Türkiye’de tarihinin hiç bir aşamasında bir aydınlanma dönemi yaşanmadı. Bunun çeşitli nedenleri olmakla birlikte, en önde gelen iki nedeni var:  Birincisi, geleneksel hâkim sınıflardan bağımsız “ modern sınıflar” sahneye çıkıp, kendi toplumsal projelerini dayatamadı, ülkemizde modern toplumun temel sınıfını oluşturan kapitalistler özgün yetişmedi, bilakis devlet serasında yetişti, aslında yetiştirildi. Özgün bir yetişme olmadığı için vesayet altında kaldı ve vesayet altında büyüdü. Böylesi bir kapitalist sınıfın burjuvazisi kimliği ve kişiliği olamazdı. İkincisi, Cumhuriyetin yarı sömürge bir imparatorluğun adamları tarafından, birlikte yola çıkanların kenara itilmesi ile ve de hassasiyetler göz ardı edilerek kurulması, birçok üçüncü dünya ülkesinden farklı olarak, bir anti-sömürgeci, anti-emperyalist bilincin ve mücadele geleneğinin oluşmasını da engelledi. İşte bugün karşı karşıya olduğumuz tablo, bu iki olumsuzluğun sunucu olarak tezahür ediyor. Her şey devletle başlayıp, devletle bitiyor.” Kutsal Devlet” dışında hiçbir şeyin yaşanmasına izin verilmiyor. Her şey kutsal devlet için yapılıyor ve toplumsal sınıflar en iyi koşullarda, devlet tarafından sahnelenen oyunda figüran olarak kullanılıyor. Elbette her şey devletle başlayıp devletle bitince gerçek durumu anlayıp, anlatması gerekenlerin de beyinleri boşalıyor. Aydın rolü oynaması gerekenler de en iyi koşullarda “devlet aydını” olabiliyor. Bu kişilerin yönetimlerde kritik noktalara gelmesi ile her türlü uyarı, muhalefet ve karşı duruş ihanet ile isimlendirilmiş hale getirilmiş durumda. Ülkemizdeki bütün kamu menfaatlerinin iç ve dış kapitalistlere peşkeş çekilmesi ise olağan bir durum olarak lanse edilmektedir.

Türkiye de yaklaşık iki yüz yıldır yaşananlar, Batı da ortaya çıkan ve ortaya çıkar çıkmaz Türkiye Sosyal Formasyonunu etkisi altına alan, onu kendi ihtiyacı doğrultusunda biçimlendiren kapitalist yayılma ve genişlemeye uyum sağlamaktan ibarettir. Bu uyum her seferinde farklı ama içeriği aynı olan kavramlarla ifade edile geldi. Başlardan yenilikçilik deniyordu. “ ünlü nizamı cedit” daha sonraları “asrileşme” dendi. Onu “muasırlaşma” izledi. Cumhuriyet döneminde “modernleşme”, “çağdaşlaşma” 1950’lerin başında “Küçük Amerikanlaşma”, 1960’tan sonra “Kalkınma”,1980’lerde,1990’larda “İstikrar” ve “Yapısal Uyum” şimdilerde de “Küreselleşme” güçlü ekonomiye geçiş v.b deniyor. Her dönemeçte yapılanlara da değişik değişik adlar verildi, ama aynı hep aynı şeyi yapmak için: Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Çok Partili Siyasi Sisteme Geçiş, Planlı Ekonomi,24 Ocak Kararları, İstikrar ve Yapısal Uyum Programları, nihayet “güçlü ekonomiye geçiş “… Yani aslında ilk yenilikçilik döneminden, Tanzimat ve ıslahat programlarından AB’ye sunulan “Ulusal Programa” “Yeni niyet mektuplarına” gelinceye kadar ki sürede yapılanlar hep aynıydı. Ekonomiyi, toplumu, devleti dış kapitalizmin ihtiyaçlarıyla uyumlandırmak.

Kısacası gerek ülke içinde gerekse ülke dışında çok daha zenginlik üretme çabasının verilmesidir. Fakat her kesin zenginleşmesi mümkün olmadığına göre, Dünyada birilerinin ya da bazı devletlerin zenginliği için izlenecek her yol mubah sayılmıştır. Her seferinde daha çok zenginlik üretiliyor ve her seferinde daha çok insan yaşam için gerekli araçlardan yoksun, işsizliğe, açlığa, sefalete mahkûm oluyor. Modern tıp harikalar yaratıyor, giderek insanların ezici çoğunluğu asgari sağlık hizmetlerinden yararlanamaz hale geliyor. Yüz yaşındaki birini yüz gün daha yaşatmak için on binlerce dolar harcanıyor ama on milyonlarca çocuğun sıradan hastalıklardan ölmemesi için gerekli koruyucu aşı için çocuk başına birkaç dolar bulunamıyor. Kapitalist sömürü düzeni, insanı insanlıktan çıkarıyor, sonrada ömrünü uzatmada övünüyor.

Kapitalist sistem ilerici teknoloji ürünleri ile kasasını doldururken, doğrudan üreticiler olan işçiler üzerindeki çok yönlü baskıyı da daha da derinleştiriyor. İletişim ve haberleşme teknolojisindeki her gelişme, sanılanın ve umulanın aksine iletişimsizliği daha da büyütüyor.

