Dünyada ve Türkiye’de kadınların isteyerek düşük, yani kürtaj hakkını elde edişi uzun bir mücadelenin sonucunda gerçekleşti.
İlk kez 1800’lerde ABD’de kimi bölgelerde kadınlara kendi istekleri üzerine gebeliklerini sonlandırma hakkı yasal olarak tanındı.
Türkiye’de 1965 yılına kadar kadınların gebelikten korunmak için modern yöntem kullanmaları bile yasaktı. Bunun nedeni genç nüfusun azlığına bağlı olarak izlenen pronatalist, nüfus artışını destekleyen politikaların tercih edilmiş olmasıydı.
10 haftalığa kadar olan gebeliklerin kadının isteği üzerine sonlandırılabilmesi (kürtaj) konusundaki yasa ise ancak 1984 yılında kabul edildi.
* * *
Kürtaj hakkının tanınmasındaki temel faktör, bu hak yasal olarak tanınmamış olsa bile kadının istemediği gebeliğini sonlandırma yönündeki eğilimidir. Kürtaj yasak ise kadınlar istemedikleri gebeliklerini sağlıksız koşul ve biçimlerle sonlandırırlar.
Örneğin bugün dünyada her yıl gerçekleşen 210 milyon gebeliğin 75 milyonu istenmeden gerçekleşmektedir. Sonuçta her yıl 46 milyon kürtaj yapılmakta, bunların yarısı sağlıksız koşullarda olmakta ve bütün bunlara bağlı olarak da her yıl 80 bin anne ölmektedir.
Türkiye’de de kadınların yaşamlarının herhangi bir döneminde kürtaj yaptırma oranı %22’dir, son beş yıl içinde kürtaj yaptırmış kadın oranı ise %10’dur. Kürtaj oranları kentlerde kırlara göre, eğitimli kadınlarda daha az eğitimli kadınlara göre daha yüksektir. Sosyoekonomik durumu kötü olan kadınlar muhtemelen istemedikleri gebeliklerin sonuçlarına bir biçimde katlanmak zorunda kalmaktadır ve kırsal kesimde istenmeyen gebeliklerin oranı daha fazladır.
Bu oranlar aynı zamanda, kürtajın yasaklanması durumunda, yasal ve güvenli olmayan yollardan gebeliğini isteyerek sonlandıracak kadın oranları anlamına da gelmektedir.
Sağlıksız koşullarda yapılan kürtaj anne ölümlerinin temel nedenleri arasındadır.
Dünyada kürtajın yasalaşması açısından bu tablo belirleyici olmuştu.
Aynı zamanda, feminist hareket, kadının kendi bedeniyle ilgili son karar hakkının yine kadında olması gerektiği noktası üzerinden kürtajın yasalaşması sürecinde etki göstermişti.
* * *
Kürtaja karşı çıkanların görüşlerini oluşturdukları zemin ise insan yaşamının ve kişiliğinin döllenme anından itibaren başladığı noktasıdır.
Bu yaklaşımı da ikiye ayırmak olanaklıdır. Bunlardan ilki insan kişiliğinin döllenme anında başladığını belirterek, gebeliğin hangi aşamasında (ve hatta hangi gerekçelerle, bunun içine tıbbi gereklilikler de girer) olursa olsun yaşam ve kişiliği sonlandırmanın etik ve insani olmayacağını ileri sürer. Diğeri ise tanrının verdiği canı alma yetkisinin yine tanrıda olduğu inancıyla gebeliğin sonlandırılmasına karşı çıkar.
İkinci görüşün en katı savunucusu İtalyan Katolik kilisesiydi. Erdoğan’ın yaklaşımı bu kategoride değerlendirilebilir.
Bu iki görüşten herhangi birisi kabul edilecek olursa gebeliği önleyici yöntemlerin kullanımına da (yani çocuk doğurmak istememeye de) karşı çıkmak gerekir. Çünkü, örneğin gebeliği önlemek için kullanılan kimi haplar döllenmiş yumurtanın, yani “kişiliği oluşmuş” canlının, anne rahmine yerleşmesini engelleyerek gebeliğin devamına izin vermemekte ya da yukarıdaki argümanlar çerçevesinde canlının yaşamını sonlandırmaktadır.
Bir başka deyişle, kürtaja, herhangi bir gerekçeyle karşı çıkılmasının varacağı nokta, kaçınılmaz olarak, gebeliği önleyici yöntem kullanılmasının da yasaklanması olacaktır. Erdoğan’ın üç çocuk ısrarından, kürtaj karşıtlığına uzanan seyir hattı bununla uyumludur.
