“Aynı yerde hiç uzun zaman kalamadım” diyor. “Bir Çingenelik var bende herhalde, gezmesini seviyorum. Hiçbir zaman planlı çalışan bir adam da olmadım. Bir derenin içinde bir kayıktayım, bir oraya vuruyor, bir buraya vuruyor. Ama Edremit’in o dağ köyünde yaşamak hep vardı aklımda.” Kim bilir, yazı dediğiniz, belki de çocuklukta nakşoluyor insanın alnına.
İzmit’te doğan Tuncel Kurtiz, kaymakam babasının görevi dolayısıyla, ilkokulu bitirene kadar Kırıkkale, Reşadiye, Kandıra, Posof, Ayvalık, ABD’de Ann Arbor, Michigan ve Detroit’i dolaşmış bir çocuk: “Ann Arbor’da Glu glu turkey, diye kızdırıyorlardı beni ama kızların ilgi odağıydım, hiç umrumda değildi. Elimde Doğan Kardeş dergileri; onlar benim canım aslında ama May I have it, denince veriyordum. Benim olabilir mi, demekmiş meğer, geri gelmiyordu. Bu arada tabii İngilizce öğrenmeye başladım. Bir gün babam üniversiteye gidiyor, annem de çalışıyor. Kız kardeşim daha altı yaşında, bana emanet. Üçüncü kattayız, benim tek niyetim aşağı kaçmak. Aşağıda bir bar var, barın standında da Captain Marvel, Superman dergileri... Ben onlara dalıp gittim mi artık, bitti! Tuvalete girip kapıyı kilitleyip, yangın merdiveninden aşağı indim. Babam eve bir geliyor ki kız kardeşim ağlıyor, abim tuvalete girdi, çıkmıyor, diye. Kapıyı kırıp giriyorlar içeri. Beni bulduklarında barmen, biz onu çok seviyoruz, o bizim müdavim, demişti. Evde tabii zılgıtı yedim.”
Ann Arbor’dan Detroit’e, Detroit’ten New York’a geçerler. Türkiye’ye dönüş vakti gelince, ortaokula Silifke’de havalı bir çocuk olarak başlar. Babaannesi tarafından çiçek gibi giydiriliyordur. Çantalar, şosonlar, pardösüler; motosiklete benzeyen yaylı bir bisiklet, ayakta roller skate’ler... Daha sonra Tarsus’a tayin çıkar, Amerikan Koleji’nde ilk sene gayet zevkli geçer. Dil bildiği için hazırlık sınıfı okuması gerekmez, tenis oynayıp müzik dersinde şarkılar söylüyordur. Fazla eğlenmese fena olmayacaktır: İkinci sene, çok kötü çakar...
Okuldan soğumasına fırsat kalmadan, babasının tayiniyle bu kez Edremit’e yerleşirler. Edremit’e olan bir ömürlük aşkının başlangıcı, hayatının o en güzel günlerini geçirdiği 14 yaşına tekabül eder. Hikayeler yazmaya, Cahit Sıtkı Tarancı okumaya başlamıştır. Arkadaşlarıyla kamp yapmak için anne-babasının davet aldığı Londra’ya gitmeyi reddeder, yanına bırakıldığı İzmir’deki teyzesinin yanından da firar eder, arkadaşlarıyla birlikte kendini doğaya vurur.
Edremit’ten sonra taşındıkları, Kurtiz’in ortaokulu bitirdiği Gediz’de, bu kez bir kitap kurduna dönüşür. Halkevleri kapanmıştır, kütüphanenin anahtarıysa babasındadır: “Emile Zola, Tolstoy, Dostoyevski, Zoşçenko, Maksim Gorki, İvan Bunin... Deli gibi okuyordum. Bu kitapların hepsini daha sonra tekrar okudum tabii ama o yaşın gözüyle bambaşka bir şey.”
41 TUNCEL SINIFTA KALACAK
Liseye Haydarpaşa Lisesi’nde yatılı yazılır. Okuldan kaçıp içki içmeye başlaması da aynı yıla denk düşer: “Hikayeler yazıyorum, spor yapıyorum, Çetin Göçmen diye bir arkadaşım var, iyi hikayeci. şiirlerini çok seviyorum. Bu arada Boncuk Ömer’in (Fenerbahçeli efsane futbolculardan Ömer Boncuk) takımında futbol da oynuyoruz. Daha ilk günler, bir girdim sınıftan içeri, her yerimden çamur akıyor, ter içindeyim. Matematikçi Kel Fuat beni, bir de Irmak Tülbentçi’yi tahtaya çağırdı. O temiz çocuk, ben hırpani. Çocuklar, şimdi size iki tip talebe göstereceğim, dedi, ‘41 Tuncel sınıfta kalacak, Irmak ise geçecek talebedir...’ Neyse, o sene geçtik sınıfı ama ikinci sene çaktık. Liseyi Anadolu Lisesi’nde bitirdim.”
Babası bu kez onu Hukuk Fakültesi’ne yazdırır. Devamlılığı 15 gün sürer. Matinelerde kendi hikayelerini ve sevdiği şiirleri okurken, Gürkal Aylan Federasyon Tiyatrosu’nda sergileyecekleri bir oyunda başrol teklif eder. Rejiyi Atıf Kaptan yapacaktır, Eugene O’Neill oynanacaktır. Zehir, Kurtiz’in damarlarına zerk olur: “Sonradan Atıf Abi vazgeçince, ben Hachette Kitabevi’nden içinde Yale Üniversitesi’nin piyeslerinin olduğu bir kitap buldum. Beş Gün diye bir piyes tercüme ettim, onu sahneye koyduk. Hukuktan çok edebiyat fakültesinde takılıyorum, elimde bavulla kitap taşıyorum. Özdemir Asaf’ın matbaasına da gitmeye başladık o ara. Bir edebiyat matinesi yaptık, Attila İlhan geldi, Cemal Süreya geldi. Hayran olduğum insan Özdemir Asaf, benim abim oldu. Her sabah yurtta kahvaltı edip Özdemir Abi’nin matbaasına gidiyorum. Bir gün, abi ya, sen hiç yemek yemez misin, dedim. İyi ki hatığlattın, diye inanılmaz bir lokantaya götürdü. Orda Reşat Ekrem Koçu’yu gördüm, Peyami Safa’yı gördüm. Orda ilk defa Özdemir Abi’den un kurabiyesiyle de rakı içildiğini öğrendim. Ondan çok şey öğrendim.”
Gençlik Tiyatrosu’na geçtiğinde artık annesine okula devam etmediğini itiraf eder. İkinci sene İngiliz Filolojisi’ne kaydolur. Mina Urgan, Tatyana Moran, Berna Moran gibi efsane hocaların ders verdiği “enteresan” bir okuldur. Kurtiz, Hilmi Ziya Ülken gibi isimlerin derslerine girebilmek için felsefe ve sosyolojiye de devam ediyordur ya, hayat daha çok kantinde geçiyordur. Bu sıralar arkadaşlık etmeye başladığı Metin Serezli vesilesiyle, Dormen Tiyatrosu’nda, okul konusunu tamamen kapatmacasına, ilk kez profesyonel olur. Sonrası, Türk tiyatro ve sinema tarihinin kim kimdir ansiklopedisini andıran, efsane isimlerle kader birliği edilen, birlikte yol alınan, yol ayrımına gelinen, tekrar buluşulan, hep ve inadına üretilen uzun bir yol hikayesi: Gençlik Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu, Şehir Tiyatroları, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, Münir Özkul Tiyatrosu, Kent Oyuncuları, Küçük Sahne, Bulvar, Gen-Ar Tiyatrosu, Halk Oyuncuları, Ocak Sahnesi...
Kurtiz’in sahne aldığı ve sahne koyduğu oyunlarla şanı yürürken, sinemadaki yoldaşlıkları da efsane mertebesine ulaşmış birliktelikler malum. Ömrünün büyük bölümünün yurtdışında geçmesine sebep Yılmaz Güney’le tanışması üniversite yıllarına uzansa da, sinema aşkına birlikte bela sırtlamalarına daha çok vardır.
HANGİ HALKIN SİNEMASI?
