Yeni bir anayasa değişikliği gündemde...

AKP, maddi, manevi her türlü varlığıyla “yeni bir anayasa” düşünün ardında duruyor. Demokrasinin önünü açacağını, bunun ilaç gibi iyi geleceğini anlatıyor.

Bu sayfalarda daha önceleri anayasa ahkamı üzerine iki yazı yazdım. Başka yazıların içinde de bahsi diğer olarak değinmelerim var. Oralarda da vurgulamıştım; AKP’nin Anayasayı değiştirme telaşı, demokrasiden ziyade, yeni bir kuruculuğun misyonunu taşıyıcılığındandır. Bu kuruculuk, algısal olarak kimilerinin beğenip ya da beğenmeyip, bir yere oturtamadıkları “Cumhuriyet”in ilgası ile ilişkilidir. “Cumhuriyet” tasfiyeciliğinin hukuki unsurlarını pekiştirecek düzenlemelerle, yeni rejimin meşruiyetine kalıcı katkı beklentileri bir yanda, ortada dolandırılan “demokrasi” özlemleri diğer yanda, tümü lâfız olarak bir retorikten ibaret görünmektedir.

Neden bu konu önemini her zamankinden daha çok hissettiriyor? Kestirme olsun; Türkiye’de yürürlüğe sokulan CIA’cı yeni “sivil darbe”nin son perdelerine doğru geliniyor. Bu birincisi; ikincisi ise, karşı devrimin yer ile yeksan etmeye çalıştığı Cumhuriyete ait muzahrafat görülen ögeleri ya da son kırıntıları ortadan kaldırılmak istenmektedir ve bu hamle için anayasa bir araçtır da, işte ondan.

“Anayasa Hukuku” denilen bir kavram ve bilimsel bir alan kuşkusuz var. Hukuk Fakültelerinde önemli bir çalışma ve yargı erki açısından da uygulama alanı. Ama sadece o kadar mı?

Öncelikle şunu vurgalamalıyım ki, “anayasacılık” tek başına hukuğun bir ilgi alanı değil, öz olarak bir “toplumsal sözleşme” aidiyetidir. Toplumsal sözleşmelerin en önemli özelliği de, bir “toplumsal alt üst oluş evresinde” ortaya çıkan süreç ve dönemin kendi meşrtuiyetini hukuken sağlama fiilinden başka bir şey değildir. O nedenle de, toplumsal sözleşmenin alt yapısı, bir “alt-üst oluş”la siyaseten ve hukuken yeniden temellendirilen koşullar üzerinde, toplumsal yaşamın yeniden inşaasının sağlanmasına yöneliktir. Yani “toplumsal sözleşme”, bir kuruculuk içermek durumundadır ve yürürlükte olan bir hukuğu, yeni bir kodifikasyonla tarihi hukuk derekesine evriltirken, hem eski dönemi tarihsel olarak noktalar ve hem de yeni bir başlangıç yapar.

Anayasaların tarihselliğine bakıldığında, fazla dallanmadan “alt-üst” oluş dönemlerinin toplumsal sözleşme örneklerini Amerikan, Fransız, Sovyet ve Türk Anayasalarında görebiliriz. Hepsi kurucudur; hepsi toplumsal alt-üst oluşlar ve sonuçta bir “devrim” sonrasının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Hepsi devrim öncesi hukuğunu ve rejimini ortadan kaldırılmış ve siyasi-iktisadi-hukuki-askeri ve kültürel bir örgü olarak, kendi meşruiyetini ilan etmiştir.

20 Kânun-ı Sani 1337 (20 Ocak 1921) tarihli “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu”, Cumhuriyetin habercisi ve Anadolu ihtilalinin meşruiyetini dosta, düşmana ilan eden ilk düzenlemedir. 20 Nisan 1924'te yürürlüğe giren “1924 Anayasası” ise, Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'nu yürürlükten kaldırırken, “meşruiyet”in kalıcı olduğunu belge olarak tarihe işlenmiştir.

Kimileri, bu sürecin esasen bir hükümet darbesi [coup d’état], olduğunu falan ileri sürmektedir. Hatta bunu “sol” adına yapmaktadır. Bu bağlamıyla Kemalist kadrolar eliyle kurulan Cumhuriyetle, bugünün Türkiye’si arasındaki tüm olumsuzluklarının yüklem ve faturasını bu hükümet darbesini yapan zihniyete de kesmek kolaylaşmaktadır. Bunun için acılara damardan giriş yeğlenmekte ve “Cumuhriyet”in şimdiye değin solcuları kesip, biçip, katlettiği ifade edilmektedir. Bu da doğrunun eğdirilmesi hesabını içinde barındıran başka bir uğraktır; yurtseverlerin, sosyalistlerin Cumhuriyet belgisine sahip çıkışının, önüne ket vurmanın ve ajitatör bir taşeronculuğun kolaycılığını sürdürmenin yolu, işte şimdilerde bu söylem uğrağından geçmektedir.

Buralarda daha önceleri yazan kimi SoL yazarlarının da vurguladığı gibi Cumhuriyet sürecindeki değişimlerin öznesi ve nesnesi, takvimsel tarihlemelere, ya da dönemselleştirilmelere konu edilecek olursa, ilk anayasa ile onu pekiştirerek, görece toplumcu yeni bir çizgiye taşıyan “1961 Anayasası” dönemlerini ilk Cumhuriyete oturtmak mümkünken, emperyalizme tam teslimiyete kapı açan “1982 Anayasası”nın sürdürülen sürecini ikincisine göndermek ve şimdilerde bitirilmek istenenin, yeni kuruculukla üçüncü cumhuriyete açılım yapılmak niyetini içerdiği, şerh olarak düşülebilir.

Artık yeni dönem, temeli 1982 Anayasası ile atılan “vassal” bir cumhuriyettir.

Başbakan bir hastane açılışından sesleniyor. Diyor ki, yargı bağımsızlığını, yargı anlamıyormuş(?)!. Avrupa Birliği’nde ABD’de yüksek yargı kurullarını “meclisler” seçiyor ve atıyormuş. Yani işte, kıble referansımız çok belli ve ayrıca, Türkiye’nin onca yüksek yargı mensubu, kuvvetler ilkesini yeni düzenleme ortadan kaldırır diye ses verirken, anlaşılan bugüne değin ne derslerini çalışmışlar ve ne de doğruyu bilebilmişler. Böyle diyor kudretli başbakan...

Lafı uzatmak manasızdır. Özetle, Türkiye’nin kuşkusuz bir Anayasa değişimine ihtiyacı var. Olan bitenlere, yaşananlara bakıldığında memleket ahalisini can damarından vuran teslimiyet rejiminin, “toplumsal kurtuluş” şiarı üzerinden yapılacak yeni bir toplumsal sözleşmeyle ortadan kaldırılmasını gerekli kılan köklü değişimlere, kısaca “devrim”e her zamankinden daha çok ihtiyaç var.

Okumalarımıza, anlamalarımıza, algılamalarımıza kendi penceremden böyle sadeleştirmeyle bir gönderim yapıp, lafı burada noktalıyorum.

Kaynak- sol.org.tr



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat