Son zamanlarda özellikle özel şirket, kurum ve kuruluşlarda her ne kadar iyileştirme sağlanmış olsa da, resmi kurumların herhangi birine işim düştüğünde “Danışma” yazan yere eskiden beri gidip bir şey sormam, çekinirim.
O bölüm bana hep soğuk gelmiştir.
Çünkü üzerinde açıkça “Danış-ma!” yazan bir yerde duran resmi görevliye kazara bir şey sorar, danışırsanız ya görünmez olduğunuz hissine kapılırsınız, ya da aldığınız cevap danıştığınıza danışacağınıza pişman eder. Onun için neme lazım; gözüme kestirdiğim tecrübeli bir vatandaşa danışırım her zaman. Çünkü en kötü ihtimalle “valla abi ben de bilmiyorum” şeklinde samimi ve doğru bir cevap alırsınız. Doğru cevabı bulana kadar devam eden süreç sizi pek de pişman etmez, bir şekilde doğru kapıya ulaşırsınız.
Resmi kurum statüsünde olan bir yerin kapısı böyle olunca yönetim katında da danışma, ortak aklı bulma gibi bir çabanın olmasını beklememiz de ham hayalcilik olacağı için hiiiç böyle bir beklenti içinde olmayız hiçbirimiz.
Danışma, ortak aklı bulma çabası bir başka deyişle istişare gelişmiş toplumları bulundukları zirve noktasına taşıyan en önemli ilkelerden biri olmasına ve dinin bir emri olduğu bilinmesine rağmen, üstelik de mütedeyyin olduğunu iddia eden yöneticilerin bundan uzak durmaları, diyalektik materyalizme inananların da kolektif akla sırt çevirmeleri senelerdir cevabını bulamadığım bir konudur.
Çünkü bu konunun ne kadar önemli olduğunu belirtmek için eski bir kölenin fikrini günde beş vakit gök kubbede yankılanmasını sağlayan bir dinin mensubu olduğunu iddia edenlerin, ya da dogmaları kabul etmeyen sadece pozitif bilimi ve aklı rehber edinenlerin bu ilkeden bu kadar uzak durmalarının mantıklı bir izahı yok.
“En akıllı benim” diyen insanın bile yeri geldiğinde küçücük çocuğun aklı karşısında yetersiz kaldığına en güzel örnek çocukken dinlediğim şu hikaye olmuştur:
Eski zamanlarda bir çocuk köyün en yaşlısı bilgeye gider, annesinin kendisini ateş yakmak için bilgenin sürekli yanan mangalından bir parça “kor” almaya gönderdiğini söyler. Yaşlı bilge şaşırır. “Elinle nasıl götüreceksin, elin yanar, yanında kürek falan niye getirmedin?” diye sorar. Küçük çocuk yaşlı bilgeden iki avucuna mangaldan kül doldurmasını “kor”u da bu kül yığının üzerine koymasını ister. Bilge şaşkınlıkla küçük çocuğun dediğini yapar, zira mantıklı bir çözümdür. Çocuk giderken ardından bakakalan bilgenin dudaklarından “akıl yaşta değil, baştadır” sözü dökülür.
Bu konuya niye girdin derseniz; “Tamam mı? Devam mı?” kararı verileceği danışma toplantılarının danış-ma tadında sonuçlandığını gördükçe ters köşeden bir bakalım istedim, neden danışamıyoruz, neden dayanışamıyoruz? Gerçekten hiç bir çıkış yok mu???
Evrensel hukuk; bireylerin ve toplumların kendilerini yönetenler karşısında haklarını arayacak bir hukuk sistemi olması gerçeğinden hareketle yönetilenlerin haklarını arayabilecekleri bir hukuk sistemi kurmuş ve bu kuruma ülkemiz hukuk sisteminde de yer verilmiş, adına da idari yargı sistemi denilmiştir. Bu yapı bireyleri ve toplumları kendilerini yönetenlerin, yönetimden aldıkları güçle her istediklerini yapmalarını engellemek, bireylerin zarar görmesini önlemek için vardır.
Mesela oturduğunuz evin olduğu apartmanı sizin bağlı bulunduğunuz belediye kendince bir karar alıp bedelsiz olarak istimlak etmek, yani yıkmak için karar alırsa bu karara karşı idari yargıya, yani idare mahkemesine başvurursunuz ve bu haksız, mesnetsiz kararın uygulanmasının durdurulmasını istersiniz. Bedelsiz kamulaştırma haksız ve hukuka aykırı bir eylem olduğu için de idari yargı sizin lehinize karar verir.
Ya da devlete belirli bir protokol çerçevesinde devlete bir ürün ya da hizmet satıyorsunuzdur, devlet bu protokolün aksine sizin maliyet fiyatınızın da altında bu ürünü ya da hizmeti sizden satın almak ister, bunu dayatırsa yine idari yargıya gidersiniz, zarara uğramanıza neden olan uygulamanın durdurulmasını istersiniz. Yargı bu konuda da sizin lehinize karar verir.
Evreka! Diye bağırarak oturduğunuz koltukta “İşte bizim durumumuz da bu, hemen dava açalım kazanalım!” demeyin!
Zira yukarıda da açıkça yazdım, “protokolün aksine” bir uygulama yaparsa hukuken böyle bir hakkınız doğar.
Biz 14 Aralık 2004 tarihinde ilaç firmalarının devlete yapacağı Kamu Kurum İskontosunu alsak da almasak da bu iskontoyu devlete yansıtacağımıza dair bir protokol imzaladık. Bu protokole bağlı olarak da 10 Şubat 2005 tarihinde imzaladığımız protokolle almadığımız iskontoyu yaparak ilaç vermeye başladık. Hem de kendi hür irademizle!
Onun için de İdari Yargı’da açılan davalar kaybedildi. Çünkü en basit şekliyle ifade etmek gerekirse İdari Yargı “Alan razı, satan razı, el ne karışır?” mealinde hüküm verdi.
...
Acaba öyle mi? Yani alan razı satan razı mı?
???
10 Şubat 2005 Tarihine kadar serbest eczaneler sattıkları ilacın kabaca yüzde 50’sini sosyal güvenlik kurumları üzerinden satarken, o tarihten sonra bu oran kabaca yüzde doksana ulaştı. Yani söz konusu protokolü serbest eczane eczacılığını devam ettirebilmek için imzalamak zorundaydı. İstese de istemese de, bu satırların yazarı gibi itiraz etse de etmese de söz konusu protokolü imzalamak zorunda kaldı herkes.
Sözleşmeyi imzalayan tarafların birinin iyinyiyetini suistimal ederek, onun iyiniyetine veya çaresizliğine dayanarak yapılan sözleşmelere yani taraflardan birinin darda kalma halinden, tecrübesizliğinden ya da düşüncesizliğinden istifade edilerek oluşturulan açık oransızlığa hukuk sistemimizde GABİN (nispetsizlik, aşırı faydalanma) denilir ki, bizim de yaşadığımız tam anlamıyla budur.
Yine hukuk sistemimize göre işlemin konusu başlangıçta objektif olarak imkansızsa söz konusu işlem MUTLAK BUTLAN’la sakat olur. Bizim yaşadığımız sürece bakarsak; almadığımız, alamayacağımız eczacı karının üzerindeki bir iskontoyu yapacağımızı taahhüt etmenin maddi olarak imkansızlığını izah etmeye gerek yok sanırım.
MUTLAK BUTLAN’ın Türkçesi hukuken geçersizliktir, yok hükmünde olmaktır, hukuken ölü doğumdur.
Daha iyi anlaşılması için bir örnekle açıklamak gerekirse; resmi nikahın geçerli olmasının şartları yasalara göre bellidir. Nikah kıyıldığında evlenenlerden birinin daha önceden resmi nikahla evlendiği ve evliliğinin sürdüğü ortaya çıkarsa, yapılan sonraki nikah Mutlak Butlan hükmündedir, yani hukuken geçersizdir. Her ne kadar nikah resmi dairede yetkili memur tarafından kıyılmış, evlilik cüzdanı verilmiş olsa da.
Şimdiii,
Son günlerde 3,5 yıllık protokolün süresi doldu dolacak, ne yapalım diye danış-ma toplantıları yapılmış ve diren-me tadında, “uzatabildiğimiz kadar uzatalım” yönünde hukuken ölü doğmuş protokolü yaşatmaya yönelik eğilimler ortaya çıkmış olsa da hala bir çıkış var.
14 Aralık 2004 Tarihli protokolü imzalayan Bilge’ler, şartlar düzelir sandık, aldatıldık diyerek yargıya protokolün tarafı sıfatıyla, Gabin iddiasıyla başvursa nasıl olur?
Veya bu iddiayla açılacak davaya evet Gabin vardır derler mi?
Yasal olarak ikisi de hakları ve Mutlak Butlan davalarında zaman aşımı da söz konusu değil!
...
Böyle bir dava açılsa, yeni protokol bizim isteğimiz doğrultusunda çıkar mı çıkmaz mı???
Yoksa;
Duuu bakali bi hükümet kurulsun,
Duuu bakali Eylülde tekrar delege seçilelim,
Duuu bakali Aralık’ta tekrar gelir miyiz gelmez miyiz bir belli olsun
Mu diyeceksiniz?
....
Duuu Bakali , Duuu Bakali de nereye kadar?
...
Saygılarımla...