“Kimse duymadan ölmeliyim

Ağzımın kenarında

Bir parça kan bulunmalı.

Beni tanımayanlar

"Mutlak birini seviyordu" demeliler.

Tanıyanlarsa, "Zavallı, demeli,

Çok sefalet çekti.."

Fakat hakiki sebep

Bunlardan hiçbirisi olmamalı.”

Orhan Veli Kanık

 

 

Bir sigara yakıyorum yazıya başlamadan önce. Uzun menzilli intihar silahı dağılırken ciğerlerimin kuytu köşelerine, "Hayatın neresinden dönülse kardır" diyen Nilgün Marmara fırlıyor köşenin birinden hem de bir omuz darbesiyle itekleyerek Sylvia Plath'ı. Sylvia sakince "Sırça Fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür" diye düşünürken gülümsüyor Nilgün Marmara'nın "kötü bir düş" olarak gördüğü dünyaya sırtını dönmesine.

 

Bir nefes daha çekiyorum ölüm neferinden. Derin soluyorum etrafımda kalan ne varsa. Biraz kek kokusu geliyor biraz da yanık süt üst kata çıkan merdivenlerden. Nicholas'ın ağlaması çalınıyor sanki kulaklarıma, Sylvia duymuyor ben de umursamıyorum. Varsa yoksa Nilgün'ün 6. kattaki balkonundan atlaması aklımda. Sırtını mı dönmüştü dünyaya, yüzünü mü çevirmişti mavi yorgana? Bir yudum su içiyorum temizlemek istercesine boğazımdaki düğümleri. Bardağı bıraktığım yerde çözülüyor (mu?) hepsi, eski kağıtların üzerine. İstesem turna kuşuyla hayat bağışlayacağım kağıtlar bir anıt gibi dikiliyor önüme. Sonunda dile geliyor taşlaşmış düğümlerim Nilgün'ün 29 yaşındaki sesiyle;

"çok yalnızım, mutsuzum

göründüğüm gibi değilim aslında

karanlıklarda kaybolmuşum...

bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır

aradıkça batıyorum karanlık kuyulara

kimse duymuyor çığlıklarımı

duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor

bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım

ümidimi yitirmişim

biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim

arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye

veda edeceğim"

 

en yakın yabancı sendin,

daha sürülmemişken ışığın biberi yaramıza,

yaslanırken boşlukta duran bir merdivene henüz.

...

yabancıların en yakınıydın sen!

 

ey iki adımlık yerküre

senin bütün arka bahçelerini gördüm ben!"            *Yalnızlık - Nilgün Marmara

Her nefeste karanfil soluduğum dehlizimden geçiyorum başıboş mısralara çarpa çarpa. Ne kadar hayat misafir etmişsem o kadar yol çıkıyor karşıma. Bir o kadar da "arka bahçe" adımlıyorum haliyle.

Yürüyorum... Sanki kaçıyorum ölülerimden. O ölülerim ki kimi intihar kimi cinayet.. Sahi siz sadece insanlar mı intihar eder sandınız?

Koşuyorum... Toprak bile atmadığım anılarımın üstüne basıyorum, Gregor Samsa'ya söz verdiğim gibi. Kimi tek kalmış çorap çaresizliği, kimi sallama çay kimsesizliği...

Ve sonunda tökezliyorum sımsıkı avucunda sakladığı notla yaşayan ele takılıp. Bardaktan boşanırcasına çorap yağıyor üstümüze, bardak sıcak henüz ve o elin kesildiği yerden çay süsü verilmiş kan sızıyor ayaklarıma. Gözümün önünden geçen çoraplardan birini geçirip başıma görünmez olmak istiyorum aniden veya kaçmak. Ama o el durur mu? Yakaladığı gibi bileğimden Galata Kulesi'nden sarkıtıyor beni. "İşte" diyor. "Bu kadar kolay"

Hazerfan desem değil, daha genç sesi. 17 yaşın telaşında dalgalı bir deniz bilmiyor okyanustan mı kopmuş yoksa okyanusa mı gitmek derdi…

"Babam notu okudu mu" diye soruyor bileğimdeki kolsuz el.

Konuşmaya başlıyorum. Ama ben desem değil, daha yaşlı sesim. Galata'nın duvarlarına çarpa çarpa yükseliyor bir babanın feryadı.

 

"6 Haziran 1973

Pırıl pırıl bir yaz günüydü.

Aydınlıktı, güzeldi dünya.

Bir adam düştü o gün Galata Kulesi'nden

Kendini bir anda bıraktı boşluğa.

Ömrünün baharında

Bütün umutlarıyla birlikte

Paramparça oldu

Bir adam düştü Galata Kulesi'nden

Bu adam benim oğlumdu."                            *Vedat'a Ağıt - Ümit Yaşar Oğuzcan

 

Şiir yazmaktan kolay mıydı intihar etmek ve kaç çeşit yol vardı "yolu bitirmek" için? Kendi sesimi duysaydım bunları soracaktım 24 intihardan kurtulup, asıl ölümü oğlunun intiharıyla tadan Ümit Yaşar'a. Ama ses benim değildi ve Galata'nın tepesinde dünyanın tüm yangınlarını görmüş gibi bağırmaktaydı bir baba:

 "Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat " diye...

 

Gözlerimde karanfiller açıyordu sigaram sönmeye yüz tutmuşken. Son nefesi çektiğimde biraz daha yaklaşacaktım ölüme. Hoş, sigarasız çeksem de aynı son değil miydi beni bekleyen? Ölüm ve intiharı ayıran ince çizgiydi sanki yıkıcı yapım eki. Söndürdüm.

Dilim uyuşmuş, göğüs kafesim kaskatı kesilmişti başımı kaldırdığımda. Yüzlerce haneden atlayan kesik eller görüyordum penceremin ötesinde. Bir hışımla fırlayıp "Yapmayın" demek için açtığım pencereden biri giriverdi haneme. "Merhaba Vedat" dedim. "Baban burada, benimle"

Araladığı avucundan düşen notu okumadan verecektim sahibine, zaman durmasaydı.

Vedat zamanı yendiği yerden zaferle babasına bakarken,

"Baba, intihar öyle edilmez, böyle edilir!" diyordu kim bilir belki de evden çıkmadan önce babasının masasında yazdığı notta.

Nilgün, Sylvia, Vedat ve daha niceleri, kimi uyanmak kimi kaçmak için intiharı seçmişti. Onlara göre intihar duygularını öldürdükleri cinayetin kalan formalitesiydi.

 

Gün aydınlanmıştı.

Helios kahvesini içerken penceremden gözüken haneleri çoktan uyandırmıştı.

Bana kalan sadece duygularımı bulmaktı.

 



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat