Eski dostluğu geleceğe taşıyor
Diyarbakırlı şair Abdulkadir Gördük, "Benim İki Gözümsen" ve "Eyvanda Şiir Molası" isimli kitaplarıyla yeni kuşaklara adeta "eski Diyarbakır’ın dostluğunu" taşıyor. Sesli şiir denemeleri de bulunan Gördük, sevenlerine "sesli şiiri" daha profesyonel ortamda devam ettirme müjdesi verdi.
Asıl mesleği eczacılık olan Abdulkadir Gördük, Ahmet Arif, Cahit Sıtkı Tarancı’nın yetiştiği Diyarbakır’da, onların özlemini duyduğu "memleket" özlemiyle yazıyor dizelerini. Bir zamanların Ermeni, Süryani, Müslümanların içiçe yaşadığı Diyarbakır’da doğup büyüyen Abdulkadir Gördük, şiiri ve özlemleriyle ilgili Güneydoğu Ekspres Gazetesi’nin sorularını yanıtladı.
Şiir yazmaya ne zaman nasıl başladınız?
Üniversite yıllarından beri şiir yazmaya meylim var, ancak benim yazdıklarıma şiir demek gerçek edebi şahsiyetlere ve şairlerimize haksızlık olur gibime geliyor. Ben, sadece içimden geçenleri biraz düşünerek ve biraz süsleyerek yazıyorum diyeyim.
Hani, herkesin şiir yazmaya çalıştığı ve bir kısmının yazdığı dönemler vardır ya, işte o dönemlerde ben de, herkes gibi şiir yazmaya başladım. Benim İku Gözümsen adlı kitabımın arka kapağına yazmış olduğum kısa yazı şöyledir ve size cevap olsun diye söyleyeyim. " Hasretler, özlemler insanın içindeki en duygusal titreşimlerdir. Dile getirmek için türlü yollar denenir. Kimi zaman; ağıt yakılır, türkü söylenir.Kimi zaman; şiir okunur, resim yapılır.
Kimi zaman; sözler notaya dizilerek şarkılar bestelenir. Bunların hepsinden arta kalan zamanın ortak eylemi gözyaşıdır. Çoğunlukla geri gelmeyecek zamana ve tekrar yaşanmayacak anılara dökülür. Bazen de, geri gelmesi umut edilenlere tabi"
İlk şiiriniz neydi?
Şiir yazmaya başladığım zaman ki, defterimi kaybettiğim için hatırlamıyorum desem doğru olur. Diyarbakır’ dan ilk defa üniversite kazanmam dolayısı ile ayrıldım. Zira o güne kadar il dışına çıkmamıştım. 1977 Yılına denk gelen o tarihte ayrılık, okuma kaygısı ve ortamın kargaşası nedeniyle daha bir zor olmuştu. Kalacak yer sıkıntısı, arayışı, bulunan yerlerden bir süre sonra türlü nedenlerden dolayı ayrılma mecburiyeti gereği ve ekonomik sorunlardan dolayı çalışarak okuma ihtiyacı, insanın daha bir hüzünlü ve duygulu olmasını gündeme getiriyor. Okumak ve aileme, çevreme faydalı olmak amacıyla çıktığım gurbet gecelerinin çok uzun olduğunu hissetmek, o uzun sürelerde yalnızlığın farkına varmak ve bunu devam ettirmek mecburiyetinde olmak oldukça zordu. Bu dönemin psikolojisinin sonucu bir kaçış veya şiire sığınma diye ifade edilebilir. O dönemde yazdıklarımın büyük bölümü bu günlere ulaşmadı, ulaşanları da yeniden düzenleyip kayıt altına aldım. Doğrusu, ilk şiirim budur diyebileceğim bir şiirim maalesef yoktur.
Severek okuduğunuz şairler kimlerdir? Bunlar arasında şiiriniz üzerinde etkisi olan kimse var mı?
