarından koparılıyor. Diğer yandan özgürlük sihirli bir sözcük olduğu için, bizlerin özgürlük karşıtı olmak gibi ağır bir suça bulaşmak istemiyorsak susmamız, itiraz etmememiz, meslekî birliklerini savunmamamız bekleniyor.
Ancak bizler, örgütlü ve birleşik mücadeleye inananlar özgürlükçülüğü kendinden menkul bu anlayış karşısında susmuyoruz. Bugün hâlâ toplumsal ihtiyaçlar diye bir kategoriden bahsediyorsak, evrensel kabuller zemininde kamusal sorumlukla hareket eden, eşitlik ve adalet ilkelerini gözeterek hizmet üreten yapılardan ve kurumlardan da bahsetmek durumundayız. Tekil ihtiyaçların genel toplumsal ihtiyaçlara öncelenmesinin, birlikte mücadele etmenin etik önemini bir kenara bıraksak bile, toplumsal alanda yaratacağı kaotik sonuçları görmezden gelemeyiz.
Bu anlamda belirli meslekî alanlarda kamusal yarar ilkesine göre o alanı düzenleyen meslek örgütlerini/birliklerini anti-demokratik ilân etmeye kalkışmak; hem hizmet üretenler hem de hizmetten faydalananlar açısından ortak ihtiyaçlar olamayacağı şeklinde mantıktan yoksun bir sava dayanmaktadır. Ancak bizler biliyoruz meslek örgütleri ve birlikleri bir kişinin ya da zümrenin, son kertede daha güçlü olanın çıkarlarını maksimize etmek için değil; bilâkis hem tüm meslek mensupları eşit düzeyde savunmak hem de mesleğin ürettiği toplumsal yararın bölüşüm ilişkileri içerisine eşit bir biçimde yayılması/dağıtılması için faaliyet gösterir. Bu halen vazgeçilemez bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır.
Meslek örgütleri, mesleğin kazanımlarını toplumsal kazanımlardan ayrıştırmadan geliştirmek, meslek yapma koşullarını iyileştirmek ve meslek üyelerini her bakımdan korumak ve geliştirmekle sorumlu yapılardır. 1982 Anayasası kamu kurumu niteliğinde meslek örgütlerini anayasal güvence altına almış olmakla birlikte, tam da darbe döneminin ruhuna uygun bir biçimde faaliyetlerini ve aslında kendilerini gerçekleştirebilmelerini engelleyici bir yaklaşım benimsemişti. Daha sonra gerçekleştirilen anayasa değişiklikleri ile bu kısıtlayıcı ve baskıcı yaklaşım bir düzeyde bertaraf edildi. Ancak, daha önce çeşitli dönemlerde yükseldiği biçimde son dönemde meslek örgütleri ve sivil toplum alanının diğer bileşenleri çeşitli biçimde eleştirilmekte ve hatta bu eleştiriler kimi zaman saldırıya dönüşmektedir. Bu iklimin Türkiye’deki genel siyasal atmosferden bağımsız olmadığını biliyoruz. Öte yandan bu anlayışın, hayatın değerlerini küçücük parçalara ayırarak, atomize bireyler ya da gruplar yaratmayı hedefleyen bir anlayış olduğunun farkında olmak durumundayız. Söz konusu anlayışın gerisinde yatanının ve fiiliyata döküldüğünde en önemli sonucunun: ‘küçük’ olanın ‘büyük’ olana göre daha kolay manipüle edilmesi ve yönlendirilmesi olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Bugünün dünyası ancak güçlü olanın sesinin duyulduğu bir arenaya dönüşmüş durumdadır. Güçlü olmak çeşitli kriterlere göre belirleniyor. Bizler gücümüz; meslektaşlarımızın meslek örgütü ile kurdukları içsel ve somut bağdır. Meslektaşlarımız meslek örgütlerini eleştirebilirler, yönetimine karşı muhalefet geliştirebilirler. Bu, sözünü ettiğim bağın olmadığı anlamına gelmez. Bizler için bu bağ ancak duyarsızlık noktasında zayıflar ya da kopar. Bu nedenle ister mevcut politikaları desteklesin ister karşı dursun, eczacıların kendilerini ait hissettikleri bir çatı olarak TEB’in varlığı, en önemli güç kaynağımızdır.
