Ecz. Emre BACANAK

EDAK Yönetim Kurulu Başkanı

 

Bildiğiniz gibi 13 Mayıs tarihinde Soma’daki maden faciasında kaybettiğimiz 301 insanımızla birlikte hepimizin canı yandı.  Her canımızın yanışında “Bu toplum hatalarından ders alır ve bir daha canımız yanmaz” diye umut etmek, artık sizce de çok sıradan olmaya başlamadı mı?

Başımıza gelen her faciadan sonra toplum olarak kenetleniyoruz, yaralarımızı sarmak için seferber oluyoruz. Bu durum doğru ve çok da güzel bir şey... Ancak temelde bir yanlışlık var gibi. Soma özelinde basında yer alan haberlere şöyle bir göz atıp, doğru haber aktarma sorumluluğunu medyamız üzerinde bırakarak,  orada neler olduğunu basitçe değerlendirelim isterseniz. Yani, Soma Madeni’nde neler yapılmıştı ya da yapılmamıştı?

·         “İşçilerimizin kaza anında kullanacakları maskelerin son kullanım tarihleri geçmiş.”

·         “Maden içinde zararlı gaz ölçümü yapan sensörler çalışmıyormuş. Yapılabilen ölçümler ise dikkate alınmıyormuş.”

·         “Kaza anında işçilerin hayatını kurtaracak olan “Yaşam odaları” burada yokmuş.”

·         “Maden ocaklarında taşeron işçi çalıştırılması mevzuata aykırıymış.”

·         “Denetimler birçok kurumumuzda olduğu gibi göstermelik ve kâğıt üzerinde yapılmış.”

Eminim ki, bunlara benzer daha birçok madde ardı ardına sıralanabilir. Nitekim 13 Mayıstan beri detayları ile birçok konu kamuoyunda tartışıldı ve hep birlikte izledik.

Peki, Soma faciasıyla ilgili eksiklikler genel olarak nelerdi?

1)      Soma madeninde kazadan önce alınması gereken güvenlik tedbirleri maden şirketi tarafından alınmamıştır.

2)      İlgili şirketin bu önlemleri alması için devlet yeterli bir denetim baskısı kurmamıştır.

3)      İşçilerimiz ve üyesi oldukları sendikaları ya da oradaki eksiklikleri görebilme imkânına sahip insanlar veya sivil toplum örgütleri bu eksikliklerin giderilebilmesi talebinde bulunmamış ya da yeterince devlete seslerini duyuramamışlardır.

Bu üç eksikliği şimdilik bir kenara koyalım ve üç temel konu başlığı atalım. Bunlardan ikisi Cumhuriyetimizin temelini teşkil eden Atatürk’ün koyduğu 6 ilkeden ikisidir. 

Halkçılık ilkesi  : Ulusal egemenliği ön planda tutar ve devletin halkın refah ve mutluluğu için çalışmasını amaçlar.

Devletçilik ilkesi: Ulusal çıkarlarımız için özel müteşebbislerin girmek istemediği ya da yeterli kaynağı olmadığı için giremediği ekonomik alanlara devletin girmesi, özel müteşebbislerin girdiği alanları ise devlet politikaları doğrultusunda denetlediği ve yönlendirdiği bir yaklaşım ile devletin ülke ekonomisine bizzat müdahil olmasıdır.

Sivil Toplum Örgütleri  : Bireylerin ortak amaçları doğrultusunda devlete ve çeşitli kurumlara lobi yaparak seslerini duyurmayı hedefleyen, gönüllülük esasına göre üye kabul eden ve kâr amacı gütmeyen organizasyonlardır.

 

Şimdi tekrar dönelim üç eksikliğimize,

1)      Bir ülkenin yeraltı kaynakları kamuya aittir. Bu durumda özel bir şirketin halkçılık ilkesi çerçevesinde çalışması zaten söz konusu olamaz.

2)      Devletimizin denetim fonksiyonları özel müteşebbisi denetlemek konusunda yetersiz kalmıştır. Çünkü kapitalist sistemde devlet halk için çalışmaz halk devlet için çalışır.

3)      Sivil toplum örgütlerimizin sayısı giderek azalıyor olanlarda maden iş sendikası gibiyse onlara artık örgüt değil sivil toplum kuruluşu demek daha doğru olur.

 Yerin 2 bin metre altında işçilerimizi koruyan şey sadece maskeler, gaz sensorları ve destek sütunları değildir, işçilerimizi yukarıda bahsettiğim ilkeler korur. Üstelik bu ilkeler sadece işçilerimizi değil hepimizi korur.

Dünyamızın ekonomik gidişatı çok açıktır ki, kapitalist bir anlayışla yol almaktadır. Ve bu anlayış artık çok daha küresel bir boyut kazanmış neredeyse tüm dünyayı etkisi altına almış durumdadır. Türkiye’de bu ekonomik yapı içerisinde kendine bir yol bulmak zorundadır. Son 50 yıldır devlet politikalarımızda bu sistemle paralel bir ekonomik seyir izlemektedir. Dolayısıyla bu gidişat içerisinde yukarıda bahsettiğim üzere Soma’da yaşadıklarımız gibi yan etkilerin olması da maalesef kaçınılmazdır. Bu tür olayların bir daha yaşanmaması için sadece devleti ya da birilerini suçlamak hiçbir çözüm olmayacaktır. Çünkü hayatını kaybeden 301 yurttaşımızın sorumluluğu yukarıda bahsettiğim üzere hepimizindir.

Dünyanın gidişatını görmezden gelmek ya da sadece itiraz etmek son derece anlamsızdır. Bence önemli olan bu yenidünya düzeninde her birimiz ayrı ayrı ve toplu olarak mutlu edecek formüller geliştirebilmektir. Bu nedenle eğer dünya “para” merkezli bir hayat kuruyorsa biz bireylerde sosyo-ekonomik organizasyonlar kurmalıyız. Böylece hem bir ekonomik büyüklüğü ifade edebilir hem de doğru ilkeler üzerine inşa edilmiş sivil toplum örgütlerine sahip olabiliriz. Ve şu ana kadar dünyada bilinen tek sosyo-ekonomik organizasyon modeli “KOOPERATİFLERDİR”. Bu nedenle çok büyük bir hızla hemen her alanda kooperatifleşmeliyiz.

Sevgiyle kalın…

 



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat