"...Seçim, sandığın başına gidip, içine bir isim listesi içeren oy pusulası tevzi işi değildir. Bu komedinin bir parçası olmak ise, hiç “demokrasi” değildir. Kendi geleceğinin farkındalığı, sadece eczacının gününü kurtaracak bir liste tertibine itibar etmekle bitişemez..."
Kurbanlık ya da kendi geleceğini belirlemek: Eczacıların seçimlik dönemi…
Yürürlükte olan anayasanın 135. maddesi, “kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları”nın tanımını kapsar. Bu kapsamda olan kuruluşlardan birisi de, Türk Eczacıları Birliği’dir (TEB). Benzeri olanları arasında, Türk Tabibleri Birliği, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türkiye Barolar Birliği gibi başka meslek birlikleri de bulunmaktadır.
TEB, ülkede mesleki etkinlik yürüten tüm eczacıları örgütleyen bir kurumdur. 1956 yılında çıkarılan 6643 sayılı yasa ile kurulmuş olup, her iki yılda bir “Büyük Kongre” toplantılarında merkez yöneticilerini seçen bu meslek birliği, 12 Eylül faşizmi döneminde şemsiyesi altında olan “bölge eczacı odalarını”nın çalışmaları askıyı alındığından, bir dönem kendi yöneticilerini seçmekten de yasaklanmıştır.
TEB Büyük Kongresi, “Bölge Eczacı Odaları Genel Kurulları”nda seçilen ve o coğrafi bölgede (il demek daha doğrudur) kayıtlı bütün eczacıları temsil eden delegeler tarafından oluşturulur. Kongrenin asli görevi, merkez kurullarını seçmek, ilaç ve eczacılık alanı ile ilgili konuları görüşüp, bunlar hakkında kararlar almak ve yürütülmesinin de denetimini yapmaktır. Yani mevzuata göre, eczacılık mesleğinin örgütlü, temsil değeri olan yegane yetkili merkezi tepe kuruludur.
TEB ve illerde bulunan bölge eczacı odalarının değeri, sadece eczacıların örgütlenmesini sağlayan bir “lonca” kurum olmaktan çok ötedir. 6643 sayılı yasanın hükümlerinden birisi, bu kuruma eczacının hak ve çıkarlarını koruma, kollama görevini verdiği gibi, mesleki uygulamaları, toplumsal olarak ve kamu yönetimi bakımından da birbiriyle telif etmeyi yani örtüştürmeyi ödevlemektedir.
İşte burası, zurnanın zart dediği deliktir. Özü, piyasa içinde piyasacılığa karşı korumacılık anlayışıyla içkin bir hukuki düzenlemedir. Dönemin iktisat ve siyaset tarihinin ruhuna sadık bir düzenleme olan bu yasa, kısacası ilaç işinin öyle orta malı bir pazar işi olmadığını vaaz etmektedir.
Yasanın bu ruhu önemli olmakla beraber, ilaç esasında değişim için üretilen bir metadır. Yani pazarda ister doktor reçetesiyle, isterse reçetesiz olarak değiş tokuş edilen bir fiyata ve fiyatı üzerinden de kârlılığa sahiptir. Esasen kârın perde ardındaki adı, “artık değer” üretim faktörü olmaktan, yani sömürü aracı olmaktan başka bir şey değildir. Oysa ilaç değişim için üretilen diğer bütün metalardan, bütünüyle ayrılan başka bir özellik de içerir. O da “talep esnekliği”nin olmamasıdır. Yani ilaç olmadığında, hastalık teşhis ve tedavisinin yapılamaması ve yerine de başka bir mal ikame edilememesi, insan yaşamının sürdürülebilmesini zora koşar; hatta kimi kez imkansızlaştırır. Bu da ilacı, diğer mallardan farklılaştırır ve onu “onsuz olunamaz” bir nesnelliğe kavuşturur. İşte bu asal özellik, yasanın ruhuna da sindiğinden dolayı, halkın sağlığını koruma güdüsü yasada vaaz edilen temel unsur haline gelmiştir. Ancak güdüyü tatmin çabası, o piyasanın üretim, uygulama ve dağıtım aktörü olan eczacının hak ve çıkarlarının korunması kaygusunu da içinde taşımıştır ve onu da temin etmeye çalışır bir düzenlemeye yol açmıştır.
Kısacası sınıflı bir toplum yapısında, bireylerin artık değere özel mülkiyet olarak el koyabildiği bir iktisadi düzene sarmalanması, eczacıları böylesine “arada derede” bir sınıfsal kimlik üzerine oturtmuştur. Yani hem kamusal yarar ve halkın sağlığını koruma sorumluluğu ve hem de bunun özel mülkiyete dayalı bir eczane düzeni üzerinden örgütlenmesi. Bu çarpık model içinde, eczacıların önemli bir bölüğü emekten yana ve sağlık-ilaç sömürüsü üzerinden olan bir piyasacılık düzenine karşı duran bir mesleki anlayış geliştirmiştir. Kimileri de çıkarlarını kollama bakımından düzenin unsurları haline gelmiş ve öte tarafta yer almışlardır. Böylesi antagonist tarafların üstünde durdukları zeminin, kaygan ve kaypak olma gibi bir özelliği de taşımaktadır. Düzlemin bu özelliği, kapitalizmin doğası gereği, sermaye birikimindeki eşitsiz gelişim gücü ve yaptırımcılığına dayanmakta, bu da eczacıların taraf olmalarında dalgalanma ve sürekli gel-gitlere neden olmaktadır.
Eczacıların emek yanlısı, sömürü karşıtı olanları, kendilerini tarihsel olarak hep ilerleme ve aydınlanma sembolizmini anıştıran bir terimle çağırmışlardır. Başka meslek gruplarının içinde de benzeri sembolizm çokça kullanılmıştır. Bu yakıştırma, “çağdaşlık”tır. Çağdaşlığın terminolojik tahlili bu yazının konusu olmadığından, sadece bu kadar açıklamayla yetinilip, geçilmelidir.
Çağdaş eczacılar, 12 Mart faşizmine evrelenen bir zamanda, yani 60 ların toplumsal ve emekten yana yükselen genel sol değerlerinden köken alıp, 12 Eylül faşizmine değin kendilerini örgütleme gelişkenliğini sürdürmüşlerdir. 12 Eylül geldiğinde, çeşitli telefatları olmakla beraber, havlu atmamış bir sosyal hareketlilik antitesi olarak TEB yönetimlerine kendilerini taşımayı da becermişlerdir. Sonrası 80 lere, 90 lara 2000 lere evrelenen onar yıllık dönemler içinde, giderek karakter değiştiren öznellikleri de içinde barındırarak (ve doğrusu safralarını dışarıya püskürtüp, küçülerek) bugünlere gelmişlerdir.
Karakter değişikliği, kuşkusuz o bölük içinde bulunan eczacıların sınıfsal kimlik ve özelliklerinden ve bunların kimileyin genel toplumsal dönüşümlerden önemle etkilenmesinden ve bunun genel dünya düzenine yaslanmasından ayrık değildir. Bu tartışma ayrı bir konu olarak şimdi yanda durmalı ve önce sağlık-ilaç alanında mesleki olarak “çağdaş eczacılar”ın ortaya koyduklarına bakılmalıdır.
Emeğin en yüce değer olduğu, savaşsız, sömürüsüz bir dünya hayal etmiştir; çağdaş eczacı taifesi. Sadece hayal dünyasında da yaşamamış ve fakat bu uğurda dağ, taş; dere, tepe bir mücadele de yürütmüşlerdir. İlaç ve sağlık üzerinden, sadece Türkiye’de sergilenen sömürü düzenini şeklî olarak değil, bunu yerellikten dünya gündemine ve geneline taşıyan, teorize edebilen bir meslek politikasına sahip olmayı hep becermiştir; çağdaş eczacılar. Bu anlamda, günümüzde yaptırım sahibi olamasalar da, emekten yana doğruda durmanın ve tarafta olmanın erkini elde tutmuşlar ve sancağı yere düşürmemişlerdir.