Her gördüğüm şiiri okumaya çalışırım, eğer beni etkilerse bitirene kadar bırakmam, değilse okumayı yarıda keserim. Necip Fazıl Kısakürek, Ahmed Arif, Ümit Yaşar Oğuzcan, Can Yücel, Ömer Hayyam, çok beğenerek okuduğum şairlerin başında gelir. Ayrıca Âşık Veysel ve aşık Mahzuni de beni etkileyen ozanlarımızdandır.
Şiirinizi akım olarak nerede görüyorsunuz?
Şiirimi herhangi bir akım içerisine sokup, o akımı lekelemek istemem. Gerçekten bana şair denilmesine alışamadım ve de alışamayacağım. Bu düşüncem tevazudan değil içimden geçen gerçek düşüncemdir. Şiir, seçilmiş kelimelerin belli veya gizli bir ritm dâhilinde sıralanmasıdır demek geliyor içimden. Yani, sayfalarca yazılarak açıklanması veya anlatılması gereken bir konunun seçili bazı sözcüklerle ve çok kısa anlatımla ifade şeklidir.
Çoğunlukla, aşk, ayrılık, hasret, ölüm, nasihat, hiciv gibi duyguları ön plâna getirmeyi ve bu düşünceleri ifade etmeyi seviyorum. Büyük bir kısmı hece ölçüsüyle yazılmaya çalışılmış olanların yanında, serbest tarzda yazılmış ama kendi içinde uyumu veya ritmi olan şiirlerim de mevcuttur.
Şiir konularınız genelde nelerden oluşuyor?
Ağırlığı hasret konularını işler. Memleket hasreti, sevgi ve mutluluk, nasihat, ibret, dua, serzeniş, çağrı vs konuları işler. Diyarbakır temalı şiir yazmayı çok seviyorum, bazen geçmişi aramak, bazen bugünü yâd etmektir yaptığım. Bazen buraları bırakıp, uzun yıllar önce uzaklara giden ve oralarda hayatlarını idame ettiren ekonomik durumları hayli düzgün hemşerilerimize çağrı olur dizelerim. Bazen, en başta kendime sonra genç kardeşlerime nasihat denebilecek türden ifadelerdir yazmaya çalıştıklarım.
Bazen, sadece kendimi anlattığım bir kaç dize olur.
Bazen, dünya malı veya para için benliğini, kişiliğini, insanlığını unutan bireylere ibret olur, hiciv olur. Bazen, cezaevinde özgürlük hasretinde olan kader ve hayat mahkûmlarına teselli olur.
Bazen, Allah’a veya Resulüne methiye olur.
Yani, birçok konudan örnekler bulmak mümkündür.
Kürtçe şiir ile aranız nasıl, okur musunuz?
Cegerxwîn ve Ehmede Xani’ yi biraz okumuşluğum vardır. Ayrıca Dengbej dinlemeyi severim, söylediklerinin içinde anladıklarım ile anlamadıklarımın arasında ilgi kurmaya çalışıp sonuca ulaşmak beni heyecanlandırır.
Bazı şiirlerinizde "geçmişin Diyarbakır’ına olan özlem" dikkat çekiyor. O günlerde var olup da bugünlerde olmayan, özledikleriniz nelerdir?
