Asırlarca, neredeyse insanlık tarihinin önemli bir bölümüne sahne olmuş ve üzerindeki zamanın tozunu, toprağını geçirdiği dönüşümlerle ara ara silkelemiş olan Tekfur Sarayı, küllerinden doğan Zümrüd-ü Anka misali bugün, bütün heybetiyle karşımızda yükseliyor.
Bilenler bilir Fatih’in Edirnekapısı, şehre kuzeyden girecek olanların destur alıp girdikleri ve “Dur ey yolcu girmekte olduğun şehir, üç imparatorluğun varisi, Doğu’nun ve Batı’nın incisi, iki kıtanın birleştiği yerde Allah’ın bir mucizesi olan Şehr-i İstanbul’dur.” dedirten görkemli Theodosius Surlarıyla çepeçevre sarılı olmasıyla dikkatleri celb eder. İşte bu surlara bitişik olarak inşa edilmiş Tekfur Sarayı, Blakhernai Sarayı kompleksinin parçalarından biridir ve klasik Roma saray yapısının İstanbul’daki tek örneği olarak çağlar ötesinden taşıdığı tarihi mesajın ağırlığıyla yükselir.
Sarayın Bizanslı geçmişi hakkında fazlaca malumatımız olmasa da sevgili paleologlar tarafından XIII. ve XIV. yüzyıllarda yaptırıldığı tahmin edilmiştir ve Haçlı seferleri sırasında el izleri çoktan silinmiş olsa da Bizans imparatorlarının ikametgâhı olmasından mütevellit saray ahalisinin bir küçük sevdiceği olarak çeşitli mimari özelliklerinden dolayı X. veya XI. yüzyılda inşa edildiği yönünde tevatürler de mevcuttur. Öyle ya da böyle burası özellikle Doğu Roma’nın son ihtişamlı devrinde imparatorlar tarafından kullanılan saraylar arasında “biricik” olma hususiyetini korumaktadır.
Tarihçesi…
Romalılar, buraya önceleri Konstantin Sarayı, sonraları “Porfirogennetos Evi” demişler. Esasında “porfirogennetos”, prenslere verilen bir ünvandır ve bu ünvanla anılan VII. Konstantin oğlu Romanos için muhteşem bir saray yaptırmak için kolları sıvar. Roma dönemine dair dillendirilen diğer tezler ise şunlardır:
• Mihael, oğlu Konstantinos için yaptırmış olabilir.
• Manuel Kommenos eşi İrene için yaptırmış olabilir.
Kimin, neden ve hangi tarihte yaptırmış olduğunu tam olarak bilemediğimiz yapının geç dönem bir Roma eseri olduğunda bütün tarihçiler hemfikirdir. Sultanahmet Meydanı’nda yer alan Büyük Saray ve civarındaki yapılar, Roma hanedanları tarafından zamanla terk edilince ve Haliç surları ile bitişik olan bu yapıda ikamet başlamıştır.
İstanbul’daki tüm diğer eserler gibi Latin istilası esnasında ciddi zararlar görmüş ve çatı kaplamasındaki kurşunlar dahi eritilerek Venedikli tüccarlara satılmıştır. Elli yedi yıl süren istilanın sonunda yaklaşık 1261 dolaylarında, önemli bir bakım – onarım sürecine girmiştir.
Bizans tarihçileri tarafından nakledildiği üzere imparatorların taç giyme törenlerinin yapıldığı yer olarak “Taç Sarayı” olarak da anılmış ve son demlerinde Konstantinopolis, buradan yönetilmiştir. Bu cihetle İstanbul’un fethi için yapılan stratejik hazırlıklar açısından da kritik bir önemi olduğu tartışılmaz. Dolayısıyla Tekfur Sarayı, fetih taarruzunda şehre giren müfrezelerin aldığı ilk imparatorluk binası olarak tarihe geçmiş ve Edirnekapı ve Eğrikapı arasındaki sahada, fethin en sıcak muharebelerine şahit olmuştur.
Piri Reis’in İstanbul haritası çizimlerinde üstünde çatısıyla birlikte resmedilen Tekfur Sarayı’nın geçirdiği onarımlar sonucunda çeşitli amaçlarla kullanıldıktan sonra bir dönem fillere ve zürafalara bir barınak olarak tahsis edildiği yönünde rivayetlere rastlanmaktadır.
Hatta Fynes Morrison adlı bir gezginin 1579 tarihinde, kendisini yalamaya çalışan bir zürafadan söz ettiği güncesindeki detaylarda İstanbul’un fantastik yönleriyle de son derece cezbedici olduğunu söyleyebiliriz. Daha sonraları yapılan eklerle cam ve çini atölyesine dönüştürülen saray, bir çini imalathanesi hâline getirilmiş ve letafeti ile nam salmış bir çini salgınına mahal vermiştir.