Hastalıkların, sağlıkla ilgili kırımların zengin, yoksul ayırt etmeden insanları etkilendiği bir gündelik yaşam coğrafyasında, varsıl, ilaca ve dolayısıyla bozulan sağlının yeniden yerine konulmasına cebinde taşıdığı parayla her zaman erişebilmiştir. Oysa yoksul için yaşamın kötüleşmesinden ya da kaybolmasından başka bir seçenek hiç olmamıştır. Çağdaş eczacılar, mesleki politika olarak bozulan sağlığın yeniden ikamesi için tedavi aracı olan ilaca, herkesin koşulsuz erişim ve ulaşımını öngördükleri gibi, gelir düzeylerinden de bağımsız olarak edinebilmeleri şiarını hep savunmuşlardır. O nedenle, mesleki ve kişisel olarak kendi kârlılıklarını hep arka plana koyarak, ilacın bir sömürü ve kâr aracı olarak üretilmesine de, tükettirilmesine de karşı sıkı mücadele yürütmüşlerdir.
Dünya ilaç tekellerinin bir mülkiyet rejimi olarak ilaç patenti üzerinden fiyat spekülasyonları ile piyasa belirleyiciliklerine karşı durmaları, bu hareketin bir başka yüzü olmuştur. Yani sadece nesnesine değil öznesine karşı da tavır almışlardır. Bu arı kovanına çomak sokmak olmuştur. İlaç tekelleriyle karşı karşıya kalan eczacıların kamusal yarar için yürüttükleri mücadele, çağdaş eczacıların öncülüğünde barikatlara taşınmıştır. Tekellerin, eczacının beline vurmaya kalktıkları dönemlerde kurdukları kooperatif birlikleri, bu direncin başka bir nesnelliği ve simgesi haline gelmiştir.
Çağdaş eczacılar, mesleki ilerleme ve bunun toplumsal çıkarlar doğrultusunda gelişebilmesinin, ancak, bilimine de sahip çıkmaktan geçtiği bilincini taşıyan bir aydınlanmacılık anlayışının bayraktarlığını da yapmışlardır. Kütüphanelerle ürettikleri kitap, rapor, makale, sağlık ve ilaç politikalarına ilişkin yeni bir dünya duruşu ve kavrayışının gelişiminde de zemin olmuştur.
Aralarından kimileri, içinde yer aldıkları mücadelenin boyutunu kavramakta zorluk da çekmişlerdir. Ancak yapılan mücadelenin sisteme kendini her defasında yedekleyen bir “demokrasi mücadelesi” olmadığı ve tersinden, emekten yana demokratik bir dünya ve Türkiye kurulmasının, ancak örgütlü bir emek mücadelesinden geçtiği anlayışı, çağdaş eczacılar arasında bir temel ilke olmaya hep devam edegelmiştir.
Dünya kendi ekseninde ve güneşin etrafında, saniyede 29,5 kilometre hızla dönmeye devam etmektedir. Bu dönüş hızında memlekete gelen 12 Eylül faşizmi, esasen kapitalizmin kendisini yeniden restore etmeye başladığı yeni bir çağa “küreselleşme” retoriği ile girdiğinde, her alanda olduğu gibi sağlık ve ilaç alanında da “tam piyasacılığa” göz açtırmıştır. Ondan bu yana da, çağdaş eczacıların “başka bir dünya mümkündür” ütopyasını geriye düşürecek nice toplumsal savrulmalar içinde, kapitalist tekeller sağlık ve ilaç işinin zengin rantını egemenlikleri altında tutma mücadelesini daha da derinleştirmişlerdir.
