Kısaca SUT olarak adlandırdığımız Sağlık Uygulama Tebliği’nin atası sayılan ilk Bütçe Uygulama Talimatı yayınlandığında arkadaşlarıma “Logaritma cetvelini ezberletecekler bize” demiştim. Çünkü o zamana kadar reçeteye yazılan her ilaç kim reçete etmiş olursa olsun hiçbir ön koşul olmaksızın ödeniyordu. Reçeteyi karşılarken dikkat edilmesi gereken kurallar doktorun ve başhekimin kaşesi ile imzasının olması, tarih ve protokolün yazılı olması gibi çok basit kurallardan ibaretti. Hiçbir karmaşıklık, mantıksızlık yoktu.
İlaç harcamalarının gider olarak görülmediği bir dönemin sonuna geldiğimizin işaretiydi, hatta bence miladıydı bu düzenleme. O zamana kadar çok basit kurallarla reçete karşılamaya alışkın olan bizler için o kadar karmaşık geliyordu ki o yeni düzenleme, daha anlaşılır olması için ilaç ödenme koşullarının belirten kitapçık bile hazırlanmış, eczacı odaları vasıtasıyla dağıtılmıştı. İşte o kitapçık bugün RX markasıyla SUT uygulamalarını çözmek için kullandığımız programın ilkel versiyonuydu dersem o günleri yaşamamış genç meslektaşlarım ne demek istediğimi anlar sanıyorum. Bütçe Uygulama Talimatı’nı neden logaritma cetvelini ezberlemek olarak nitelendirdiğime gelince;
İngilizler, Hindistan’ı işgal ettiklerinde genç nesillerin beyinlerini meşgul etmek, sömürülmekten kurtulma gibi çeşitli zararlı fikirlere sahip olmalarını engellemek için okullarda logaritma cetvelini ezberlemeyi zorunlu hale getirmişler. Hiçbir ezberlenebilir mantık içermeyen , gerektiğinde logaritma cetveline bakılarak kullanılabilecek bu bilginin ezberletilmeye çalışılması sonucu genç beyinler istenildiği gibi “neden bunu yapıyoruz” , “neden bunlar bizi sömürüyor” gibi zararlı fikirlerden uzun süre uzak durmuşlar, bu yeni uygulamaya uyum sağlamışlar, neden yapıyoruz, bu bizim görevimiz değil dememişler.
Sömürünün gerçekleşmesi için illa ki sömürge olunması gerekmediğinden, özellikle küresel köye döndüğümüz bu günlerde, küresel sermaye toplumların ve mesleklerin hukuki haklarını elinden alarak ve bunu da çok doğalmış gibi göstererek, uyum sağlanması gerektiğine de inandırarak sürdürmekte. Neden yapıyoruz, niye yapıyoruz diye sorular soranlar ise tehlikeli fikirlere sahip olan kişiler olarak gösterilmeye çalışılmakta. 80 Öncesi jargonla ifade etmek gerekirse “anarşit misin lan sen!” tarzı zarif, kibar, naif sorulara muhatap ediliyorlar.
Oysa; hukuk tüm yazılarımda, sunumlarımda, konuşmalarımda altını ısrarla çizerek belirtmeye çalıştığım üzere hayatımızın her alanını etkilemekte ve düzenlemektedir. Hele hele meslek olarak geçmişimizi ve kazanılmış haklarımızı, hukukumuzu bilmemiz o kadar önemli ki, devletler bile bu iki değere verdikleri önemle doğru orantılı olarak dünya sahnesinde büyük devlet olarak kabul görürler veya görmezler.
Herkesin gözü önünde gerçekleşen güncel bir olaydan örnek vermek istiyorum. Bu açıdan hiç baktınız mı bilmem. 24 Nisan Anzak günü kutlamaları çerçevesinde anası ölmediği için bir türlü tahta çıkamayan veliaht Prens Charles kendisi gibi prens olan oğullarıyla İstanbul’a geldi, oradan özel uçakla Çanakkale’ye geçti, Çanakkale açıklarında bekleyen İngiliz Donanmasına ait savaş gemisinde geceyi geçirdi ve Anzak koyunda yapılan törene askeri üniformayla katıldı.
