37İNCİ DÖNEM 3ÜNCÜ BÖLGELERARASI TOPLANTI
AÇILIŞ KONUŞMASI
ECZ. ERDOĞAN ÇOLAK
Sayın İl Sağlık Müdürüm,
Eczacı Odalarımızın ve Kooperatiflerimizin Değerli Başkan ve Yöneticileri,
Saygıdeğer Konuklar,
Türk Eczacıları Birliği 37 inci Dönem 3üncü Bölgelerarası Toplantımıza hepiniz hoş geldiniz.
Her şeyden önce bizleri bölgesinde ağırlayan başta değerli meslektaşımız 45. Bölge Çorum Eczacı Odası Başkanı Şefkat Güler ve tüm yönetim kurulu üyelerine teşekkürlerimizi sunmak isteriz. Eminiz ki kendilerinin inceliği, nezaketi ve özeni sayesinde burada sorunsuz ve çok verimli bir toplantı geçireceğiz.
6 bini yılı aşkın bir zamandır yaşayan bir şehirde bulunuyoruz. Bu topraklar, binlerce yıldır bir çok hikayeye tanıklık ediyor. İnanıyorum ki burada 3 gün sürecek toplantımız da, eczacılık tarihine yazılacaktır.
Üzerine bastığımız topraklar; insanlığın gelişiminin yaşayan tanıklarından. İnsanlık ve insanlığın oluşturduğu toplumlar hiç durmadan bir devinim halinde. Bu devinimin tamamını bir gelişim olarak adlandırmak her zaman mümkün değil. Kimi zaman yaşananlar gelişim değil, yalnızca değişim oluyor. O yüzden değişim her zaman ilerleme anlamına gelmiyor.
Değişim süreci, binlerce yıllık insanlık tarihine baktığımızda, son yüz yılda inanılmaz bir hız kazanmış durumda. Mesafeler kısaldı, iletişimde yaşanan devrim sonucu toplumsal yaşamın örgütlenişi tamamen değişti. Bu süreç birçok olumlu şey getirdi ancak birçok acı ile birlikte. Dolayısıyla insanlığın serüveni hiçbir biçimde doğrusal ve yalnızca gelişim perspektifi ile okunamayacak kadar çok boyutlu. Bizler hala tek tek insanlar ve toplumlar olarak, temel insani ihtiyaçlara ulaşamadığı için hayatını devam ettiremeyen milyonlarca insanın yükünü omuzlarımızda taşıyoruz. Uzayda neler olduğunu keşfetmenin ötesine geçip, belki orada yeni bir hayat kurmaya hazırlanan, bundan 20-30 yıl önce bile hayal edilemeyecek gelişmelere imza atan insanlık, hala açlık yüzünden hayatını kaybeden milyonlarca çocuğun gözünün içine bakmak zorunda. 700 milyondan fazla insanın açlık sınırının altında yaşadığı bu dünya, maalesef eşitsizliklerin derinleştiği, bir çok insanın o derinlikte kaybolduğu, öldüğü bir çöle dönüşüyor. Bunu biz, kendimiz kendimize, neslimize ve doğaya yapıyoruz. Alinoyi’yi sular altında bırakan zihniyet dünyası, elbette “deprem olursa siyanür barajı çökebilir” uyarılarına da kulak tıkıyor. Doğa ise bu duyarsızlık ve ihmalkarlığa yanıt vermekte gecikmiyor.
Gelişen teknolojiler yaşamı birlikte paylaştığımız birçok canlı için, doğa için, insan için kimi zaman yalnızca yıkım getiriyor.
Evet, bizler hala doğanın gücü karşısında aciz konumdayız. Örneğin son olarak tüm insanlık canlı yayında Japonya’da gerçekleşen felaketi izledi. Bizler televizyonlarımızın karşısında, çaresizce, binlerce insanı etkileyen bir yıkıma şahit olduk. Şanslı mıyız? Belki evet, teknoloji bizlere yok olan yerleşim yerlerini, tsunamiyi canlı canlı izleme fırsatı verdi. Ancak büyük çaresizliğimizi bir kere daha anlamış bulunduk. Depremden daha büyük felakete neden olan tsunami sonrası, ileri teknoloji ürünü nükleer santrallerin yarattığı felaketi de yine elimiz kolumuz bağlı izlemek zorunda kaldık. Hep birlikte nükleer sızıntının hangi bölgelere dağıldığını takip ettik.