O günlerde var olup bugünlerde olmayan en önemli ayrıntı çocukluğumdur. Çünkü herkesin çocukluğu bugünkü yaşından ve yaşamından daha saf, daha masum ve daha sevecendir. Çocukluğumun Diyarbakır’ ına çektiğim hasretin büyük bölümü bu düşünce kaynaklıdır. Çünkü, bunda 40-45 yıl önceki zaman diliminde hem ekonomik durumlar bu denli yüksek değildi, hem yaşantının lüks sayılabilecek öğeleri bu denli göz önüne çıkmıyordu. Küçük bir çocuğun kendi evlerinin avlusunda, tulumba ile su çekilen ve minik havuzun bulunduğu evcil hayvanlarla iç içe geçen, tabiatla kucak kucağa denilebilecek bir yaşam şekliydi özlediğim. Aynı zamanda küçe diye tabir edilen sokaklar bütün çocukların ortak yaşam alanlarıydı ve düşme, çarpma, ufak tefek kavgalar hariç hiçbir tehlikeden bahsedilmezdi. Birbirine yakın plânda yaşayan insanların birbirine olan saygısı ve katlanması bugünlerle mukayese kabul etmeyecek ölçülerdeydi. Sanıyorum, bizim kuşaklar, çocukluklarını olabildiğince özgürce ve baskılanmadan yaşayan son jenerasyonuz. Büyük avlulu evlerde, birkaç ailenin ortak yaşadığı hemen her yerde rastlanan bir yaşam şekliydi. Evin tuvaletini, mutfağını, avlusunu ortak kullanımda ve kendine ayrılı zamanlarda kullanma nezaketi vardı. Hiç kimse bir başkasının aile yaşamına katılmaz, şahit olmaz ve merak etmezdi. Şimdilerde, apartman katlarında üst kattaki âdeta başımıza yıkılacak gibi gelen gürültüden rahatsız olmayan ev komşularımızın olduğu her sohbetin ortak konusudur. İkaz edilince de kendilerine göre gerekçelerle kendilerini savunma mekanizması geliştirirler. Bir özür dilemek veya bağış talep etmek her şeyi çözecekken, kendilerini savunup karşısındakini korkutmak veya kaçırtmayı kendine paye sananların olduğu bir zaman diliminde yaşadığımız aşikârdır. İnsanların arasında bu denli ekonomik uçurumlar yoktu, zengin ve fakir iç içer yaşardı. Yani, gariban bir aile reisi kendi ailesiyle, falancazadelerin konaklarının veya büyük avlulu evlerinin yanındaki küçük evde yaşardı. En önemlisi eşleri birbirine komşuluk eder, çocukları aynı okullarda okur ve aynı sokaklarda oynarlardı. Her sokağın birkaç evi gayrimüslim diye tabir edilen Ermeni ve Süryanî komşularımıza aitti. Bu durum, inanç ve kültürel zenginliğimizin bir nişanıydı. Bizim büyüklerimiz onların bayramlarına ve kutsallarına saygı gösterip, onların istediği türden davranışlarda bulunurken, onlar da bizlerin inançlarına saygılı bir hal içerisinde olurlardı. Ben ilk defa kırmızı renkli yumurtayı Ermeni komşumuzun bayramında, bize getirdikleri yemek kaplarının yanında görmüştüm. İnsanlar arasındaki kardeşlik hissi bugünkü kadar ekonomik, sosyal ve siyasal menfaatlere kurban edilmemişti. Babalarımız veya dedelerimizin alışveriş yaptığı manavların yanında duran taşıyıcılar yani hamallar, herkesin evini tanır ve alınan zerzevatı o kişinin evine götürüp kendi hakkına düşen parayı alırdı. Sokak aralarında belli mesafelerde bulunan ve normal boylu bir insanın bel seviyesin yükseklikte olan, duvara bitişik durumda taşlar olduğuna ben de yetiştim. Bu taşların görevi, sırtında küfe taşıyan bir taşıyıcının, sırtındaki yükünü dayayarak bir nebze nefeslenmesi veya omuz değiştirmesi anlamına geliyordu. Sokakta hamallık yapan bir bireyin yük taşımasına yardımcı olacak mimarîde bir nezaket çok az rastlanır cinsten bir kültürel olgudur. Aynı şekilde, avlulardaki küçük havuzların fıskiyeleri nedeniyle su içemeyen kuşlara, içi oyuk ve biraz yüksek seviyede taş bulunması ve bu taşın oyuğuna dolan sudan kuşların içmesini sağlayacak derecede naif bir anlayış, eski dönemlerin kültüründe mevcuttu.
Şiirleriniz aynı zamanda, Diyarbakır’ın yok olan kültürünün arşivi niteliği de taşıyor. Bu bilinçli bir tercih miydi?
