Nedim Gürsel: “Suya sabuna dokunmazmış pise bak, dizelerini bilir misiniz? Ben suya da sabuna da dokunmak, hatta dokunmak bir yana, hamama girip terlemek istedim. Bu amaçla yazdım Yüzbaşının Oğlu’nu.”
Edebiyat dünyasına ilk adımlarını 1975 yılında yayımlanan Uzun Sürmüş Bir Yaz’la atan, ardından edebiyatın hemen her dalında kaleme aldığı onlarca kitabıyla yazın dünyasında kendine hatırı sayılır bir yer edinen Nedim Gürsel, Yüzbaşının Oğlu’nu okurların beğenisine sunuyor. Bu kez üslubunu daha keskinleştiren, aynı zamanda üslubu kadar “sert” bir hikâyeye odaklanan Gürsel’le otoriteye, muhafazakârlığa, tabulara ve yasaklara meydan okuduğu kitabını konuştuk.
Yüzbaşının Oğlu, şimdiye kadar alışık olduğumuz Nedim Gürsel üslubundan daha farklı kaleme alınmış bir hikâye. En belirgin farksa dilde gösteriyor kendini...
Romanda konuşan, daha doğrusu hayat hikâyesini banda kaydeden bir yaşlı kahraman var. Anlatı tek sesli ama çokkatmanlı bir yapıya sahip diyebilirim. Bu tek sesin giderek çoğalması, geçmişle günümüz arasında gidip gelen bir belleğin güdümünde hikâyeler anlatması roman dilini de oluşturuyor. Sorgulayıcı, radikal anlamda eleştirel, hatta yıkıcı bir dil söz konusu. Kahraman otoriteyle hesaplaşıyor çünkü ordu, hükümet, ahlâk gibi birey üzerinde baskı kuran kurumlara karşı bir söylem geliştiriyor.
Sanki bu kez daha öfkelisiniz. Neden?
Doğrudan ben öfkeli değilim, kahramanım öfkeli. Çünkü kendi deyişiyle söylemem gerekirse, “gidişattan hiç memnun değil”. Bakın ne diyor: “Ben dikbaşlı bir adamım, dayanamıyorum olan bitene, memleketin gidişatından da hiç hoşnut değilim. Babam Düztaban Hasan da memnun değildi. Ama o Ankara’ya babasının evine yerleşir gibi yerleşip, ne yerleşmesi bir güzel taht kurup git desen de gitmeyen koskoca hükümeti devirmekle kalmadı, biri başvekil üç siyasetçiyi siyaset günleri gelip çattığında yağlı urganın ucunda sallandırdı ve Hasan’ken Asan’a çıktı adi. Oysa benim yerimden kalkıp kendime kahve yapacak gücüm bile yok. Hiç olmazsa bırakın da konuşayım. (...) Herkes dut yemiş bülbül gibi susuyor çünkü.” Kahramanımızın öfkelenmesinin çeşitli nedenleri var, ama başlıcası, sanıyorum bay başbakanın kişiliğinde vücut bulan otorite ve çokbilmişlik zaafı. Bir de, topluma dayatılan muhafazakârlık söylemi. Yalnızca söylem olarak değil, bireysel özgürlüklerin alanını daraltan bir ideoloji olarak da muhafazakârlık, deyim yerindeyse “kabak tadı vermeye” başladı artık.
Kahramanımız bir yüzbaşı oğlu. Kitabın ismi de bu. Puşkin’in Yüzbaşının Kızı adlı kitabına hem kitabın isminde hem hikâyede bir gönderme var. Nasıl bir bağı var bu iki kitabın ve bu göndermelerin nedeni ne?
Çok fazla bir bağ olduğu söylenemez. Her iki durumda da kışla hayatı ve asker bir baba söz konusu ama Puşkin’in öyküsü Pugaçev Ayaklanması’nı anlatır, benim romanım 27 Mayıs Darbesi’nin öncesini ve sonrasını anlatıyor. Yine de; anlatının odak noktasında, bir ergenle olgun bir kadın arasındaki yasak aşk olduğunu belirtmeliyim.
