Uzm.Dr. Nimet BÜYÜKUYGUR
Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı
Yaşından genç gösteren ya da yüzüne tam bakamadığım için genç olduğunu sandığım, kara yağız delikanlının masaya abanıp yapacağını bildiği istemsiz hareketleri önlemeye çalışarak coşkuyla konuşmasını izliyorum. Bir süre duraksayıp, ardından patlarcasına çıkarken boğazında yankılanan sesini dinliyorum. Söylediklerini önemseyip, anlamaya çalışıyorum. Ancak ondan yana bakamıyorum. Yüzündeki kasılmalar sesini çıkarmak için gösterdiği çaba doğum yapan kadınların ıkınmasını anımsatıyor. Eveeeet, işte bir fikir daha doğdu. Söylediklerinden anlaşılabilir olanları seçmek için harcadığım çaba beni tüketiyor.
Konuşurken insanların yüzlerine hatta gözlerine bakmaktan hoşlanırım. Kulağımdan giren sesin yolu gözlerimden mi geçer, bilmem ama böylece kelimeler daha kolay yolunu bulur. Ancak otuz yıldır sağlığı bozuk ya da bozulmuş olduğuna inanan insanlarla olmak, bazı yerlerimi aşındırmış, en çokta beynimi sanırım. Sırası gelmişken söyleyeyim; ben doktorum. Meslek hayatımın yirmi dört yılı SSK hastanelerinde geçti. Yoğun poliklinik temposunda çalışırken günde 100-150 hastaya, onların sağlıklarını merak eden yakınlarını da sayarsam 200-300 kişiye en yaralı ve duyarlı oldukları anlarda durumlarını, sabırla anlayabilecekleri ve kabul edebilecekleri biçimde anlatmak beni yıprattı. En çokta ruhumu…
Ruhum, TİFTİKLENDİ. Yıllar boyunca birçok benzetme yaptım. Bunu ilk defa yapıyor olmama şaştım. Çoğunlukla kendimi sıkılmış limona "posam çıktı artık" diye benzettiğim ya da "her sabah bir odun olarak geliyorum, akşama talaşa dönüşüyorum, gece boyunca kendimi Karagözün dediği gibi ekler bükler yine ertesi günkü meydan savaşına hazırlarım" dediğim olmuştur.
Meydan savaşı… Genellikle bir savaştır doktorun hastalıkla mücadelesi ama bunu hastalarla savaşa dönüştürmek hayli kolay olabiliyor. Günlerden bir gün, her sabah erkenden oturduğum muayene masasının arkasında kendimi bir ortaçağ savaşçısı olarak buldum. Engebelerle dolu kaygan bir zeminde elimde gittikçe ağırlaşan hantal kılıcımla, hayati bölgelerimi bile korumaktan aciz daha da ağır bir kalkanla, göğüs göğse çarpışmaktaydım. Yorgunluktan neredeyse düşüp öleceğimi sandığım bir anda, can havliyle poliklinik odamdan "Ama daha bana bakmadın" "Nereye? Sonuçlar var göstereceğim", "Numaram yoktur ama çok hastayım. Bak hele bak heleee" diye bağrışan hastaların arasından fırladım. Böyle doktorluk böyle hasta bakımı olmazdı. Doktor ve hasta biz, aynı tarafta olmalıydık, hastalıkların karşısında. Doktor, hastaya karşı savaşıyor, nasıl bu hale geldim ben?!!
Derhal suçluluk meleğim ayağının altında alıverdi beni. Herkesin omuzunda oturup sevapları/günahlarının hesabını tutan melekler olduğu söylenir ya benim de sırtımda taşıdığım nasılsa bir yol bulup her halükarda suçlu olduğumu kafama kakan, yüzüme vuran melek/şeytanım vardır. Çağrı, uyarı, tehditlere aldırmadan hınca hınç hasta dolu koridora çıktım. Hastaların arasından bir yol bulup geçemediğim için hemen yan kapıyı açıp kendince filozof, pek kimselerin anlayıp, kıymetini bilemediği göz doktoru arkadaşımın yanına daldım. Allak bullak suratımda bir felaketin izlerini aradığını fark ettiğimde "Yok bir şey nefes alayım" dedim. Kendimi nasıl kötü hissettiğimi söylememe fırsat vermeden dalgasını geçip "Pek hoş görünüyorsun" deyince patladım. Hissettiklerimi ve böyle hissettiğim için duyduğum suçluluğu anlatıp "Benim acil tedaviye ihtiyacım var" diye iç dökmemi noktaladım. Yumuşakça elini omzuma attı "İlahi kadın" dedi. "Ne kadar insanca, ne kadar insancılsın"... Temelli şaşırdım. Sözlerine şöyle devam etti. "Ben her gün numaratöre basıp, 1 çalıp, gireni elimdeki toplu tabanca ile vurup, namluya üfleyip dumanı savurup, 2 numarayı bekliyor, onu indirince 3! Bu fantazi her gün polikliniğe gelebilmemi sağlıyor"... Ağzımı açıp ses çıkaramamamı fırsat bilip, Dahiliye doktorunun adını söyleyip "Abin ise taramalı ile geliyormuş. Onların kapısı en kalabalık. Tata tatatata…." diye parmaklarını namlu haline getirip, etrafı taramaya başladı. Bu lafı o zamanlar bilsem –şimdilerde gençlerin kullandığı deyimle- "koptum" derdim ama, hiçbir şey diyemedim. Anlayışla sırtımı okşayıp "Yavrum, sen daha kılıç kalkan mücadele edip, kendini yormaktasın, aş bunları" diyerek, beni polikliniğime uğurladı.
Bugün yıpranmış tiftiklenmiş ruhumun, ipliklerini söküp, sarıp yumak haline getirip yeniden örmek için geldiğim bu barda rastladığım arkadaşıma neden sabır gösteremediği mi, yüzüne bakamadığı mı anlatabiliyor muyum? Onu herkes kadar sevgiyle kabul edip eşit görüyorum. Değerli bulduğum fikirlerinden yararlanıp, ahbaplık etmek istiyorum. Bunu yapmakta zorlandığımda suçluluk meleğimin sırtıma vurduğu yükü taşıyorum. Suçluluk duygumu bastırayım derken acımak filizlendiğinde ise sağduyu "Sen kimsin ki buna cesaret ediyorsun" diyor. Masanın o yanına her baktığımda hevesle coşkuyla huşu içinde konuşmaya çabalamasına saygı duyuyorum ama ben orada olmamayı diliyorum. "Zorlukların kadını bunu da aşarsın" demek istemiyorum. Zorluk ya da aşmak istemiyorum. Keyfini çıkarmak, tadına varmak istiyorum. Tükenmez kalemler bile tükeniyor, ben de tükenmişim. Kabul...
Herkesin kendi halinde yürüdüğü yolda ya da lokantada yemek yerken ben hep hastalıklı davranış gösteren insanları fark edip, “Skolyozu var” “Antaljik yürüyor” “Omuz abduksüyonu yetersiz” gibi bulgular ve tanılar zincirine yeni bir halka taktığımda, oğlum “Anne, senin bakışın bozulmuş, insanları rahat bırak, onlar yürüyor ya da yemek yiyor sadece’’ der. Bu gerçeği bir de “Aman atlamayayım her bulgu değerlidir” diye işlemeye programlanmış sapkın beynim, anlasa.
MESAİM BİTSE…