Biliyorsunuz Türkiye’de de ileri teknoloji ürünü ve ucuz bir teknoloji olarak sunulan nükleer santraller, orta ve uzun vadede ciddi bir tehlike olarak orta yerde duruyor. Hükümet Akkuyu ve Sinop’tan sonra İğneada da dahil olmak üzere 8 nükleer santral daha yapılacağını açıkladı. Bu santraller Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 16’sını karşılayacak. Peki Türkiye’nin elektrik şebekesindeki kaçaklar nedeniyle kaybettiği enerjinin oranı nedir? Yüzde 23. Demek ki burada başka bir proje var. Belli ki, Türkiye’nin dört bir tarafına nükleer santral kurulmasının daha çok bölgesel güç olmaya çalışmak konusu ile ilgisi var.
Evet, nükleer enerji belki ekonomik maliyetleri açısından ‘ucuz’ bir teknolojidir. Peki ya atıklarının saklanmasının maliyeti, sunduğu enerji bittiğinde ortadan kaldırılmasının maliyeti nedir? Ya da böylesi bir tehlike karşısında binlerce, milyonlarca insanın hayatı üzerindeki engellenemez ve geri döndürülemez etkilerinin maliyeti hangi para birimi ile, nasıl ölçülebilir? Bugün bu ülkede nükleer enerjiyi savunan insanlar kadar yaşadığı yeri, toprağını, deresini, havasını savunan insanları da dinlemek, onların taleplerine, onların eleştirilerine de kulak vermek gerekir. Son olarak Kütahya’da bir gümüş şirketinin faaliyetleri nedeniyle halkın kullandığı suya siyanür karıştığını biliyoruz. Yalnızca o bölgedeki insan sağlığını uzun dönemli etkileyen bir durum değil. O bölgedeki tüm canlı yaşamını ve hatta tarımı tümden tehdit eden bir gelişme ile karşı karşıya kaldık. Bu açıdan bakıldığında kar-zarar bir kere daha değerlendirilmelidir. Hiçbir üretim, hiçbir teknoloji, hiçbir buluş toplumsal yararın önüne konmamalıdır. Daha yavaş, daha az modern, daha az teknolojik bir hayatta yaşayabiliriz. Ancak sağlıksız bir çevrede, toprağımızın, suyumuzun zehirlendiği bir hayatta yaşama şansımız bulunmuyor.
Ancak kötümser değiliz. Bizler, aklın kötümserliğine, iradenin ise iyimserliğine inananlardanız. Fakat burada sözünü ettiğimiz her zaman tek tek insanların iradesi olmuyor. Bir yanda siyasi irade ile diğer yanda ona baskı yapmak üzere bir araya gelmiş insanların iradesi arasındaki gerilim, deyim yerindeyse dünyanın gidişatını belirliyor. Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali diktatörlüğünün devrilmesiyle başlayarak bütün Ortadoğu’yu etkisine alan ve Arap Baharı olarak adlandırılan halk isyanları dalgası inişleri çıkışlarıyla, zikzaklarıyla devam ediyor. Süreç şimdilik tıkanmış ve geriye çekilmiş gözüküyor. Son olarak yanı başımızda Suriye’de Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren gelişmeler yaşanıyor. Nihayet 11 Eylül saldırılarına kadar yıllarca ABD’nin desteğine sahip olan, 11 Eylül’den sonra ise küresel terörist ilan edilen El Kaide lideri Usame Bin Ladin’in öldürülmesi yeni bir evreye girilmesi anlamına geliyor. Bin Ladin’in Arap isyanlarının hemen ardından öldürülmesi, iki olay arasında bağlantı kurulmasına yol açıyor. Nitekim bilinen bir gazetede çıkan bir makale, Arap isyanlarının, Bin Ladin’in varlığını gereksiz kıldığını, zira Batı açısından bölgede yeni bir istikrarsızlık noktası oluştuğunu, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yeni cepheler açıldığını söylüyor. Bu bağlamda Türkiye’nin bölge halklarının özgürlük ve demokratikleşme talepleri çerçevesinde diktatörlüklere ya da emperyalist müdahalelere destek dışında yeni bir bölgesel politika oluşturması gerekiyor.