Yaşlanmış, bugünü aslında geçmişle geçiren, bu geçmişi yeniden yeniden “yaşarken” bir yandan da kendiyle hesaplaşan bir kahraman yaratıyorsunuz. Bunu yaparken Türkiye’nin yakın tarihi ile bugünün Türkiyesi’nin yaralarını da irdeliyorsunuz...
Evet, yaraları deşen bir yönü var romanın. Günümüzle Menderes dönemi arasında paralellikler kuruyor. Bunu yaparken de hem bir aşk hikâyesi anlatıyor hem de sivri biçimde siyasete bulaşıyor. “Suya sabuna dokunmazmış pise bak” dizelerini bilir misiniz? Ben suya da sabuna da dokunmak, hatta dokunmak bir yana, hamama girip bir güzel terlemek istedim. Bu amaçla yazdım Yüzbaşının Oğlu’nu.
Yine politik, yanı sıra cinsel baskı ve tabularla savaşıyor hikâyeniz...
Benim kuşağım, yani 1960’ların başında ergenlik dönemine girenler, cinsel tabulardan, özellikle kadınların bekâret tabusundan çok çekti. Bu durumu sergilemek, cinsel arzularını bastırmak ya da genelevlerde tatmin etmek zorunda kalan ergenlerin dünyasını günümüz gençliğine anlatmak, onların yaşadığı cinsel sefaleti bir ölçüde irdelemek istedim. Bunu yaparken de yatılı okul ve Galatasaray Lisesi argosundan yararlandım. Özellikle kaba deyimlere başvurdum. Ama öte yandan çok da duyarlı, yer yer lirik bir anlatımı var romanın. Çünkü kahramanımız “lunatik” yani “ayçil”. Aşırı uçlarda gezinmeyi seven, hatta bunu yaşam tarzı yapmış biri.
Peki sizce 1960 darbesi özgürlükçü bir anayasa mı getirdi?
Süleyman Demirel’in “Yollar yürümekle aşınmaz” diyebildiği bir dönem başladı o anayasa sayesinde. Cumhuriyet tarihinde ilk kez Marksist sol, parlamentoda temsil edilebildi. Şimdi sokakta yürümeye kalkana biber gazı sıkılıyor. Hükümeti eleştirene gözdağı veriliyor. İnancı sorgulayanlar mahkemelerde süründürülüyor. İktidarın “ileri demokrasi” diye tanımladığı ülkenin perişan hali, son olup bitenler, yani yürütmenin yargının görevini engellemeye kalkışması ve anayasal suç işlemesi, 1960 darbesinden sonraki özgürlük ortamını özletir, aratır hale geldi…
Kahramanımız babasını anlatırken tarihle, darbelerle hesaplaşıyor ama bugünün koşullarına da büyük öfkesi var. Bu öfke nelerin birikimi?
On bir yıldır iktidarda olanların mağdur rolüne soyunmasının, bay başbakanın her Allah’ın günü ne yiyip ne içmemiz gerektiğini, bizim iyiliğimiz için bize dayatmasının, hepimizin bildiği, izlediği, skandalların, skandaldan öte kepazeliklerin birikimi. En iyisi burada susayım. Devamını meraklısı romanda okusun.
Ve aşk... Cazibe isimli, aslında “yasak” bir kadınla yaşanan “gizli” bir ilk aşk, romana ağırlığını koyuyor. Bu aşk da aslında oldukça sert. Biraz anlatır mısınız?
Bu aşk sert evet, yani “hard”. Öte yandan bir güç ilişkisine dönüşme eğiliminde. Ve ne yazık ki, öyle de oluyor. Ama tutku da var. Siz, ulaşamayacağınızı sandığınız kadına ulaşır, sonra da onun ikide bir “Aşk olsun sana çocuk!” demesine kapılırsanız, aşk da olur tabii. Aşk da olur, meşk de.
Bu aşkı anlatırken siz en çok neye meydan okuyorsunuz?
Aşk da dahil, hayatımızdaki bütün güzelliklere müdahale etmeye kalkışan muktedirlere.
