“Baba, baba/Seni piç/Artık seninle işim tamamen bitti” *1
Dar ve karanlık koridoru aydınlatan ışıkların kamaştırdığı gözlerimi araladım uzun bir uykudan uyanmışçasına. Kek kokuyordu etraf biraz da yanık süt. Bir bebek ağlaması hatırlıyorum uzaktan gelen bir de ilk defa nefes alırken boğazımın acısını. “Böyle oluyormuş” diye düşündüm. “Demek doğarken böyle oluyormuş”. Bir defa daha kuracaktım bu cümleyi, 18 yaşında, dişçide. Acıyı hissetmemem için dişçi “iğne mi, gaz mı” diye soracaktı ve ben “gaz” diyecektim. Kendimden geçerken “böyle oluyormuş” diye düşünecek ancak kalanını getiremeyecektim. “Böyle oluyormuş demek ölüm”
Ben zaten söyleyemediklerimi yazmak için iç dünyamın iki farklı ucundan gelip kara deliğe atlayan bir bebekten, dış dünyada barınmaya çalışan bir kız çocuğuna evirilen manik depresif bir şairdim.
Küçükken yatmadan önce babama her gece Lorelei efsanesini anlattır mıydım bilmiyorum ama Odysseus’u çağıran sirenlerden biriydi fırından her çıkışım. Taze ölüm kokusu sinmiş mutfağıma gizlenen çikolatalı anılarımı yemeye başladım boğazımdaki acı tadı bastırmak için. En akışkan lokma boğazıma takılmış olmalı ki bu sefer –gazdan değil- nefessizlikten uyandım. Ne boğulurcasına çıkan ses ne de hayata tutunmak için umarsızca kasılan ciğerlerim bana aitti. “Bu kayalıkların tepesine romantik bir gün batımı izlemek için çıkılmaz” dedi Lorelei gözden kaybolurken. “Senin gibi ruhları bulduğumda dinlenebiliyorum ancak. Dikkatli ol, sesini duymayan bir kayık bile kalmayacak!!!”
Rüyamın içindeki iç sesimin söylediği türkünün ne anlama geldiğini bilmesem de anlamaya başlamıştım ne yaptığını. Sesimi duyan her gemi kayalıklara yöneliyor ve çarpa çarpa batıyordu güneş yerine. Tuhaf bir hazla devam ediyordum türküyü söylemeye. Öylesine büyülü bir acı vardı ki sesimde gökten bile yağmaya başlamıştı gemiler. Onca gürültünün arasında iç kulağımla duydum O’nun sesini. “Yapma, Seviyorum seni” diyordu babam. “Yalan” diye bağırdım olanca sesimle. “Sevsen bırakıp gitmezdin beni”.
Dünyanın tüm gemileri o anda yandı.
Lorelei geldiğinde gözyaşlarından biriktirdiği zehri sundu, denizin suyuyla karıştırıp. “İşte bu benim acım” dedi ve anlatmaya başladı. Öylesine sevmişti ki… Ancak aniden ve sebebini bile bilmeden terkedilmenin acısıyla tüm erkekleri öldürmeye başlamıştı, günün birinde acısı geçmeden öleceğini bile bile. Bir kere ölmüştü zaten. Kalan tüm ölümler formaliteydi; bu kayalıklardan düşerek ölmesi dâhil ama acı türküsü hariç. İşte o günden beri acısının yankılandığı bu yerde son buluyordu öfkesi her geminin kızıl çığlıklar atarak batışında. Ve her yeni gelen gemiyle bir daha doğuyordu ufuk çizgisinden.
Bu Alman efsanesinin kadını Lorelei’i şiirime özne yapmamla babamı Nazi’lere benzettiğim bir şiir yazmam arasındaki zehirli bağı reddettim kibarca ve derin bir nefes çekip babamın güvenli sesiyle uyuduğum uykumdan kulağımda çığlıklarla uyandım.
Ölmüştü babam ve ben artık tüm erkeklere düşmandım.
Ben Sylvia;
Hem Lorelei kayalığı hem de o kayalıklara umarsızca sürüklenen gemiyi yapan Kaptan Theseus – hani gemisini parça parça yenilerken eski parçalarından yeni bir gemi yapan paradoks tanrısı-
Çikolatalı anılarımı yemeyi bitirip salona geçiyorum çıplak ayaklarımla. Terliklerimi “olay yeri inceleme” ekiplerine veren doktorla göz göze geliyoruz. O görmüyor beni. -Ah, ne zaman gördünüz ki! – En sevdiğim köşeden izliyorum “öteki”lerin “kafasını fırına sokmak suretiyle havagazıyla intihar” dedikleri halimi. Oysa ben hayallerimi yeniden üfleyebilmek için eritmiştim sırça fanusumu o fırında. Ne garip, hiç sönmeyen fırına değen elleri yanmıyor soğukkanlı insanların!
Bir sigara yakıyorum salonun ortasındaki zamansız kitabı okumaya başlamadan önce. Uzun menzilli intihar silahı dağılırken ciğerlerimin kuytu köşelerine, "Hayatın neresinden dönülse kardır *2" diyen bir kadın fırlıyor köşenin birinden hem de bir omuz darbesiyle itekleyerek beni. Yetişemiyorum O’na ama elbet karşılaşırız. Bir nefes daha çekiyorum ölüm neferinden. Üst kata çıkan merdivenlerden gelen ağlama Nicholas'ın sanırım. Kalkıp gitmek istiyorum yanına ama “Nefsini soludukça oksitlenen / Beş bacaklı Samsalar oturuyor / Kan dolu gamzelerime / -Sütün bitti mi Nicholas?- /…/ Sütüm bitti Nicholas.” Susuyor. Sigaramın ortasını biraz geçmişken köşelerin birinde 18’lik bir genç kız görüyorum. Bu sefer O da beni görüyor. Yazdığı şiirden kafasını kaldırıp “Bu erkek hegemonyasında kadın olmak zorken kadın şair olmak daha zor. Ama ben olacağım. Baksana şimdiye kadar aldığım ödüllerime. Hem iyi bir şair olunca anne olmaktan vazgeçmem gerekmiyor ki. Hele bir âşık olacağım adamı bulayım. Ama kolay değil âşık olmak. Bütün travmalarımın açtığı boşluğu öyle bir doldurmalı ki O’na hayranlık duymalıyım.” Diyor. Bu sırada doktorun arkasından gür sesiyle adımı söyleyen Ted (Hughes)’in içeri girmesiyle sigaramı söndürüyorum.
“Ted, biricik sevgilim. Çıplak ayaklarımı üşüten taşlara kapanmış ağlıyor olduğunu görmek içimdeki Lorelei’yı mutlu etse de üzülüyorum senin için hayatın boyunca göreceğin tek intihar vakasının benimki olmayacağını düşününce. Beni Assia ile aldatmış olman, inan, yazdıklarıma değer vermemiş olman kadar üzmedi beni. Ben “sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyordum*1” ve erkek egemen dünyada bu sesi duyurmaya çalışıyordum. En yakınımdaki sen daha bu sesi duyamazken “öteki”ler nasıl duyabilirdi? Sen ki sadece babamın ölümüyle ruhumda açılan boşluğu dolduran adam değil hasta kardeşimle ilgilenirken beni unutan annem, taşradan geldiğim için beni küçümseyen arkadaşlarım, sırf kadın olduğum için beni erkeğini fırlatan yay olarak gören akrabalarımdın. Bense senin için -onca yılın onca yazma savaşının sonunda- evde iki çocuğuyla kocasını beklemek zorunda olan kadın… Bazen kapatırdım gözlerimi -hissettin mi? – baştan başlasın diye her şey. Şimdi de öyle oldu say. Tek bir farkla; sen ağlarken fırının başında tek başıma açtım gözlerimi. Acaba sen Ted Hughes, âşık olduğum, uğruna nice doğrularımı susturduğum adam değil de travmalarımın açtığı boşluğu hormonal ve egosal dürtülerle dolduran bir bilinçaltı yanılsaması olabilir misin? -Sanıyorum kafamdan uydurdum seni*1- Sen yine de Assia’ya dikkat et, önlenebilir bir intiharın vicdani sorumluluğu daha zor gelecek sana.”