Siyasi rejimler giderek daha çok birer devlet terörü rejimine dönüşürken, insan haklarından ve demokrasiden daha çok söz ediliyor. Sömürü, yağma ve talana karşı radikal tavır alanlar, ulusal hakları, kimlikleri, onurları ve emekleri için mücadele edenler terörist ya da hain sayılıp lanetleniyor.

Bu gerçekler ışığında mesleğimize karşı yapılan operasyonların planlı ve ileriye dönük olduğu görülmelidir. Çok uluslu ilaç kartelleri ve uluslar arası büyük perakendeciler ile onların içerideki ortak ve işbirlikçileri uzun, süreden beri eczacılık mesleği ile ilgili organizasyonlar içerisindeler.

Eczacının toplum nezdindeki algılamasını değiştirmek için yapılan işlerin farkında olmak gerekir. Yapılmak istenenleri birkaç maddede sıralaya biliriz.

1-İlaç ve halk sağlığı açısından eczacıyı bilgisiz göstermek.

2-Eczacıyı hasta odaklı çalışmalardan alıp, etkinsizleştirmek.  

3-ilaç yolsuzluklarını sürekli gündeme taşıyıp, eczacıyı toplum gözünde güvenilmez –hırsız  kılmak.

4-Yaşam mücadelesi veren eczacıların itirazlarını çarpıtarak toplum nezdinde menfaatçi görünmelerini sağlamak.

5-karlılıklarını ve cirolarını düşürerek eczacının bu işi yapamadığını ve ilaç hizmetinin bu şekilde yürüyemeyeceğini topluma göstermek.

6- Eczacı Odalarını ve Türk Eczacılar Birliğini parasız, işlevsiz ve üyesiz bırakmak için senaryolar üretip, hizmete sokmak.

7- Eczacıların direnişini ve umutlarını bitirmek için her türlü baskıyı artırmak, böylece eczacıların öz mülkiyet hakkından vazgeçip memurluğa razı olmalarını sağlamak

Bu maddeleri çoğaltmak mümkün. Kısacası büyük pasta diye tabir edilen ilaca giden paranın iç ve dış sermaye gruplarına peşkeş çekilme isteğinin uygulamaya konulduğunun farkında olup, neler yapılması gerektiğinin tartışılması elzemdir.

Bu süreçte KKİ larının artırılması referans fiyat uygulamasına bağlı olarak yaşanan fiyat düşüşleri durumu iyice zorlaştırmıştır. Yetkililerden yazılı hiçbir güvence almadan eczacının aleyhine kararlar almak onarılması güç sorunların oluşmasına neden olacaktır.

Nelerin yapılması gerektiğini bu yazının konusu yapmak istemiyorum. Geniş ve güçlü bir delegenin desteğine sahip TEB Merkez Heyetince yapılmasını ivedi ve lüzumlu gördüğümüz Başkanlar danışma Kurulunda önerilerimizi yapmayı daha uygun görüyoruz. TEB Merkez Heyeti sahip olduğu gücün farkında olmayıp aksi davranışlarda bulunursa, bu örgütlü gücün dinamikleri sorumluları harekete geçeçeklerdir.

Eczane işletmeciliğini bitirmeye niyetlenen kesimler şunu bilsinler ki, sağlık camiasının vazgeçilmezleri arasında yer alan; emeği, bilgisi ve uzmanlığıyla halk sağlığına katkı sunan eczacılar kolay lokma değildir ve sabırları taşmak üzeredir. İnsanların sömürüsü üzerine zenginleşen kapitalist kesimlerin, ilaç firmalarının, eczacıya destek vermeyen dağıtım kanarlarının ve büyük perakendecilerin hevesi kursaklarında kalacaktır.

Bu mücadelede kaybedeceksek bile, elimizden gelen bütün çabayı, mücadeleyi yaparak yol almalıyız. TEB Merkez Heyetinden de beklentimiz budur. İki –üç arkadaşımız bütün sorumluluğu biz alırız, en isini biz biliriz davranışı işçine girip; en küçük eleştiriyi yapan yöneticileri azarlayıp, onları dışlama cihetine girer ve de çağrı yapan odaların çağrılarına kulak asmazlık ederlerse yanlış yaparlar. Kendilerini savunan sevenlerinin de camiaya söyleyecek bir şeyleri kalmaz. Unutulmamalı ki Muhalifin “düşman” farklı düşünenin “hain” sayıldığı bir toplum, sendika veya örgüt bu çağa yakışır bir şekilde hareket etmemiş olur. Tam tersine, toplumlar özgürlüğe, demokrasiye, refaha, iyiye, güzele ancak farklı düşüncelerin ve mücadelelerin araladığı kapıdan geçerek ulaşabilirler.

Genel olarak söylemek gerekirse, fikirler hiçbir şeyi iyi bir sonuca vardıramazlar. Fikirleri iyi bir sonuca vardırmak için, pratik bir gücü kullanan insanlar gerekir. Sağlıcakla kalın, 

 

 

   

                                               Ecz. M. Emin BEYAZ

                                          44. Bölge Batman Siirt Muş        

                                                        Eczacı Odası Başkanı



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat