T.E.B 38. Seçimli Olağan Kongresini mesleğin içinde bulunduğu durum ile ilgili tartışmaların ve sorunların gölgesinde bitirerek yeni bir dönemi başlatmış olduk. Fakat izlediğim kadarıyla bir türlü bütünsel olarak büyük fotoğrafa bakmayı öğrenemedik. Siyasal krizlerle boğuşmaya alışmış bir toplum olarak, kapımızı çalmakta olan gerçek krizin sesini duymakta zorluk çekiyoruz. Bu kriz bütün dünyayı özellikle zengin Batıyı kasıp kavuracak büyüklükte bir ekonomik kriz. 2008’de başlayan, ekonomiden sırasıyla önce siyasete daha derin şekilde topluma yayılan kriz, gelip geçici bir durum değil. Batının 1990’ların başından itibaren kurumsallaştırdığı liberal piyasa çöküyor. Siyasal düzenler bu çöküşü önleyemedikleri için kendileri de çöküyor. Ekonomik krizle birlikte eş zamanlı olarak siyasal krizlerin yayılması bu yüzdendir. Ekonomik kriz, toplumsal-siyasal krize, siyasal krizlerde bir demokrasi krizine dönüşüyor. Peş peşe, Yunanistan ve İtalya’daki hükümet değişikliklerini, büyüyen demokrasi krizinin çarpıcı işaretleri olarak görmek gerekiyor.
Peki, gerek ekonomide gerekse başka konularda gelişmekte olan ülkelere göre biraz başarı yakalamış mevcut hükümetimizin gidişatı nasıl? 12 Eylül’den beri askeri vesayetin rejiminin yoğun hegemonyası altında yaşamıştık. Burada 2002’de yeni bir 14 Mayısa geçtik. Ama şimdi iktidar 1954 sonrası demokrat partinin bazı sinyallerini vermeye başladı. AK Parti son seçimden sonra güya ustalık dönemine geçecek ve pozitif yönde vaatlerini harekete geçirecekti. Fakat son dönemlerde yapılanlarla iktidarın “mutlak” olması tehlikesi doğdu. Mutlak iktidarlık, mutlak yozlaşma doğurur. Bir gecede çıkarılan kararnameler, yargıyı ve emniyeti kendi tahakkümü altına koyma çabaları, yöneticilerinin her alanda sergiledikleri davranışlar; baskıcı, küçük görücü ve kibirli duruşlar ve yapılan bunca tutuklamalar bu yola girildiğinin göstergesi.
Kimi kesimlerin, AKP’nin seksen yıllık vesayet rejimini ve bu rejimin yarattığı eski egemen sınıfları geriletmesini ve oluşan boşluğa kendinin iktidarını yerleşmeye başlamasını bir tür “devrim” olarak değerlendirmesi aslında tartışılacak bir konu. Bu değişim herkes için yeni ve daha mutlu olacağı bir yöne mi işaret ediyor, yoksa herkesin bir biçimde mutsuz olacağı daha otoriter bir yöne mi? Bu soruya şöyle cevap verilebilir; Eğer AKP gerilettiği vesayet rejimi yerine gerçekten herkes için yeni bir başlangıç anlamına gelecek daha özgürlükçü kural ve kurumların olduğu yeni bir rejim yaratacaksa işler yolunda gidecektir. Yoksa vesayet rejiminin baskıcı kurum ve kurallarını yenileyerek yola devam edecekse bu rejimin bir tür Rönesanssını gerçekleştirmiş olacak ki bu hepimiz için daha sıkıntılı günlerin başlayacağına işaret edecektir.
Çizmeye çalıştığım bu çerçeve içerisinde bakıldığında aslında nasıl büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuz görülecektir. Sadece sağlık sektöründe değil bütün sektörlerde yerli kompradorların desteği ile çok uluslu şirketlerin faaliyet alanları artırılmaktadır. Her sektörü kendi hegemonyalarına almak için her yolu denemektedirler. Daha önceki yazılarımda da belirtmeye çalıştığım gibi, ekonomiyi halkın refahı için değil de kendi düzenlerini korumak için dizayn ediyorlar. Bizim meslekte de amaçlarına ulaşmak üzere olduklarını görmek beni son derece üzmektedir. Eczacı Batının istekleri doğrultusunda kendilerine yapılanları görmezden gelip suçu başkasında arama anlayışına girmeye ve kendini de sorgulamaktan uzak bir tavır sergilemeye başladı.
Öncelikle değişen Dünya düzeninde eczacılık nereye doğru gidiyor ve neler yapılmalı diye reel saptamalar yapmak gerekmektedir. Eczacılık mesleği son yıllarda çok zor süreçlerden geçiyor. Sağlıkta yapılan yeni düzenlemeler eczacılık alanının yapısal sorunlarını çözüme kavuşturacak yerde, söz konusu sorunların daha da derinleşmesine ve kronikleşmesine neden oluyor. Dünyada sağlık hizmetleri hasta odaklı olacak şekilde düzenlenirken bizde yapılanlar bu gidişata tezatlık göstermektedir. Eczacı ilaç sunumunun yanında, akılcı ilaç kullanımının ve sağlık konusundaki danışman rolünün uygulayıcısı olmalıdır. Bu çerçeve de sağlık hizmetleri alanının asli bileşenlerinden birini teşkil etmelidirler. Bu nedenle eczacıları daha fazla ilaç ve sağlık danışmanlığını yapmaya yönlendirecek ve eczanelerin yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlayacak strateji ve araç geliştirmelidir.
Yapılacaklar aslında bellidir. İlaç ve eczacılıkla ilgili yasalarımız yeniden düzenlenmeli, yeni Eczacılık Fakültelerinin açılması engellenmeli, mevcut okullarımızdaki öğrencilerin sayısı ihtiyaca göre belirlenmeli, Eczacıya meslek hakkının temini yapılmalı, Eczacıya yeni istihdam alanları açılmalı, en önemlisi Eczacıyı vazgeçilmez kılacak ve bilgiyi ön plana çıkaracak şekilde adımlar atılmalıdır. Eczacı moral ve motivasyonunu en üst seviyede tutmalı ve kendisine kurulan tuzakların farkında olmalıdır. Bu psikolojik baskı ve yaptırımları görmeyip birbiri ile, odasıyla ve TEB’in yönetimi ile dalaşa girilmesi son derece yanlıştır.
Anlatmaya çalıştığım durum aslında şöyle; kurum ve kuruluşlarında, demokrasinin oluşumunu ve gelişimini sağlayamayan iktidarın dayatmaları karşısında durmak son derece güçtür. Demokratik Kitle Örgütlerine, Meslek Birliklerine, Sendikalara, Derneklere ve kendinden olmayan yapılara yapılanlar ortadadır. Demokrasinin kökleşip gelişebilmesi için üç kilometre taşı mevcuttur.
1- Oylama yolu ile kamusal kararlara katılma hakkı
2- Temsil etme ve edilme hakkı
3- Muhalefet yapma hakkı
Eczacı bu üç olgunun yerleşmediğini ve gelişemediğini görmeli ve yaşadığı sıkıntının ana nedenlerini unutmamalıdır. Sağlık Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Kurumu, Çalışma ve Sosyal Bakanlığı ve kendisini sıkıntıya koyan kurumları bir kenara koyarak hareket etmemelidir. Umudunu kayıp edip, acziyet içine düşmemelidir. Bu acziyetle TEB’i yok saymayı, zincir eczaneyi savunmayı, mesleğin bittiğini iddia etmeyi bir maharet saymamalıdır. Odaları küçük büyük diye ayırmaktan, delegeyi suçlamaktan en önemlisi mesleğinin onurunu zedelemekten vazgeçilmelidir. Çünkü gün birliktelik sergileme ve büyük düşünme günüdür.
Neticesinde 38. Olağan Genel Kurula katılan delegelerin çoğunluğu görevi “Meslek İçin Dayanışma Grubu”na vermiştir. Kongrenin nasıl geçtiğini ve delegelerin tercihini niye bu yönde kullandıkları ancak başka bir yazımın konusu olabilir.
Kısaca şunları söyleyebilirim;
1- Delege kongre sürecine gelinceye kadar yapılan dedikodulara kulak asmamıştır.
2- Değişim isteyenlerin aslında uzun yıllardır aynı kişilerin olduğunu ve onların da yönetim organlarında görev yaptıkları gerçeğini göz ardı etmemiştir.
3- Delege, Sayın Erdoğan ÇOLAK’ın listesini daha değişmiş ve yenilenmiş görmüştür.
4- Delege, sırf koltukları almak için sınıf, ideoloji ve etnik ayrılıklar üzerine propaganda yapanlara prim vermemiştir.
5- Delege, içinde yer aldıkları komisyonlara gitmeyip sonra bu komisyonlarda emek harcayan Eczacılara dil uzatanlara inanmamıştır.
6- Delege, Merkez Heyetini ve diğer organları emeklilik ikramiyesi gibi görenlere karşı duvar olmuştur.
7- Delege, Meslek İçin Dayanışma Grubuna “GÜVENMİŞ”tir…
Bu gibi nedenleri çoğaltmak mümkün ama dediğim gibi kongreyi en ince ayrıntısına kadar anlatmayı başka bir değerlendirmeme bırakıyorum.
TEB yeni yönetimine düşen de delegenin kendilerine duydukları bu güveni boşa çıkarmamak için var güçleri ile çalışmalarıdır. Yönetişimde birlikteliği ve birliği sağlamalıdır. Bu gibi durumlarda karşı listeye verilen her oyu çok değerli görüp ona göre hareket etmelidir. Örgüt içi demokrasiyi kurumsallaştırıp, katılımcılığı en üst seviyeye çıkarmalıdır. Demokrasilerde çoğunluğun iradesi diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir. Gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gerekir. Bu aşamada görev ve sorumluluk artık Türk Eczacıları Birliği’ndedir. Sevgi ve Saygılarımla.
Ecz. M. Emin BEYAZ
Batman-Siirt-Muş Eczacı Odası
Yönetim Kurulu Başkanı
Not: Ortaya atılan iftira. Dedikodu ve anti demokratik söylemlerden, ayrıca koltuk kapmak için girilen durumları beğenmediğimden ve de gerildiğimden dolayı konuşmamı iptal edip kongre delegelerine seslenemedim. Düşüncelerimi merak edip o anda salonda olan bütün katılımcılardan özür diliyorum.