İlaç endüstrisi korkunç büyük kötülükler yaptı, yapmaya devam ediyor. Hem de, sözde çok sıkı denetime, getirilen sözde son derece katı kurallara rağmen...
***
Bizim için faydalı, bizi ölümden ve hastalıklardan koruyacak ilaçlar yapsınlar istiyorsunuz. Bunun için onlara sınırsız bir özgürlük ortamı sunuyorsunuz.
Ama o sınırsız özgürlük ortamında sınırsız kar güdüsü de ortaya çıkıyor, insan hayatını hiçe sayan deneyler yapılıyor, yan etkilerinin önemsizliği veya yokluğu adamakıllı kanıtlanmamış ilaçlar piyasaya verilebiliyor.
İlaç tekelleri, kendi ulusal sınırlarını da aşıp başka ülkelerde siyaseti etkilemek üzere lobiler yapıyor, rüşvetler veriyor, yasalarla getirilen katı kuralları aşmaya veya yumuşatmaya çalışıyor. Sık sık suçüstü yakalanlamalarına rağmen de bu kötülükleri yapmaya devam ediyorlar.
‘Yeterince kârlı değil’ diyerek onyıllardır yeni ve güçlü bir antibiyotik aramıyorlar bile. Oysa bakteriler bu arada evrim geçiriyor, var olan antibiyotiklere karşı dirençli hale geliyorlar. Endüstri ise yeniden antibiyotik bulmanın karlı olacağı günü bekliyor, yani insanlar ölsünler ki onlar ilaç aramaya başlasın.
İlaç endüstrisi bu sınırsız ve çoğu zaman da ahlak dışı kar hırsı sebebiyle tamamen yasaklanmalı mı? Yoksa var olan denetimler daha sıkı hale getirilmeli, kurallar daha da sertleşmeli ve ilaç endüstrisinin varlığına devam etmesi mi sağlanmalı?
Dünya ikinci yolu izliyor, bu belli. Peki siz ne düşünüyorsunuz?
***
Ben sanmıyorum ki, aklı başında tek bir kişi bile çıkıp, ‘Hayır, bizim bu ahlaksız ilaç şirketlerine, onların yeni ilaç geliştirmek için araştırma-geliştirme yapmalarına ihtiyacımız yok, kapansın gitsinler’ desin.
İnsan sağlığından çok para kazanmayı öncelikli hedefi haline getiren ilaç şirketleri için düşünmediğimiz bir önlemi, çok kolayca genetiği değiştirilmiş organizmalar üreten gıda devi şirketler için uygulamak istiyoruz ama.
Bu konu ta en başından beri bizim bilime bakışımızı gösterdiği için ilgimi çekiyor aslında.
Bilinmeyenden duyulan korku, sadece dindarlara ve dini muhafazakarlığa özgü bir durum değil. Ne ülkemizde ne dünyanın başka yerlerinde.
Dünyanın dört bir yanında kategorik olarak GDO karşıtı (şüpheci değil karşıt!) şamatacı gruplar büyük ölçüde kendi görüşlerinin tekelini oluşturmuş durumda.
Karşılarına aldıkları dev şirketlerin sınırsız kar hırsı güden, ahlaksız ve rakiplerini ezme söz konusu olduğunda hiçbir şeyden çekinmeyen yapılar olması, GDO karşıtlarının işini kolaylaştıran başlıca unsur.
Ama o işi kolaylaştıran başka bir unsur daha var: Bilimle ilgili konulardaki bilgisizlik, sesi yüksek çıkanın haklı olduğunun sanılması ve en önemlisi korkuyu yaymanın kolaylığı.
Bir yandan her gazetede, ‘Geleceğin mesleği biyotekboloji ve biyogenetik’ diye haberler çıkacak, bir yandan da biyoteknolojinin ürünlerini toptekün reddeden sistemli bir propaganda yapılacak.
Bu memlekette bilimdışı maalesef sürekli kazanıyor.
Türkiye ile dünya arasındaki bilimsel mesafe
BİRKAÇ ay önce, Amerika’nın Chicago şehrindeki Argonne National Labaratuvarından Prof. Dr. Ercan Alp ile sohbet ediyorduk. Daha doğrusu o bana dünyanın çeşitli yerlerindeki parçacık hızlandırıcısı ve çarpıştırıcılarla ilgili bilgi veriyordu.
O sırada Prof. Alp, kaba bir hesap yaptı, ‘Sırf yüksek enerji fiziği alanında dünyanın ileri ülkeleriyle aramızdaki fark 60-70 yıl’ dedi. Bu cümle benim kafama kazındı.
Doğru, Türkiye maddi imkanları kısıtlı bir ülke. O yüzden bilime ve bilim insanı yetiştirmeye ayırdığı kaynak da kısıtlı. Bu kısıtlılık hali sebebiyle de ciddi bir geri kalma/bilimi başkalarından öğrenme durumuyla karşı karşıyayız.
Dün bir örneğini verdim, GDO konusundaki ‘bilimsel’ sempozyum tam evlere şenlik. Konuşmacı profesörler, gazete/dergi haberi derinliğini aşmayan, hatta çoğu zaman daha sığ bilgiler üzerine görüşler bina ediyorlar.
Sebebi belli: Biyoteknolojiyle bitkiler üzerinde yapılanları o sırada onlar da yeni öğreniyorlar. Ve öğrendiklerinden dehşete kapılmış durumdalar.
Oysa, konusunun ‘uzman’ı ve bilimcisi, yani çığır açanı olmaları beklenir onlardan. ‘Onlar falanca gen üzerinde çalışıyorlar ama biz de şu gen üzerinde duruyoruz, ülkemiz tarımında önemli bir sorunu bu yolla çözmeyi umuyoruz’ demelerini beklersiniz. Ama hayır, onlar ‘Bu bilim çok tehlikeli yapılmasın’ diyorlar, üstelik bunu neredeyse hepbir ağızdan söylüyorlar. Tehlikenin ne olduğunu ise söyleyen yok.
Fizikte Allahtan böyle bir durum yok. Türkiye’nin fizikçileri, dünyayla çok daha fazla teması olan insanlar. Ama temmuz başında CERN’de Higgs bozonu açıklandığında, aslen fizikçi olan bir üniversite rektörümüzün twitter’da yazdıkları, benim bu cümlemin de en azından bütün fizikçiler için geçerli olmadığını gösteriyordu.
Mesele biraz da şu: Dünya ile aramızda giderek açılan bilimsel mesafeyi kapatmak istiyor muyuz istemiyor muyuz?
İstemiyorsak, zaten konuşacak fazla bir şey yok. Ama hayır istiyorsak, o zaman şapkamızı önümüze koyup derin derin düşünmeliyiz.
İşe felsefe dersini yeniden ihya ederek başlasak
Eskiden liselerimizde felsefe dersi vardı. Bu derste öğrencilere başka hiçbir şey değilse, bilimsel düşünme yöntemini, neyin bilim neyin bilim dışı olduğuna ilişkin fikirleri öğreniyorlardı. Bu da az şey değil.
Bugün Türkiye’de sadece bilim alanında değil siyaset başta her alandaki tartışmalarda iki tarafın birbirini anlamamasının arkasında yatan başlıca şeyin, bu temel bilginin disiplininden yoksunluk olduğunu, metodoloji bilmemek olduğunu düşünürüm hep.
Eğer batıyla aramızdaki bilim mesafesini kapatmak istiyorsak, işe liselerimize felsefe dersini yeniden koyarak başlayabiliriz.
Hürriyet