Eee, ne var bunda diyebilirsiniz. Şöyle bir bakalım, bir şey var mı yok mu?
Veliaht prens kısa süreliğine de olsa işgal yıllarında İngiliz toprağı olmuş olan ve kendilerince şimdilik kaydıyla terk ettikleri İstanbul’un Avrupa yakasına geldi, oradan geçtiği Çanakkale’de lüks bir yerde konaklamadı, dünyanın neresinde olursa olsun İngiliz toprağı sayılan İngiliz savaş gemisinde hayatının en konforsuz gecelerinden birini geçirdi, sabahında da Lozan Antlaşmasının 128. maddesine göre de özel statü verildiği için İngiliz toprağı saydığı Anzak Koyu’nda yapılan törene askeri üniformasıyla katılarak ve bu geçen süre içinde de hep İngiliz toprağına basarak “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” imajını bir kere daha vermiş oldu. “Yok canım nereden çıkarıyorsun onu?” diyenleriniz olabilir. Çok iyi tarih ve hukuk eğitimi almış bir emperyal yönetici olsam ben öyle program yapardım da; fikir yürüttüm sadece, siz öyle düşünmüyor olabilirsiniz.
Bizimle ne alakası var bu anlattıklarının derseniz, yine ters köşeden bir bakalım:
Aslen sigortacılık görevi olan bir geri ödeme kurumu , hiçbir hukuki yetkisi olmadığı halde hastaların ve hastalıkların teşhis ve tedavisinin nasıl olması gerektiğine karar veriyor, hangi ilacın nasıl ödeneceğini belirliyor, ödeme listesine koyuyor veya çıkarıyor, hangi doktorun hangi hastalığa teşhis koyabileceğine hüküm veriyor, verdiği yetkiyi geri alıyor, koyabileceği teşhislerin kapsamını genişletiyor ya da daraltıyorsa;
Anayasa’dan aldığı güçle ve Sağlık Hizmetleri Temel Kanununa göre bu alanlarda devredemeyeceği yetkiye sahip olan Sağlık Bakanlığı “ ne oluyor?” demiyor, ilaç konusunda yapılacak düzenlemelerde yine yasayla tek söz sahibi olan kurum da; bakanlık bir şey demiyorsa biz de uyum sağlayalım havasına bürünüyor, Yaprak Dökümü dizisindeki Hayriye Hanım gibi “aman bir tatsızlık çıkmasın” repliğini tekrarlayıp duruyorsa hukukun doğru anlaşıldığı ve korunduğunu iddia edebilir miyiz? Sanmıyorum.
Tüm bunlara hukuk çerçevesinden baktığımızda bir tarafın ağır ve açık yetki aşımı ve yetki gaspı yapmasına rağmen diğer tarafların resmiyette olmasa da hukuka aykırı bu duruma sessiz kalarak yetki devrini gerçekleştirdiğini görüyoruz.
Böyle olunca da yetkilerin birbirine girdiği ortamda, trilyonlarla, katrilyonlarla ifade edilen herkesin iştahını kabartan bir pazarda, hukuksuz bir şekilde hak sahibi olan geri ödeme kurumunun yaptığı düzenlemeyi hukuki dayanak olarak gören asıl yetkili kurum yancı olup kendince hukuki bir düzenleme yapıyor, buradan nemalanmaya çalışıyor.
Çok karışık oldu değil mi?
Haklısınız çünkü ortada aklın kabul edeceği bir hukuki durum yok.
Mesela; Sağlık Uygulama Tebliği’nde günübirlik tedavi diye bir düzenleme yapılıyor, Sağlık Bakanlığı bu uygulamadan döner sermayeye gelir gelecek diye havada kabul ediyor, sonrasında adeta buradan elde edilen gelirin nasıl arttırılacağına kafa yorularak alternatif ödeme yöntemleri diye bir terim icad ediliyor, bakanlık da günübirlik tedavinin içine tüm kanser ilaçlarını sokarak dönere gelecek kaynağı pilav üstü bi buçuk döner haline getirmeye çalışıyor. Hem de Kamu kaynaklarının korunması ,ilaç harcamalarının azaltılması makyajının arkasına saklanarak.