Sonunda yazdığım notu buldular. Halbuki görünür bir yere koymuştum. Ölmek istemediğimden değil, belki biraz fark edilmek ama çokça kadere savaş açmak için. Babam öldüğünde kesmiştim Tanrı ile konuşmayı ama sanırım son intiharım biraz da Onunla konuşma çabasıydı. Ve cevap verdi Tanrı: “Ölüm”. 8 yaşında duyduğum cevapla aynıydı. Bu cevap şairliğimin de ilk filiziydi. Hemen sonra yazdım “Baba seni öldürmek zorundayım / Ben buna zaman bulamadan / Sen öldün *1”
Ne kadar uzun sürüyordu işleri? Alt tarafı öldüm, gömün gitsin işte. Tam bir sigara daha yakmıştım ki gözüm “zamansız kitaba” ilişti. Çocukluğumdan beri yaptığım bir oyun geldi aklıma; rastgele açtığım ilk sayfa bana cevap olacaktı. Kapattım gözümü açtığımda her şey tekrar başladı. Onlarca yıl sonrasından bir şair öfkemle yazdığım dizelere acıyla cevap vermişti. “Sizin hiç babanız öldü mü? / Benim bir kere öldü kör oldum / Yıkadılar aldılar götürdüler / Babamdan ummazdım bunu kör oldum *3”. Sigaram söndü.
Nihayet dışarı çıkıyoruz hep birlikte. Çıplak ayakla sokakta dolaşmayı sevmişimdir 9 yaşımdan beri annem kızsa bile. Bir ihtimal cam batardı ayağıma ve ağlayabilirdim annemin kucağında. Şimdi ise ayaklarım çıplak sokaktaydım ama annem benim kucağımda ağlıyordu. Boyuna yatırmışlardı beni sedyeye “Ama enine olmayı tercih ederdim. / Ben kökünü toprağa batırmış bir ağaç değilim. / Taşları ve o ana sevgisini emen. / Bu yüzden büyüyemiyorum parlak yapraklara her nisan *1”. Birkaç defa intihara teşebbüs etmiş manik depresif kızının ölü bedenine sarılan her anne “o an” gelirse ne yapacağını düşünmüştür defalarca, benim annem gibi. Onun hayalindeki gibi oldu mu bilmem ama benim hayalimdeki gibi olduğu kesin. Tüm hırslarından, zorunluluklarından sıyrılmış şekilde sadece sevgisini hissettim sonunda. Ne demişti psikiyatrist? “Anneden yeterli psikolojik kapsama alamayan manik depresif hastalar anneye yönelik çifte değerli duygular yaşar” çok sevdim annemi ve çok nefret ettim. Çok örnek aldım ama çokta kıskandım. Annemi olduğu gibi kabul ettiğimi sandığım anda bilmeden düş dünyamda içselleştirdiğim bir anne daha yaratmıştım, “-Kocamla kavga mı ettim? *Edemezsin, sus. -Fazladan hayal mi kurdum? *Kuramazsın, şükret. -Onca ödüle rağmen şiirlerimi beğenmedi mi erk şairler? *Desturlu şeyler yaz sen de.” gibi diyaloglar kurduğum. Dedim ya bu yüzden büyüyemiyordum parlak yapraklara her nisan.
Ben Sylvia…
“Ölmek, her şey gibi, bir sanattır. / Bu konuda yoktur üstüme. *1”
1932’de anne rahminden çıkınca, 1963’te sırça fanusumu eritince uyandım.
Ecz. Gaye ÖZEKEN
*1 Sylvia Plath / *2 Nilgün Marmara / *3 Cemal Süreya