Öte yandan kapitalist toplum içerisinde yaşadığımız gerçeğini göz önünde bulundurursak diğer bir önemli güç kaynağının maddi kaynak yeterliliği olduğunu kabul etmek zorundayız. Maalesef kendimizi bu çemberin dışında tutma lüksümüz bulunmuyor. Bugün meslek örgütlerine yönelik ‘saldırıların’ başında, ekonomik güçlerini zayıflatma girişimleri gelmektedir. Bu nedenle de sıklıkla Birlik ve Odaların üye aidatları gündeme getirilir. Anlık olarak bir meslek mensubu geliştirilen savlara katılabilir: “Neden aidat vermek zorunda olayım, gereksiz bu” diyebilir. Ancak yanı başında muvazaa ile haksız kazanç elde etmeye çabalayan simsarlarla mücadele ederken de, dağıtım kanallarının haksız uygulamalarına karşı kendi tekil sorunlarını çözmek için de meslek örgütüne ihtiyaç duyacağını yaşayarak görecektir. Diğer yandan bir meslek mensubu ile üyesi olduğu meslek örgütü arasındaki ilişki karşılıklı bir ilişkidir. Oda ya da Birlik üyesinin haklarını korurken, üye de Odasına, Birliğine sahip çıkmak zorundadır. Bu anlamda üye aidatlarını basit bir maddi katkının ötesinde üyenin meslek örgütü ile olan bağını gerçek kılan parametrelerden biri olarak değerlendirmeliyiz. Bu nedenle birlikte mesleğimizi daha iyi bir şekilde icra edebilmek, geliştirmek ve geleceğe taşıyabilmek için hepimizin bir gün mutlaka örgütlerimize ihtiyaç duyacağımızı bilmeli ve bu nedenle anlık değil, bütünlüklü düşünmeliyiz.
Meslek örgütlerine yönelik durmadan tekrar edilen bir diğer eleştiri; meslek örgütlerinin ‘siyasi’ davrandığı eleştirisidir. Bu noktada ortada ironik bir durum olduğunu tespit etmek durumundayız. Meslek alanı siyasal süreçler sonucunda belirlenirken, siyasilerin aldığı kararlar ile mesleğin koşulları iyileşir ya da kötüleşirken, meslek örgütlerinin siyasetten azade olması beklenebilir mi? Meslek için mücadele, mesleği savunmak bizatihi siyasî değil midir? Elbette bizler de siyasetle iç içeyiz, olmak zorundayız. Çünkü sağlık politikaları siyasal alanda belirleniyor ve bu bizim mesleğimizi yapma biçimimizi doğrudan etkiliyor. Ancak bizler bir siyasi parti değiliz. Vatandaşın oy verme eğilim ya da davranışını etkilemek üzere siyaset yapmıyoruz. Biz siyasal alanda partiler üzerinden değil politikalar üzerinden söz ve eylem üretiyoruz. Bu nedenle de siyaseti soyut bir düzleme çekerek, anlamından kopararak bizleri siyaset yapmakla eleştirenlere hayatın hangi alanında, bireysel ya da kurumsal olarak, siyasetten ayrı-ayrık kalınabileceğini sormak isterim.
Bizleri marjinalleştirmeye, yalnızlaştırmaya, umutsuzluk tohumlarını yüreğimize ekmeye, korkuya ve yılgınlığa itmeye çalışan yeni düzene karşı bizler sokakta, mahallede, yaşamın tam ortasında, eczanelerimizdeyiz… Yaşamın güzelliğini, birlikteliğin gücünü, dayanışmanın önemini, yalnızca ben değil biz demenin verdiği enerjiyi, iyi bir eczacı olmak ve iyi bir insan olmak için birbirimize, bilgimize, deneyimlerimize ihtiyacımız olduğunu biliyoruz. Daha durun, daha hepimiz için savunulacak değerler henüz ölmedi. Birlikte yaşıyoruz ve büyüterek yaşatacağız bu değerleri.
Türk Eczacıları Birliği Başkanı