Ödüllerle dolu bir yaşam
Nedim Gürsel 1951’de Gaziantep’te doğdu. Galatasaray Lisesi’ni ve Paris Sorbonne Üniversitesi Modern Fransız Edebiyatı bölümünü bitirdi; aynı üniversitede Nâzım Hikmet ve Aragon üzerine Prof. Etiemble’ın yönetiminde karşılaştırmalı edebiyat doktorası yaptı. Halen CNRS’te (Fransa Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi) araştırma başkanı olarak görev yapmakta ve Paris INALCO’da (Doğu Dilleri Yüksek Okulu) Türk edebiyatı dersleri vermektedir.
Edebiyatın hemen her dalında ürün veren Nedim Gürsel’in kitapları Fransa başta olmak üzere yirmi beş ülkede yayımlandı, bazı öykülerinden yapılan tiyatro uyarlamaları Türkiye ve Avrupa ülkelerinde oynandı. Yazar DAAD adlı kurumun davetlisi olarak bir yıl Berlin’de kaldı; Fransa, Almanya, İtalya ve Türkiye gibi pek çok ülkede hakkında incelemeler ve doktora tezleri yapıldı, belgeseller çekildi.
Nedim Gürsel’in aldığı ulusal ve uluslararası ödüller: Türk Dil Kurumu Ödülü (1976), Abdi İpekçi Barış Ödülü (1986), Fransız PEN Kulüp Özgürlük Ödülü (1986), Haldun Taner Öykü Ödülü (1987), Struga Altın Plaket Ödülü (1992), Radio France Internationale Öykü Ödülü (1992), France-Turquie Ödülü (2004), Fransa Hükümeti Edebiyat Şövalyesi Nişanı (2004), Mevlâna Dünya Kardeşlik Ödülü (2009), Türkiye Yayıncılar Birliği İfade Özgürlüğü Ödülü (2009), Balkanika Vakfı Uluslararası Roman Ödülü (2012), Fransa Akdeniz Roman Ödülü (2013).
“Derken dudaklarımız birleşiyor”
Okumayı söktüğü gün annesini kaybetmiş, darbe hazırlığındaki asker babasıyla ise asla gurur duyamamış, yakın olamamış bir çocuk… Yatılı olarak okuduğu Galatasaray Lisesi’ndeyken o, Türkiye en sancılı zamanlarından birini yaşamaktadır. 27 Mayıs Darbesi kapıdayken, yüreğe düşen bir yasak aşkla da büyümektedir kahramanımız. Aradan yıllar geçip bu ergen oğlan çocuğu 60’lı yaşlarını devirdiğinde, ses kayıt cihazına anlattığı hikâyesine dâhil eder okuru. Ve o geçmişe dönüp, ara ara soluklandığı bugünün koşullarını da eleştirdikçe, dili de hikâyesi de “sert” bir anlatı çıkıyor ortaya.
İşte romandan "ilk aşka", "ilk dokunmaya" dair bir parça: “Ayağında yüksek ökçeli iskarpinler yok bu kez, terlik giymiş. Bana doğru dönünce göğüsleri çarpıyor gözüme. Sutyenden fışkıracakmış gibi duruyorlar. Birden ani bir kararla, neredeyse koşarcasına geliyor yanıma, koltuğa bırakıyor kendini. Yanı başımda kalbinin atışlarını duyuyorum. Genç bir kızın kalbi gibi çarpıyor diyeceğim ama emin değilim bundan. Genç bir kız kalbinin çarpışını o ana dek ne duydum ne hissettim. Peki, ne olacak şimdi? Aklında ne var? Sorular zihnimde geçit töreni yaparken elini başıma götürüp saçlarımı okşamaya başlıyor. Sonra, belki de bir şey demiş olmak için, “Saçların uzamış” diyor. Bununla da yetinmeyip, “Benimkilerden daha uzun” diye fısıldıyor kulağıma ve öbür eliyle omzumdan tutup kendine doğru çekiyor beni. Derken dudaklarımız birleşiyor.” (Kitaptan)
YÜZBAŞININ OĞLU
Nedim Gürsel
Doğan Kitap
2013, 256 sayfa, 20 TL.