Aramızdan ayrılalı altı sene olmuş. Ahmet Kaya, altı senedir Pere Lachaise'de, Jim Morrison'ların, Oscar Wilde'ların, Yılmaz Güney'lerin yanında. Bakmayın fısıltı gazetesinin 'Yaşıyor' dediğine, aynı zamanda bir 'demokrasi beşiği' de olan Fransa'da altı senedir sürgünde...
Hatırlıyor musunuz, Ahmet Kaya'yı sürgüne bir linç girişimiyle yolladık. Bugün vakayı adiyeden olan seri linç girişimlerinin ilk halkası belki de 1999'da Show TV'deki Magazin Gazetecileri Derneği'nin ödül gecesinde yaşanmıştı. Yılın en çok satılan albümü onundu, ödül ona verildi, o da haliyle konuşma yaptı. Çıkacak albümü için Kürtçe bir şarkı okuduğunu, bir de klip çekeceğini, büyük TV kanallarının da herhalde klibi yayımlayacağını söyledi. Sonra gelsin çatallar, kaşıklar, yuhalama-lar, efelenip sahneye yürümeler, Reha Muhtar'lar, Serdar Ortaç'lar, Ebru Gündeş'ler, Şenay Düdek'ler, onuncu yıl marşları, güvenlik kordonları...
Ölçüsüz milliyetçi infialin kurbanı
O gece Türkiye'nin küçük çapta dönüm noktalarından, utanç anlarından biriydi. Sonrasında Ahmet Kaya yapayalnız bırakıldı, asparagas haberlerle hedef gösterildi, yurtdışına çıkmak durumunda kaldı, çok sevdiği memleketinden uzakta, yalnız öldü. Bahsettiği albüm ölümünden sonra yayınlandı, Kürtçe bilmemesine rağmen okumaya çalıştığı 'Kervan' da klibiyle beraber burada yer aldı, tabii televizyonlarda falan gösterilmedi. Ama çok geçmeden başka Kürtçe şarkılar, klipler yer aldı televizyonlarda. Hep yaptığı gibi önden koşan, sözünü sakınmayan Ahmet Kaya, ölçüsüz bir milliyetçi infialin kurbanı olduğuyla kaldı. Ya da, daha doğrusu, bu sayede, şarkılarında hep bahsettiği tekinsiz hayatın şahsında vücut bulmasıyla, bir tutarlılık, bir bütünlük kazandı. Üzücü de olsa, şarkılarıyla ölümünde de hemhal oldu...
Ahmet Kaya'yı, sessizlikte bir ses olarak değerlendirmek gerekir herhalde. 12 Eylül'ün izleri henüz belirginken, 1985'te ilk albümü 'Ağlama Bebeğim'i yayınladığında, sanat ve fikir hayatı öylesine durgun, hapishanelerde işkence gören, idam bekleyen, sürgünde çile dolduran yüz binlerce insan öylesine sahipsizdi. Bir sene sonraki üçüncü albüm, 'Şafak Türküsü', bu büyük kitleye adeta tercüman oldu. Daha ortada doğru dürüst 'Türk popu' da yokken, Hey dergisinin listelerinin tepelerinde, bir 'protest' şarkıcı dolanıyordu. 1987'de 'yorgun demokrat'lara omuz verirken, 1988'de 'Başkaldırıyorum'la ayaklarının üzerine dikilecekti. 'İyimser Bir Gül'ün, 'Sevgi Duvarı'nın ardından, artık Türkiye'nin en çok dinlenen isimlerinden biri olmuştu. Solun zayıflığından bahsederken, belki de bir potansiyel olarak yüz binlerce Ahmet Kaya dinleyicisine bakmak gerekiyordu. Daha sonraları, 'düşük yoğunluklu çatışma'nın en sert, en karanlık döneminde 'Şarkılarım Dağlara' diyebildi. Faili meçhuller alıp başını giderken 'Beni Bul' diye bağırıyordu. Mücadele nereye evriliyorsa, nerede bir haksızlık çıkıyorsa, oraya bakmaya çalışıyordu. Şimdilerde müzikte hasret kaldığımız bir hak arama, hesap sorma tavrını korumaya gayret ediyordu...
Onca sevilen, ama çok da hor görülen müziğinde acaba göremediğimiz, değerlendiremediğimiz şeyler mi var? Genellikle Osman İşmen'e teslim ettiği düzenlemeler daha iyi olabilirlerdi hadi, ama arabeskle itham edilmesine ne demeli? Nihayetinde modern bir lokal füzyon olan arabeskin kapsayıcılığının, sahiciliğinin, bu toprakların kulağına ve geleneğine ait olduğunun farkındaydı muhtemelen. Sesine gem vurmayı sevmeyecek birinden bekleneceği gibi, gırtlağının o sulara girmesi için de herhalde ekstra çaba harcamıyordu. Kendisini arabesk yapmakla suçlayan birine bir gün şöyle demiş: 'Ne yani, Araplar devrimci olamaz mı arkadaş?'
Attilâ İlhan, Hasan Hüseyin, Ahmed Arif kadar, herhalde Yusuf Hayaloğlu'nu da onunla anmalı. Kendi yazdıkları kadar, Hayaloğlu'nun söz dünyası da belirledi şarkılarını. Bir cebinde Das Kapital, bir cebinde rakı şişesi, yarını belirsiz, dokunsan yanacağın bir adamdı şarkılardaki. Öyle de öldü.
Posterlik bir devrimci
Ahmet Kaya'nın ölümünün ardından dört albüm yayımlandı. Beşincisi de yolda: yepyeni şiirlerle dönüyor Ahmet Kaya. Kaya'nın anısını hakkıyla yaşatmaya çalışan GAM Müzik, şiirleri Ahmet Kaya besteleriyle besleyerek yayına hazırlıyor. Bu ay sonuna kadar çıkmasını umduğumuz albümün adı muhtemelen 'Gözlerim Bin Yaşında' olacak.
Bu topraklarda iyice kök salmaya başlayan bir baskıcı iklimin, hoşgörüsüzlüğün, birörnekleşmenin, eblehleşmenin karşısında hâlâ bir panzehir Ahmet Kaya. Ölümünden altı yıl sonra anlıyoruz ki, Deniz Gezmiş ve Yılmaz Güney'in yanına, Türkiye tarihinin en ünlü (en posterlik) üç devrimcisinden biri olarak adını yazdıran Kaya, büyük bir boşluk dolduruyormuş. Şimdi o boşluk, hatasıyla günahıyla normal bir insan olan Kaya'nın kahramanlaştırılmasıyla doldurulmaya çalışılıyor. Bir yanda idolleştirme, bir yanda yok sayma: '80'lerin ve 90'ların en kitlesel sanatçılarından birine bugün reva gördüğümüz bu. Ölüm yıldönümünde bari, ifrattan ve tefritten kaçınarak, başına gelenlerin yarattığı öfkeyi ve dersi de saklı tutarak, koyalım bir CD'sini, açalım bir rakı. Neşeli bir şey olsun: 'Çek Mustafa Çek' mesela, 'İyimser bir gül açsın yanaklarında' ya da...
Merve Erol
11 Kasım 2006 / Radikal Cumartesi