“Sağlıkta dönüşüm devrimleri” sağlık emekçilerini ve eczacıları giderek örgütsüzleştirip, taşeronlaştırırken, eczane dağıtım kanallarında tekelleşmeyi de tam tekmil nüfuz alanları altına alma iradesini geliştirmektedir. Bir piyasa alanını, ilaç tekellerinin nüfuz bölgesi kılma, meşruiyetini, sistemin hukuki düzenlemelerinden alır; geliştirir ve pekiştirir. İlaç sektörünün pazar olarak 18 milyarlık cirolara ulaştığı bir piyasada, eczacıların perakende dağıtım alanından sürülüp çıkarılması, tekelci sermaye birikimi bakımından kaçınılmaz görünmektedir. İşte çağdaş eczacılık anlayışı, mesleki varlığın sürdürülebilmesi bağlamında, barikatlarda tam da burada durmaya devam etmektedir.
Mesleki olarak çağdaş eczacılar yönetimlerde güç ve kan kaybederken, sisteme ilişkin tüm saptama ve bunlarla mücadele edilmesi politikalarında, geçmişte olduklarından daha haklı ve doğru bir yerdedir. Emeğin, emekçinin tek tek kurtuluşu yoktur. Olsa olsa yaranıp, sisteme iyice yedeklendiklerinde daha fazla köleleşirler. Sistemin ilaç politikalarından tasfiye ederek yok etmeye çalıştığı eczacıların da tek tek kurtuluşu bulunmamaktadır. Sadece günlük cironun kurtuluşu için atılan taklaların ve sergilenen omurgasız duruşların bilanço ve getirisi, tüm meslek alanını yitirme kefareti olarak ödettirilmektedir.
İşte bu atmosfer altında, eczacılar meslek birliklerinde, yasalarının öngördüğü biçimde Eylül ayı içinde yeniden seçimlere gitmektedir. Önce bölge eczacı odaları genel kurullarında seçim süreci yaşanacaktır. Yıl sonunda ise, delegeler TEB Genel kurulunda bir araya gelip yeni kadrolarını ve mesleki politikalarını belirleyecektir.
Seçim, sandığın başına gidip, içine bir isim listesi içeren oy pusulası tevzi işi değildir. Bu komedinin bir parçası olmak ise, hiç “demokrasi” değildir. Kendi geleceğinin farkındalığı, sadece eczacının gününü kurtaracak bir liste tertibine itibar etmekle bitişemez.
Farkındalık, ancak “kendi geleceğini belirleme hakkı”nı elinde tutarak tesis edilebilir ve kuşkusuz bu gücü, yaptırımı ve ağırlığı, toplumun emekten yana genel çıkar mücadelesiyle bitiştirme zorunluluğuna dayamaktan da geçmektedir. Öyleyse buna uygun politikaları savunabilecek ve mücadeleyi gündeme taşıyabilecek doğru kadroları bulmak, seçmek gerekmektedir. Bunun seçeneği her zaman vardır. İşte bu sıralar, eczacının kendine sınavı tam da budur. Eczacı aslına dönmeyi becermeli, aydınlanmacı ve ilerici bir toplumsal güç olarak emek mücadelesinin içinde kendini var edecek kadrolarını yeniden belirleyebilmelidir. Böylelikle de, emek güçleri ancak birleşerek ve bunu siyasi öncü örgütlenmelerde pekiştirerek bağımsızlaşacaklar, özgürleşecekler ve utkuya erişeceklerdir.
Şimdi mesleki ölçüde de olsa, eczacıların sınav zamanıdır. Tercih ya sürüde kalıp, kurbanlık sırasını beklemek ya da mücadeleyi doğru yerden, doğru kadrolarla yeniden açma iradesini göstermektir.
Sınavınızda kolay gelsin eczacılar…
sol.org.tr