Estağfurullah, şiirlerimin kültür arşivi veya benzeri konumda anılması, ne haddime. Hem şiirlerimin tümü, yok olan kültüre duyulan özlemi anlatmıyor. Eskiye çekilen özlemlerin anlatılmaya çalışıldığı 1-2 şiirim var, mevcut değerlerimizin korunması gerektiği ve kutsal memleket olarak düşünülmesi gerektiği, barışın, kardeşliğin, dostluğun ve kültür birlikteliklerimizin temeli olan Diyarbakır’ ımıza sahip çıkılması gerektiğini vurgulamak isteyen birkaç şiirim var. Ekonomik değerlerini şehir dışına taşımış veya taşımak zorunda kalmış, uzun yıllardan beri doğduğu, doyduğu, var olduğu toprakları unutmuş olan değerli hemşerilerimizin hiç olmazsa bir anlamda sahip çıkmaları gerektiğinin ifadesi olan 1-2 şiirim var. Diyarbakır’ımızın kültürünün bir parçası olan ve selâmlaşmadan sonraki merhabalaşmasını anlatan bir şiirim var. Tanıdık, tanımadık herkesin merhaba diyerek, " burası emin bir yerdir, benden sana zarar gelmez" duygularını ifade etmesinin asaletini anlatan bir şiirim var.
Diyarbakır denince akla gelebilecek her türlü tanımlama, değer, eser ve benzeri isimlerin anıldığı 21 kıtalık " Diyarbekir" isimli bir şiirim var. Bu şiir tamamen tanıtım amaçlıdır. Hatta, şehrimizle ilgili turizm tanıtım programlarına temel olabilecek, klip yapılabilecek, yani Diyarbakır’ ımızın manzum dille anlatılmaya çalışıldığı bir şiirim var. Bunların dışında, sevgi, ölüm, yaşam, nasihat, ibret, aşk, ayrılık, hasret vs gibi başka konuları işleyen ve iki kitapta toplamış olduğum 130 civarında şiirim vardır.
Evet, o kültür denilen ve hep anlatılan yaşayış biçimleri ve bunun ayrıntıları, o günlerle ve o insanlarla beraber yok olup gittiler. Bu kayboluş, sadece Diyarbakır şehir merkezi kavramıyla alâkalı değildir. İlçe, köy, beldelerimizin eski ve yeni yaşam tarzlarının farklı oluşunu da kapsar. Ben şehirde yaşadığım için şehri yazdım, köyde yaşasaydım belki de köyümüzün kaybolan değerlerini ve yok olan kültürel özelliklerini yazacaktım. Diyarbakır kültürünü, belki de son yaşayan kuşağın bir ferdi olarak baba ve dedelerimizin döneminin bir daha yaşanmayacağının bilincindeyiz. Tâbiidir ki zaman, değişim yaratan en etkili sebeptir. Aradan çok uzun yılların geçmesiyle değişim bir gerekliliktir ve kaçınılmazdır, ancak bizler gibi orta yaş grubu insanların çocukluklarını bu denli özlemesi kopuş süreci yaşayan bir kültürün habercisidir. Her evin hanımının kapısının önünü, sabahın erken saatinde süpürmesi ve bitişik evin hanımıyla aynı çizgide buluşturması ve sokakların da avluların içleri gibi temiz tutulması, bir kültürdü ve o insanlarla birlikte yok oldu.
Kalabalık ailelerin birkaç kuşağının bir arada yaşaması, baba, dede, nine, torun, yenge, kavramlarının daha bir diri tutmasını sağlıyordu. İnsan ilişkilerinde usta-çırak ilişkisi gibi bir iletişim sağlıyordu. Belki de, ekonomik kolaylığın bir nedeni de buydu. Hem teknolojinin gelişmesi, hem yaşam şartlarının tüketim ekonomisine göre şekillendirilmesinin sonucu, herkes kalabalık içinde yalnızlığı yaşamak zorunda bırakıldı.
Diyarbakır’da şiir okunuyor mu? Bu konuda okurlarınızdan nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Evet, şiir okunuyor. Geçmişinde birçok şair, yazar, edip yetiştirmiş olan bu kutsal beldede şiire karşı merak ve eğilim var. Bir ünlü kişinin dediği gibi " Diyarbakır’ da her iki kişiden biri ya şairdir, ya şairlere komşuluk etmiştir " denmesi, her şeyi ifade eder sanırım. İlk kitabım olan "BENİM İKİ GÖZÜMSEN" in ilk baskısı 2010/ Aralık ayında, ikinci baskısı 2011 / Temmuz ayında basıldı."50 YAŞ 50 ŞİİR" alt başlığıyla simgelediğim bu kitabım, gerçekten çok ilgi gördü. İkinci kitabım "EYVANDA ŞİİR MOLASI" nın ilk baskısı 2011 / Temmuz ayında basıldı. 65 şiirden oluşuyor. Buradaki dostlarımız aracılığıyla yurdun değişik birçok bölgesinde yaşayan hatta yurt dışındaki bir kısım hemşerilerimize ulaştı. Özellikle uzaklarda yaşayan hemşerilerimizden hatta Diyarbakır’lı olmayan birçok kişiden çok olumlu tepkiler ve yorumlar aldım. Basımını kendi imkânlarımla yapmış olduğumdan dağıtım konusunda herhangi bir profesyonel yardım almadım. Tamamen şahsi çabalarımla bulmuş olduğum kitapçılar vasıtasıyla dostlara ulaşmasını amaçlıyorum. Diyarbakır’ daki birkaç seçkin kitabevi dışında Ankara, İstanbul, İzmir, Samsun, Konya ve Mersin’ de bazı satış noktalarında bulunmaktadır. Mesela, bir gün işyerimin telefonundan bana ulaşan bir bilim adamı hemşerimiz, Amerika’ ya bilim kongresine gideceğini ve bu kitaptan 10 adet bulmam gerekiyor diye ifade etti. O günlerde herhangi bir kitapçıda olmadığı için " Hocam, adresinize ben hediye olarak göndereyim" deyince kabul etmedi." Benim Amerika’ da geneli Bölgemizden ve gayri Müslim olan birkaç Profesör arkadaşım var. Onlara hediye götüreceğim" demesi üzerine, bir kitapçı arkadaşımdan, hocamızın adresine gönderilmesi ve paranın tahsili konusunda yardım alıp iletmesini sağladım. Gerek Diyarbakır’ dan ve gerekse yurdun değişik yerlerinden bazıları ünlü olan besteci müzisyen arkadaşımız, bazı şiirlere beste çalışmak için benden izin istedi. Bu türlü bir çalışma bana şeref verir ve gurur duyarım cevabıyla onlara karşılık verdim. Tekrar ifade etmem gerekirse, ben kendimi şair olarak görmüyorum, sadece şairlerin yazdıklarını okumaya çalışan bir okur ve içinden geçenleri yazıya dökmeye çalışan bir okuryazarım.
Sesli şiir denemeniz de var. Bunu daha profesyonel ortamda sürdürmeyi düşünüyor musunuz?
Geçen yıl, bir yerel radyoda bir-iki ay süren bir şiir programına katıldım. Dost sohbetlerinde ve müzikli salon toplantılarımızda, talep olması halinde mikrofona şiir okumam olmuştur. Çok beğenildiğini ifade etmem gerekir.Şiir okuma gibi bir iddiam olmadığından bu süreç şöyle gelişti. " YAZIĞIM GELİ" adlı şiiri yazıp, beğenilme veya anlaşılma konusunu anlamak için bir çok arkadaşımla paylaştım. Tabi, kitap basmadan önceyi anlatıyorum. Bu şiirde, vezin, kafiye gibi özelliklerin arasında, bize ait olan ve çocukluğumda kullandığımız oyun adları, ( Çar, çelikçubuk, karpit, birdirbir, kuka, alavpilav, lepik),oyun terimleri ( Çüçüt, korfıstan)ve bazı isimleri ( Dıngılafıstan, karahübür, hechecık, kastal, ako)ni kullanmıştım. Paylaştığım arkadaşların bizim yaşgrubundan ve Diyarbakırlı olanlar hemen tanıdılar, hatırladılar, anladılar. Yabancı olanlar ise, tanıdık bir şeyler anlatıldığını tahmin etseler de doğal olarak anlamadılar. Bir tane İstanbullu, Eczacılık Fakültesinden arkadaşım beni aradı.