Kurtiz’in 64’te, Şeytanın Uşakları ile sinemaya girişi, pek de gönlüne göre bir hikayeyle olmaz: “Başta yadırgadım tabii. Rejiyi İlhan Engin yapıyordu ki roman yazarıdır, rejisörlükle alakası yok. İki asistanı var, Bilge Olgaç’la Zeki Ökten. Onlar çekiyorlar filmi aslında. Benim kafamda başka bir şey var sinema deyince. Elhamra Sineması’nda Moby Dick’i, Atlas Sineması’nda La Strada’yı, İtalyan Kültür Merkezi’nde Bisiklet Hırsızları’nı seyretmişim, Rocco Kardeşler’i görmüşüm, başka bir şey benim sinemam, başka bir dünya; Yeşilçam değil.”
Yılmaz Güney’le birlikte yaptıkları işler, başlarda Konyakçı, Krallar Kralı, Sayılı Kabadayılar, Üçünüzü de Mıhlarım gibi aksiyonu bol filmlerdir. Güney, önce bu gibi işlerle kendilerini sevdirip, daha sonra bu sayede istedikleri gibi filmler çekebileceklerine inanıyordur. “Oldu da ama çok sonradan” diyor Kurtiz: “Hep bonoyla çalışıyorduk, istemediğimiz işleri de yapıyorduk. Ondan sonra bazı arkadaşlarımız diyor ki, biz halkın sinemasını yapıyoruz. Hangi halkın sinemasını yapıyorsunuz? Halkın istediği film için işletmeci bono veriyor, o bonolar patrondan bize geliyor, biz o bonoları kırdırıp yaşamaya çalışıyoruz, böylece halkın sineması oluyor. Ben katiyen kabul etmiyorum bunu, sinema benim için sanat. Ayrıca şunu da söyleyeyim, benim için sanat sineması yok, sinema sanatı var.”
65 senesinde, Tuncel Kurtiz yine işsiz kalmıştır. Erol Günaydın, Cahit Irgat, Suna Keskin ve Vala Önengüt’le ortaklık kurup, Kurtiz’in ilk profesyonel rejisiyle, Nazım Hikmet’in Yolcu’sunu sahnelemeye karar verirler. Oyun Ankara’da büyük başarı kazanır ancak komünist piyestir diye Anadolu’da hiçbir yerde oynamalarına izin çıkmaz. Batarlar: “Ben de Gülriz’e gittim tekrar. Bu defa genç Müjdat Gezen orda, Ali Poyrazoğlu orda, Güner Namlı orda, Ülkü Tamer orda. Aydın Engin’in Aykırı Piyes’ini oynadık Engin Cezzar’la ben. Arkasından Sarıpınar’ı oynayacaktım, Hat Full of Rain’i sahneye koyacaktım. Birden tutmadı işler; Irma la Douce yeniden sahneye koymaya karar verilince, ben dedim, ayrılıyorum. Gülriz çok darıldı bana. Ama ben Yolcu’yu falan yapmışım, bunları yapmak istemiyorum artık. Aydın da ayrıldı benim ardımdan, Arnavutköy’deki eve taşındık. Aydın, Devri Süleyman’ı yazdı. Zor salon buluyorduk, turne de yaptık. Ankara’ya gittiğimiz zaman mühürlenmiş tiyatronun kapısında bir yazı gördük. Oyunu yasaklayıp tiyatroyu kapatmışlar. Fikret Otyam’la Turan Güneş abimize gidip, Danıştay’a başvurduk. Cebimizde bir kuruşumuz yok, nihayet Danıştay kararıyla oynayabildik. Birinci sene, haftada 17 oyun dolu salona oynadık ve biraz para yaptık. İkinci sezon 600 kişilik Küçük Opera Tiyatrosu’nu kiraladık ve kadroyu arkadaşlarımızla genişletip 33 kişi olduk. Sonunda o 600 kişilik tiyatroyu bombaladılar. Ama biz Pir Sultan’ı oynadık hemen sonra. Teneke’yi oynadık gene. Komisyon’u oynadık. Vedat Türkali’nin 141. Basamak’ını oynadık. Seyircimiz tıklım tıklım, bizi ayakta tutuyor. Politik bir tiyatro yapıyoruz ama tiyatro sanatı içinde yapıyoruz.”
UMUT NASIL KAÇIRILDI?
68 olayları, 70 darbesi derken, Tuncel Kurtiz, yedek subay olarak askerliğini yapmaya gider. Askerlik döneminde Yılmaz Güney’le birlikte her ikisinin de hayatında dönüm noktası olan Umut filminin tohumları atılır: “Ondan sonra başıma gelmeyen de kalmadı zaten. Umut filmi yurtdışına kaçırılacak, nasıl kaçıracağız? Ben kaçıramam, o kesin. Babam vali muavini o sırada; oğlum senin fişin var 1. Şube’de, sen yurtdışına Kapıkule’den çıkarsın ancak, dedi. Çiçek Arif ki, Komünist Arif’tir eski adı; ben götürürüm, deyince, onun sayesinde kurtarabildik filmi. Bavula doldurmuş filmleri Arif, hamalın biriyle anlaşmış 1000 liraya, yarısı peşin, yarısı bavulu uçağın yanında görünce diye... Ben otobüsle yola çıktım, bir gittim ki elinde Türk konyağıyla arkadaş orda. Ama film bavul içinde karmakarışık gelmiş, Allah’tan ben oradayım, filmi bağladım yeniden. Başarılı bir şekilde gösterebildik. Konuşmayı ben yaptım, Türkiye’de devlet bu filmi göstermiyor, diye. Bu konuşmalardan sonra, 12 Mart darbesi de gelmiş zaten, hadi sıkıysa dön Türkiye’ye; e dönmedik...”
Kurtiz’in “Darbeler tayin etti hayatımızı biraz da” demesi boşuna değil. Daha sonra ikinci eşi olacak sevgilisinin geçindirdiği Berlin’deki evde, dünyanın dört bir yanından tanıdıklara, durumunu anlatan mektuplar yazar. İlk haber Vasıf Öngören’den gelir. Kurtiz, Almancası olmadığı halde, 500 mark karşılığında, Laz şivesiyle Almanca konuşan bir rolü canlandırır: “Rejisör beni çok beğenince rolümü büyüttü, ikinci filmde 10 bin mark aldım. Sonra Güneş ve Barbro Karabuda beni Stockholm’e çağırıp burs verdiler. Yaşar Kemal’in Teneke’sini tercüme ettirdim sahneye koymak üzere, Göteborg Şehir Tiyatrosu’nda sahneye koyduk. Otobüs filmini yaptık. Bu arada 74 oldu, Ecevit geldi, Turan Güneş abimiz Dışişleri Bakanı oldu. Ben nihayet Türkiye’ye gelebiliyorum ama bu sefer de iş yok, sadece seks filmi çekiliyor. Şansımı dışarda ararım dedim, çıktım. Gene bir Yaşar Kemal hikayesini beraber yazdık Yaşar Kemal’le, Yağmurlar Gebedir diye, İsveç Devlet Tiyatrosu’nda onu sahneye koydum. İkinci gelişimde, Yılmaz seni arıyor dediler, hapishaneye gittim. Zaten ona hediyeler getirmişim. Bana bir tekst verdi: Sürü... İnanılmaz bir şey. Doğru Siirt’e geçtim. 78’de Sürü’yü yaptık.”
Sürü’nün ardından yine İsveç’e döner ve kendi filmini, bugün geniş kitlelerce çok bilinmese de bir kesimin gözünde underground klasiği mertebesine ulaşmış Gül Hasan’ı çeker. Bu dönemde, Sürü’nün tanıtımı için İsrail’e gitmesi, ona hiç tahmin etmediği bir pencere açar: “Basın toplantısında dedim ki, bizim sinemamız bir 3. Dünya sinemasıdır. Ne Sovyet idealist estetiğinden, ne Avrupa burjuva estetiğinden ne de Amerikan ticari estetiğinden yanayız; bu bizim sinemamız... Bana orda Arapça oynar mısınız, diye teklif geldi. İki film yaptım. İkincisiyle (Hiuch HaGdi) 86’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldım Berlin Film Şenliği’nde. Tesadüflerle oluyor her şey. Benim Miriam Goldschmidt diye çok sevdiğim bir oyuncu arkadaşım vardı. Paris’te Peter Brook’la birlikte sinemaya gitmişler, Sürü’ye. Peter Brook demiş ki beni görüp, bu adam oyuncu olamaz, bu kesin köylüdür ve çobandır. Miriam, o benim arkadaşım, aktör, üstelik İngilizcesi de iyidir, deyince audition’a çağırdılar. Hayat değişti birden. Üç sene boyunca çok büyük bir prodüksiyonla, Mahabharata ile dünyayı dolaştık.”