Pekiii, gerçekte öyle mi oluyor?
Halep oradaysa arşın burada demişler atalarımız. Mihenk taşına vuralım bu uygulamayı;
Öncelikle yapılan düzenlemeyle geri ödeme kurumunun ödediği miktar azalmayacak, ecza depolarının ve eczacıların karları özel ve resmi hastanelere aktarılmış olacak.
Çok açık ve net !
Dolayısıyla kamu kaynaklarının korunması, ilaç harcamalarının azaltılması makyajı daha birinci adımda akmaktadır. İkincisi teşhisi koyan birimin tedaviyi de uygulaması , yani ilacı da vermesi kar elde etme baskısı altında olan kuruluşların üzerinde her zaman için daha büyük bir bir baskı oluşturacaktır. Hele ki , MR istemeyen , laboratuara göndermeyen doktorun “çalışma prensipleriniz bize uymuyor” denilerek özel hastanelerde çalışma imkanının bulunmadığı bir ortamda bunun artmayacağını söylemek Polyanna gözünde bile hayalcilik olur.
Üçüncüsü ve daha da önemlisi bu uygulamanın halk sağlığına yansıyacak olumsuz etkisi. Karekod uygulamasına geçmeyen hastanelerde biyopsi bile yapılmadan veya patoloji raporlarına bile bakılmadan kemoterapi uygulanmayacağının , ya da yapılmış gibi fatura edilmeyeceğinin garantisi var mı ??? Yok !!!
Kaldı ki tarihi sürece baktığımızda hekimlik mesleğinin içinde olan eczacılık da bu tip yanlış ve halk sağlığı için tehlikeli olan uygulamalar yüzünden birbirinden ayrılmıştır. İlk önceleri teşhis koydukları hastalara kendi hazırladıkları ilaçları veren hekimlerin bu görevi tarihi süreç içinde eczacılara geçmiş, bilimsel eczacılık da bu doğrultuda hekimlikten ayrı bir meslek olarak gelişmiştir.
Yapılan bu düzenlemeler adeta mesleğin tarihi evrimini de geriye çeviren tersine bir evrim halini almıştır ki; bu ne hukukla ne de bilimsel akılla kabul edilebilecek bir durum değildir.
Bu uygulamalara artık kararlılıkla bir karşı duruş sergilenmeli, doğru olan uygulamalar gözler önüne serilmeli ve her şeyden önce halk sağlığına ve ülke ekonomisine ciddi zararlar verecek, deontolojik ve etik bozulmayı arttıracak bu uygulamaların ortadan kalkması için yetkililerin yanı sıra kamuoyunun da doğru bir şekilde bilgilendirilmesi sağlanmalıdır.
Bu arada; yanlışa yanlış diyebilmek için de öncelikle bizim kendi yanlışımızın da düzeltilmesi, ilacı eczaneden çıkaranların da gelirlerinden feragat edip ilacı eczaneye tekrar geri sokması, ithal ilacın kooperatifler eliyle getirtilip eczaneler üzerinden hastaya ulaştırmasının altyapısı için uğraşılması lazım.
Yoksa SUT’u sutlasak da mı saklasak, şu ödenir mi , bu ödenmez mi diye logaritma hesapları arasında kaybolup gidersek, Hintli gençler gibi elimizden alınan mesleğimizin, rafımızdan (ç)alınan ilacın farkına varamayız, ilacı kendimiz eczane dışına çıkardığımız için ses çıkaramayız, kepenki bir daha açılmamacasına kapattıktan sonra da “ne oldu bize” diye düşünür dururuz.
Kaldı ki logaritma ile beyinleri uyuşturulmuş gençleri peşinden sürüklemiş bir Hintli olan Gandhi bile, bir avuç tuz almak için 61 yaşında 388 km yolu çıplak ayakla yürümüşse biz de ilaç almak için biraz yürüyüşe çıkabiliriz.
Malum;
eczanelerimizde bir çok ilaç kalmadı,
bir çoğu depolarda da yok,
öyle boş boş oturacağımıza,
hani diyorum,
olan bir yerlere gitsek biraz bize ilaç istesek,
nasıl olur???
…
Saygılarımla…
s.sofugil@eczacininsesi.com