" Kadirciğim, eline sağlık, çok hoş yazmışsın. Akıcı ve uyumlu olmuş. Sanki, bizim çocukluğumuzu anlatıyor, ancak bazı kelimeleri anlamadım." Diyerek, bize ait olan kelimelerin anlamlarını sordu. Her verdiğim cevapta ise " haa, biz ona şöyle diyorduk" gibi kendi çocukluğundaki tanımlamaları söylüyordu. Son olarak " zeğel mıçe" tabirini sorunca onu da açıkladım. Anlamakta güçlük çektiği belliydi. Şöyle dedi" Yahu kardeşim, neden bize bulmaca çözdürüyorsun, bu şiiri yazan kişi olarak birde kendi sesinle oku, biz de doğrusunu öğrenelim". Konuşma bittiğinde bu cümle aklıma takılmıştı. Bir İstanbul’ lu arkadaşım, benim kültürümün bir parçası olan çocukluğumda geçen yılların izlerini, oyun isimlerini, terimlerini, yakıştırmalarını benim sesimden duymak istiyordu. Bu durumda benim bu ricayı emir telakki edip yerine getirmem gerekiyordu. Eve gidince oğluma danıştım." Oğlum, eskiden ses kayıt etmek için teypler vardı, şimdi ses almak için ne yapılıyor". Bir kulaklıklı mikrofon getirerek bilgisayarın başına geçti ve bana okuttu. Ardından bir müzik ekledi, şiirin metnini ve Diyarbakır resimleriyle süsledi ve evde tamamen amatörce bir ortamda bir şiir klibi ortaya çıktı. Facebook üzerinden yayınladım, çok beğeni topladı. Devam ettim, şunu da seslendireyim, bunu da seslendireyim derken 10-15 kadarını seslendirmiş oldum. Şiir okumak gibi bir iddiam yok ancak yazarın okumasının başka değeri vardır denilerek, bu konuda cesaretlendirildim diyebilirim. Profesyonel ortamda okumayı çok isterim, daha doğrusu şiirlerimin okunmasını çok isterim. O alanı bilmediğim için, nasıl yapılabileceği hakkında bilgim yok. Kısmet olursa, memleketimize hizmet olsun diye tamamen parasal kaygılardan uzak bir anlayışla okumak, seslendirmek, tanıtmak, tanıtıma katkıda bulunmak benim için şereftir diye düşünüyorum.
Son yıllarda şiir yazmak en kolay iş olarak, algılanıyor. Deyim yerindeyse eline kalemi alan "şairim" diyebiliyor. Gerçekten şiir edebiyatın en kolay bölümü mü?
Kesinlikle o algı yanlıştır. Eline kalem alan herkes tabiî ki yazabilir ama o yazılanlar toplumun belli kesiminde beğeni ve kabul görmezse o yazılanlara şiir denmez kanaatindeyim. Bazen bir anda birkaç kıta yazılabilirken, bazen bir kıtanın eksik kalan bir mısraını günlerce yazamadığım, yazılanı beğenmediğim ve bir türlü uygun düşmediğinin sıkıntısını çektiğim oluyor. Gerçekten de sizin gönlünüzde yer etmeyen bir mısra hatta bir kelime, okurun gönlünde yer etmeyip kabul görmüyor.
Abdulkadir Gördük kimdir?
1960 Yılında Diyarbakır’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Diyarbakır’da, yüksek öğrenimimi İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde 1984 yılında tamamladı. 26 yıllık kamu eczacılığından yılbaşı itibariyle emekli oldu ve halen bir ecza deposunda sorumlu ve yönetici eczacı olarak çalışıyor.
KAYNAK- GÜNEY DOĞU EKSPRES GAZETESİ