Tarih tekerrürden ibarettir: Dünya turu dönüşünde, Kurtiz yine parasız ve işsizdir. Fakat ne yapar eder, 100 kişilik bir kadroyla Şeyh Bedreddin’i yapmayı başarır: “15 bin mark borç alarak bitirebildim işi. Arkasından Viyana’ya çağrıldım ama çok zor günler, feci parasızlık çekiyoruz. O sırada Hasan Bülent Kahraman’la Fikri Sağlar, Viyana’ya geldiler, bir şey ister misin, diye sordular. E, bu piyesi çağırın, festivale gelelim, dedim. İki defa Taxim’s Night Park’ta oynadım, geliş o geliş oldu. Menend’i tanıdım. Âşık oldum. Türkiye’ye küsmüş, Brezilya’ya gideceğim derken, birdenbire onunla kaldım. Çok da mutluyum.”
KISA HAYAT HİKAYESİ!
Tuncel Kurtiz’in Türkiye’deki yılları Hacı, Ramiz Dayı ve şimdi de Ebussuud Efendi’yi canlandırmaktan ibaret değil elbet: “18 yıldır da Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre’nin Gezici Film Festivali’nin içindeyim. Çok seviyorum yaptıkları işi, Kars’ta da üç sene bulunduk, çok güzel bir hayat yaşandı orda. Maalesef o da kaldırıldı şimdi. İnat Hikayeleri’ni yaptık Reis Çelik’le çok severek. Barış Pirhasan’la, Bilge Karasu’nun Usta Beni Öldürsene’sini yaptık. O güzelim Ömer Kavur’la Akrebin Yolculuğu’nu yaptık. Akrebin Yolculuğu, Ağrı’ya Dönüş, Şellale, hepsinde de ödül verdiler. Derken sağ olsun Ferhan Şensoy, Çok Tuhaf Soruşturma’ya çağırdı. Sonra Fatih’in (Akın) o güzelim filmi (Yaşamın Kıyısında)... Keyifli işler içindeyim yani.”
Bir an durup gülüyor: “İşte benim kısa hayat hikayem. Yetmedi mi hâlâ? Sen nasıl yazacaksın ki bütün bunları?”
Şöyle bir göz atıp da geçen vakti görünce, aklım şaşıyor. Tuncel Kurtiz, kristal billuru belleğiyle, sahneye koyduğu ve sahne aldığı tüm oyunları, rol aldığı ve çektiği tüm filmleri, kadrolarında tek bir kişiyi atlamadan, kronolojisi hiç şaşmadan saatlerdir anlatıyor (Bu okuduğunuz, özetin özetinin özeti bile sayılmaz). “Öyle bir hikaye yazmıştım ben” diyor: “İş arıyorum, bir yere gidiyorum, Kısa hayat hikayenizi yazın, diyorlar. Ben bir başlıyorum, şöyle oldu, böyle oldu, sonra bir de şu oldu, sonra bilmem ne... Derken sonunda bir bakıyorum, ofiste bir kadın yerleri süpürüyor. N’oldu, diye soruyorum, gittiler evladım onlar, diye cevap veriyor. Kısa hayat hikayemi yazıyordum ama ben, derken, ben bir kerizim, kes beni gıgıdan’ diye bitiriyorum hikayeyi. Bu hakikaten zoooor, uzuuun bir hikaye. Bunların içinden seç istediğini yaz, ne bileyim...”
Bir hikayenin içinden bir keriz geçiyorsa, o Tuncel Kurtiz değildir, orası kesin... Fakat o kerizi yazacak ve/veya oynayacak daha yetkin biri de dünya çapında zor bulunur.
GQ Türkiye
Ebru Çapa