Burada sözünü ettiğimiz gerilimin anlamı, kuşkusuz hükümet etme biçimlerine göre değişiyor. Demokrasi, bu gerilimin olağan sayıldığı bir siyasal yönetim biçimi. Oysa, bugün Suriye’deki, birkaç ay önce Mısır’daki, Tunus’taki yönetimler, gerilimi, halkın haklı talepleri olarak değil, kendilerine başkaldıran ayaktakımı olarak gördükleri için onlara diktatörler diyoruz. Bizler, devletin insan için olduğuna inanıyoruz. İnsan dediğimiz de topluluk olarak, bireyler olarak, meslek mensupları olarak, hakkını aramaya yazgılıdır. Hükümetler ve en genelde siyasi irade, bu hakkı talep edenlerle hakkı verenler arasında bir denge alanıdır. O yüzden demokrasilerde “ben yaptım olducu” davranışların yeri yoktur. O yüzden demokrasilerde, şeffaflık ve hesap verebilirlik birincil unsurlardır. O yüzden demokrasilerde, basın özgürdür, o yüzden insanlar farklılıkları nedeniyle ayrımcı muamelelere tâbi tutulamazlar.
Siyasi irade ve halkın iradesi arasındaki denge, ancak halkın taleplerini dikkate alarak kurulabilir. Buna eczacılarınki de dahildir. Hatta sağlık çalışanlarının sağlığını iyileştirmek, halk sağlığını sağlamanın en temel yollarından birisi konumundadır.
Değerli Meslektaşlarım,
Saygıdeğer Konuklar,
Hepimiz hep birlikte yaklaşan genel seçimlere odaklanmış durumdayız. Ülke gündemi de seçimlere kilitlenmiş durumda. Bu sabah İstanbul’dan gelen haber hepimizi oldukça tedirgin etti. Şiddet ve çatışma üzerinden toplumun gerilmesi, özellikle seçimlere bu kadar az zaman kalmışken oldukça tehlikelidir. Gerçekleştirilen saldırıyı kınıyor, tüm toplum için çatışmanın değil sağduyunun egemen olacağı günler diliyorum.
Seçimler, önümüzdeki 5 yılımızı nasıl yaşayacağımızı doğrudan belirleyecek; hem bir vatandaş, hem meslek örgütlerinde hizmet üretmeye çalışan Türkiye’de sivil toplum alanının paydaşları, hem de birer sağlık çalışanı ve eczacı olarak hepimizi çok boyutlu bir biçimde etkileyecek. Bu nedenle hepimiz açısından son derece kritik bir süreç.
Türkiye son iki seçimdir üç buçuk partili bir sistem kurmuş durumda. Seçime giren 17 partiden önemli bir kısmı baraj altında kalacak. Bazıları da bu antidemokratik baraj uygulaması karşısında onun etrafından dolanacak. Seçim konusu açıldığında, en baştan başlamak gerekiyor. Türkiye’de özgür bir seçim ortamı olduğunu söylemek zor. Herkesin birbirine kulaklarını tıkadığı, daha çok üç gün sonra hiç hatırlanmayacak sözler üzerinden ağız kavgalarının yapıldığı, halkın gerçek sorunlarının masaya yatırılmadığı, herkesin sadece yaptıklarını anlatmakla yetindiği bir dönem yaşıyoruz. Barajlar, dokunulmazlıklar, siyasal partiler yasası gibi çok temel demokratik kriterlerin yine karşılanmadığı bir seçim geçireceğiz.