* * *
Öte yandan, kürtajı bir hak olarak gören yaklaşımın kendisini iki şekilde ifade ettiğini görürüz: Bunlardan ilki (anne karnındaki canlının hangi günden itibaren canlı ve kişilik sahibi sayılması gerektiği tartışmasından bağımsız olarak), annenin yaşamının, karnındaki canlının yaşamından daha değerli görülmesi gerektiğini ve kadının kendi yaşamıyla ilgili tercih hakkının yine kadının kendisinde bulunduğunu savunan görüştür.
Diğeri ise, tıbbi araştırmaların sonuçlarını da dayanak olarak kullanarak, gebeliğin 10. haftasına kadar anne karnındaki canlının herhangi bir şey hissetmesinin ve hissederek tepki vermesinin olanaksız olduğu noktasından hareketle aynı sonuca ulaşır.
Sonuç olarak kürtaj kadının hakkıdır. İstenmeyen gebeliklerin ve isteyerek düşük oranının yüksekliği, kürtajın yasaklanması durumunda gebeliğin tıbben kötü koşullarda sonlandırılacak olmasının kesinliği, bunların yüksek oranda anne ölümlerine yol açacak olması gerçekliği dikkate alındığında bu sonuç ortaya çıkar.
Hepsinin ötesinde kim karışabilir kadının kendi iradesine.
* * *
Hal böyle iken Erdoğan’ın kürtaj konusunu gündeme getirmesi, bilimsel gerçeklere karşı dini referanslı bir saldırı olarak değerlendirilmelidir. Erdoğan’ın üç çocuk önerisinin herhangi bir ekonomik (o sürekli bu eksende sunuyordu bu görüşünü) rasyonalitesi de yoktur.
Çünkü, toplumların nüfuslarının sürdürülebilirliği açısından her kadının ortalama 2,1 çocuk doğurması yeterlidir: Yani 100 kadın için 210 çocuk. 210 çocuğun istatistiksel olarak yaklaşık yarısı erkek, yarısı kız (105) olacak, kızların yaklaşık 5’i bugünkü koşullarda erişkin çağa gelmeden ölecek, böylece yeni nesil her 100 kadın evlenerek yine 210 çocuk doğurduklarında ülkenin nüfusu azalmadan devam edecektir: Toplumun her kadın-erkek çifti topluma bir kız bir de erkek çocuk vermiş olacaktır.
Türkiye’de şu anda kadın başına doğum sayısı 2,4’tür, 2020 yılında 2,1’e ineceği tahmin edilmektedir. Yani kritik sınır açısından bile önümüzde uzun bir dönem vardır ve Erdoğan hala üç çocuk demektedir. Kadın başına çocuk sayısı nüfusun sürdürülebilirliği için gerekenin çok üzerindedir, genç nüfus halen çok fazladır, genç ve eğitimli işsizlik oranları çok yüksektir. Üç çocuk, kadını bedenen ve sosyal olarak tüketecektir, vb.
Bütün bunlar böyleyken Erdoğan’ın aniden kürtaj konusunu gündeme getirmiş olması, bir yandan Uludere katliamını gölgelemek amacının (çünkü “her kürtaj Uludere’dir” demiştir), bir yandan da toplumu dini referanslarla yönetme ve örgütleme konusundaki niyetinin, kadın haklarını ihlal eden tutumunun açık göstergesidir.
Ancak, bu bakımdan da artık hareket alanının sınırlarına yaklaşmış olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü istenmeyen gebeliklerin ve isteyerek yapılan düşüklerin acısını bütün kadınlar çeker. Hangi gerekçeye dayandırırsanız dayandırın, istenmeyen gebeliklerin kürtajla sonlandırılmasını engelleyemezsiniz. Yasal değilse, yasa dışı ve sağlıksız yollarla olur. Bundan kırk yıl önce de durum böyleydi ve İslami kurallara göre örgütlenmiş ülkelerde de böyledir.
Kürtajı yasaklamak, belki kısa sürede ciddi bir toplumsal muhalefete neden olmaz, feminist hareketi güçlendirmez, ancak toplumun AKP ideolojisine karşı duyarsızlaşmasına ve kendi bildiğini okumasına yol açar.
Tabi bir de tümüyle bilim ve akıl dışı sınırlara düşme meselesi var, artık gerçekten o sınırlardayız. Ve artık buraları ikna ediciliğin de sınırları oluyor.
sol.org.tr