Eski politikacılar çok kurnaz adamlardı.
Kıvrak zekalarıyla ortaya çıkmasında sorumlu oldukları olumsuzluklardan kurnazca sıyrılıverirlerdi.
Şimdi siyaset sahnesinden ve büyük bir bölümü dünya hayatından da ayrıldığı için artık bu tip zeka parıltısı taşıyan kurnazlıklara pek rastlayamıyoruz diye hayıflanırken, kendi camiamızda bu boşluğun oluşmadığına şahit olmamıza sevinsem mi üzülsem mi?
Bilemedim...
2004 yılındaki değişim ve dönüşüm sürecinde, bu süreçten ilaç ve eczacılığın zarar görerek çıkacağını öngörmemize rağmen, o dönem adeta seçilmiş insan gibi herkese didaktik buyruklar salan zat-ı muhterem bugünlerde “Ben peygamber değilim, nereden bilebilirdim ki?” şeklinde bir nevi özeleştiri yaparak, ortaya gelen hesabın kendine ait kısmına itiraz ediyor, kurnazca ortadan sıvışmaya çalışıyor.
Eski meşhur politikacılarımızdan birinin “Niye benzini karneyle verdiniz?” sorusuna “Memlekette benzin vardı da biz mi içtik?” cevabı kadar efsane olmasa da, zeka ürünü bir cevap ama maalesef yaşadığımız soruna bir çözüm içermiyor.
Yaşadığımız sorunun büyüklüğünden aklı başında herkes endişe ediyor, gelecek adına kaygı duyuyor, fakat esas kaygı duyması gerekenler umursamıyor, günü kurtaracak hamlelerle bu tehlikeli gidişatı atlatacaklarını umuyorlar.
Ama her geçen gün sorunlar küçüleceğine büyüyor, bulunamayan ilaç sayısı artıyor, eczaneler kapanıyor...
Sessiz bir sosyal yangın haline gelen bu sorun her geçen gün kavuruculuğunu arttırıyor ama çözüm bulunamıyor, uygulanamıyor...
İlacı sadece iktisadi bir ürün gibi görüp, kırtasiye malzemesi, kıyafet ya da spor malzemesi gibi temin ederken ekonomik koşulları göz önünde bulundurarak, sadece maliyet üzerinden hesaplamalar yaparsanız bu soruna çözüm bulamazsınız çünkü.
İlaç; diğer iktisadi ürünlerden farklı bir üründür.
Bir spor malzemesi olan formayı alıp giyemiyorsanız, eşofman alıp giyer ihtiyacınızı telafi edersiniz. Çizgili defter yerine harita metod defteri alıp ders notlarınızı yazabilirsiniz. Ya da Ezine peyniri yerine kahvaltı sofranıza Trakya peyniri alıp yiyebilirsiniz. Ama kan sulandırıcı ilacın yerine B vitamini alarak bu ihtiyacınızı gideremezsiniz.
Bu yönüyle ilaç yerine başka bir ürün konulamayan bir ürün olarak diğer tüm iktisadi ürünlerden ayrılır.
Diğer taraftan A4 kağıtlara not alarak defter almayı erteleyebilir, evdeki zeytinle idare ederiz diyerek peynir almaktan vazgeçebilirsiniz. Ama 20 tansiyonla vücut kimyanız değiştiği bir anda dil altı ilacını haftaya da alsam olur ya da almasam da olur, diyemezsiniz.
Bu yönüyle de ilaç; ertelenemez ve vazgeçilemez bir ürün olarak diğer iktisadi ürünlerden ayrılır. Yani;
İlaç herhangi bir ürün değil; vazgeçilemez, ertelenemez ve yerine başka bir şey konulamaz "özel" bir üründür.
Bunları neden mi anlattım?
Siz eğer “devlet adına kereste de alıyoruz, defter de; ilacın ne farkı var ki?” diyerek sadece hammadde maliyeti üzerinden değer belirlerseniz, ilaç fiyatlarını Arap sınırları gibi masa başında adeta cetvelle ayarlarsanız, Sykes-Picot anlaşmasında Osmanlı topraklarının paylaşıldığı gibi eczanede ve eczacıda olması gereken ilacı “Şunlar eczane dışında doğrudan satılsın, şunlar günübirlik kapsamında hastaneden, bunlar da gıda takviyesi olarak her yerden” derseniz; oluşacak sağlıksız kaos iklimi sizi de kasıp kavurur, perişan eder.
Nasıl mı?
Arap sınırları gibi fiyatlarını doğal sınırlarının altında belirlediğiniz ilaçları üreticileri ekonomik nedenlerden ötürü üretemez, ithal edemez. Çünkü iktisadi ve verimli değilse, firma faaliyetini sürdürecek karı elde edemiyorsa ilacı üretmez, ithal etmez, istese de edemez.
Sonuçta o toplantı masasında ilaç fiyatını doğal sınırın altında çok ucuz bir fiyata düşürmüş olursunuz ama eve döndüğünüzde çocuğunuz ateşler içinde kıvranırken gördüğünüzde kullanmanız gereken 2 TL’lik şurubu gittiğiniz eczanede bulamazsınız. Çünkü sakızdan ucuz, 2TL olduğu için yoktadır. Ama eczacıya kızarsınız; niye bulunmuyor bu ilaç diye...
İlaç fiyatlarının belirlenmesinde geçerli olacak Euro kurunu “o da döviz, bu da döviz” yaklaşımı ile Zimbabwe Doları seviyesinde tuttuk diye sevinirken, bu düşük kur yüzünden artık ithal edilmeyen kanser ilacına ulaşamadığı için erken yaşta aranızdan ayrıldığı haberini aldığınız çok sevdiğiniz bir yakınınızın cenazesine katılmak zorunda kalırsınız. Ama paragöz firmalara kızarsınız cenazede, “Ne olurdu ki, ithal etselerdi” dersiniz içinizden...
Çok yaşlı veya yatalak hasta aile büyüğünüz evdedir, serum takılması gerekiyordur pazar günü. Nöbetçi eczane ararsınız. En yakında olduğunu hatırladığınız eczaneye gidersiniz nöbetçidir belki diye. Ama çoktan kapanmış, ev yemekleri dükkanı olmuştur. Diğer yerini hatırladığınız eczaneye yönünüzü değiştirirsiniz nöbetçi eczanenin adını öğrenmek için. Ama o da boşaltmıştır dükkanı. Tabelasında “C” , “Z” ve “A” harfleri kalmıştır sadece.
Güç bela semtinizin en ücra noktasında ulaştığınız nöbetçi eczanede ise İzotonik Serum istersiniz ama o da yoktadır. Çünkü artezyenden çıkarılan ve üzerinde “sofra içeceği” yazan suyumsu su daha pahalıdır; apirojen, steril ve vakumlu özel şişesindeki serumdan...
...
Bu yazılanlar küçük anekdotlar, içinde bulunduğumuz andan küçük bir kesit sadece.
Siz bu satırları okurken, bunların binlerce değişik versiyonu ülkemizin bir çok köşesinde yaşanmakta...
Benim başıma gelmedi, gelmez demeyin!
Sağlık sorununun kimin ne zaman başına geleceği hiç belli olmaz.
Ve geldiği zaman da hiç kimseyi es geçmez, kimsenin ünvanına, sosyal statüsüne bakmaz, ansızın beliriverir.
Veee çok da adaletlidir.
Bu kararlar alınırken masada olanlar dahil, herkesi eşit şekilde etkiler, keser.
...
Neyi mi?
Kapanan eczanelerin tabelasında kalan harflere bakın, anlarsınız.
...
Saygılarımla...