Nitekim birçok cami inşaatında “Tekfur Sarayı çinileri” tercih edilmiş, kendi adıyla marka değerine ulaşan bu çiniler, Sultan III. Ahmed Çeşmesi’nden Hekimoğlu Ali Paşa Cami’sine, Haliç'teki Ferruh Kethüda Camisi'nden Silivrikapı'daki İbrahim Paşa Cami’sine kadar pek çok tarihi yapının bezemelerinde kullanılmıştır.
XX. yüzyılın başlarında dört duvardan ibaret olan saray, 1955-1970 yılları arasında geçirdiği tamiratlarla ayakta kalmayı başardı. Bir dönem şişehane olarak da kullanılan yapı, kentte bulunan en önemli cam üretim merkezlerinden biri oldu. Bu dönemdeki kâgir yapının çevresinde, mumhane, bakır kap kacak, fişek ve barut ile ilgili imalathaneler bulunuyordu.
Mimarisi…
Üç imparatorluğun birinin yegâne emaneti olan bu yapının en etkileyici bölümü, sur hatları arasında avluya bakan kuzey cephesinde yer alıyor. Avluya kemerlerle açılan tonozlu ve dikdörtgen bir planda inşa edilmiş zemin katı, payeler arasında ikişerli gri granit sütunla desteklenen açıklıklarla avluya bağlanıyor. Yüzeyi, geçme motifi ile süslenen sütunların üzerindeki impost başlıklardan bir parçası günümüze kadar ulaşmış, taşıyıcılığını kaybeden sütun ve başlıklar, 1955 ve 2012’deki son restorasyonlarda yenilenmiştir.
Zeminin üzerindeki birinci kat, avluya bakan yuvarlak kemerli pencerelerle aydınlanıyor ve bu katın kuzey bölümünde bulunan bir koridorla, doksan yedi numaralı kuleye geçiliyor. Mevcut izlerden buranın ahşap bir döşemeye sahip olduğu anlaşılıyor. İkinci katın hem avluya bakan kuzey cephesinde hem de güney ve doğu cephesinde konsollar üzerine dayanan localarla dışarı açıldığı görülüyor.
Sarayın alt bölümlerinde taş, üst bölümlerinde taş ve tuğla karışık olarak kullanılmış; kuzey cephesinde revak ve pencere kemerleri, alınlıklar ve kemer aralarındaki üçgen yüzeyler Küfeki taşı ve tuğla parçaları ile yapılan geometrik motiflerle bezenmiştir. Üst kattaki iki kademeli kemerin üzerindeki iki sıra, yeşil sırlı süs çömlekleri göze çarpıyor.
Cephedeki bu renkli ve hareketli görünüm, renkli taş ve cam gibi öğeler katılarak zenginleştirilmiştir. Öte yandan orta kat ve üst kat cephesinde, üç sıra tuğla bir sıra taş ile inşa edilen kemerin altında pencereler bulunuyor, buradaki bir numuneden bir özgün söve örnek alınarak diğer pencerelerin mermer söveleri tamamlanabilmiştir.
Güney cephede, yapının içine bakan kısımda kazamatlar yer alırken dış cephenin ortasında, mermer konsollara oturan çıkmanın içerisinde ise küçük bir şapel bulunuyor. Bir kişinin ibadet edebileceği boyutlara sahip şapelin, sarayın bu bölümünü kullanan hükümdar ya da ailesine ait olduğu sanılıyor.
Sarayın kısa kenarlı cephesinde, üstte taş konsollarla taşınan büyük ve geniş bir balkon kente bakıyor. Yapının çatısı, son restorasyonda (2005-2014) yeniden üretilerek alaturka kiremit ile kaplanmış olup sarayın kemerli, tonozlu alt katı ile üstteki ahşap katlara ulaşan merdiven, eski yerinde modern bir tasarımla yeniden hazırlanmış bulunuyor.
Günümüze gelindiğinde…
Bugün tarihi şâhitliğinin ve kimliğinin yanı sıra İstanbul’dan dünyaya gönderilen nadide çömlek, çini ve cam üretim sanatlarının eşsiz numunelerinin sergilendiği bir müze olarak işlev kazanmış olan Tekfur Sarayı’nda hologram teknolojisiyle çömlek yapımının detaylarını öğrenebiliyoruz. Sultan III. Murad’ın oğlu Şehzade Mustafa’nın düğün merasimi için düzenlediği şenliklerdeki (1582) Surname-i Hümayun eserlerinin cam ve çömlek geçişlerinin animasyon tekniğiyle anlatıldığı tasvirleri de görme imkânımız bulunuyor.
XX. yüzyılın başlarında, dört duvardan ibaret olan ve bugün Topkapı Sarayı’ndaki ziyaretçileri kendine hayran bırakan eşsiz Kaşıkçı Elması’nın bu sarayın çöplüklerinde hasbelkader bulunduğuna kim inanır? Asırlarca, neredeyse insanlık tarihinin önemli bir bölümüne sahne olmuş ve üzerindeki zamanın tozunu, toprağını geçirdiği dönüşümlerle ara ara silkelemiş olan Tekfur Sarayı, küllerinden doğan Zümrüd-ü Anka misâli bugün, bütün heybetiyle karşımızda yükseliyor.
Dünyabizim.com