Bu seçimler Türkiye tarihine bugüne kadar görmediğimiz, hiç alışık olmadığımız bir takım gündemler ile şimdiden kaydedildi. Bu süreçte mitinglerde, meydanlarda gün geçtikçe sertleşen üsluplar ile karşı karşıya kaldık. Program, proje, hedeflerden çok, liderlerin tavır, üslup ve söylemleri ile şekillenen bir seçim sürecinden geçiyoruz. Bununla birlikte bu seçimler gündeme gelen kasetler ile de mutlaka hatırlanacaktır. Siyasal sürece böylesi etik dışı müdahaleler olması son derece kaygı vericidir. Bu sürecin müsebbibi ya da muhatabı kim olursa olsun, bunlar kesinlikle kabul edilemez gelişmelerdir. Siyasal alandaki kutuplaşmanın, hem hukuksuz hem de anti demokratik yöntemler ile böylesine arttırılması, son derece kaygı vericidir. Sürekli gündeme getirilen kasetlerin özneleri kim olursa olsun, içeriği ne olursa olsun her şeyin ötesinde bu kasetler hukuk dışı yollarla hazırlanmıştır. Bu nedenle baştan karşı durulmalıdır. Böylesi bir süreçten kazançlı çıkan hiçbir taraf olamaz; olsa olsa bu ülkede bireyin güvenlik duygusu ciddi biçimde zarar görür. Böylesi bir yöntem sonucunda eğer yaratılmak istenen bir ‘birliktelikse’ bu birliktelik; anti demokratikliğin, ahlak üzerinden vurgu yapılmak istenirken bilakis etik dışılığın birlikteliği olacaktır. Bu nedenle bireyler ve sivil toplum alanının kurumları olarak, böylesi gelişmelere asla prim vermemeli, tüm gücümüzle karşı durmalıyız.
Değerli Meslektaşlarım,
Bu seçimlerin asıl önemi, seçimden sonra gündeme gelecek olan Anayasa’dır. Anayasa’nın nasıl bir Meclis bileşimi ile yapılacağı, içeriğini de belirleyecektir. O nedenle, seçimlerde var olan tahminlerin bir iki puan üzerine çıkabilmek için kızgın bir yarış sürdürülmektedir. Buradan ifade etmek isterim ki, bizler hangi hükümet seçilirse seçilsin, hangi bileşenle, hangi dengede yeni Anayasa yapılırsa yapılsın, çoğulcu, demokratik ve ülkemizde barış ortamını hakim kılacak çözümlerden yanayız. Bu ülke insanının çatışmaların sürmesinden kazanacağı hiçbir şey yoktur. Kaybedeceği şey ise çoktur. Bizler, sağlık çalışanları olarak her şeyden önce barışın sağlık demek olduğunu bilen insanlarız. Dünyanın neresinde olursa olsun, çatışmalar yıkım demektir. Bunu savunabilmemiz mümkün değildir.
Değerli Meslektaşlarım,
Biraz önce de ifade ettiğim gibi seçimlerde, fikirlerden ziyade bireyselliklerin gündeme geldiği bir süreci yaşıyoruz maalesef. Bu nedenle toplumu ilgilendiren sağlık gibi, eğitim gibi, ulaşım, barınma, işsizlik gibi sorunlara, bu konulardaki projelere eğilme şansımız maalesef pek olmuyor. Ancak bizler yine de bu cepheden bakmak zorunda olanlarız.
Her şeyden önce, bu salonda bulunan herkes artık net bir biçimde biliyor ki, eczacılık alanı global bir dönüşüm geçiriyor. Elbette bu dönüşüm salt eczacılıkla sınırlı değil. Bu dönüşümün nedenlerinin başında sosyal refah devleti uygulamalarının son bulması ya da bulmaya yüz tutması geliyor. Refah devletinin çözülüşü ile birlikte halkı için çalışan devletlerden, piyasa için çalışan devletlere doğru tüm dünyada çok hızlı bir yol alınıyor. Ekonomik kriz bu süreci derinleştiren bir işlev görüyor. Kriz, tüm dünyada işsizlik ve yoksullukta büyük artışlar anlamını taşıyor. Üstelik gıda ve suya erişimin kısıtlanması sonucunda temel sağlık parametreleri de değişiyor. Çok daha sağlıksız bir dünyada yaşadığımız aşikar.
Diğer yandan dünyanın her yerindeki parlamenter demokrasilerde hükümetler, 1980’lerden itibaren halkın en yoksun olduğu hizmetlerin başında gelen sağlığı, piyasa baskısı altında sürekli olarak daha ucuza mal etmek için çalışıyor. Aynı zamanda artan ve yaşlanan nüfus ile birlikte yükselen talep, bu hizmetlerin maliyetleri üzerinde ağır bir baskı yaratıyor.
Hizmet sektöründeki her alanda olduğu gibi sağlık alanı da bu alandaki profesyonellerin emek gücüne dayalı; emek-yoğun bir sektör olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla alanda ücretleri ya da doğrudan-dolaylı gelirleri baskılamak, sağlığın maliyetini azaltmak için en uygun, piyasa bakış açısına göre en rasyonel yöntem; sağlık çalışanlarının kamu üzerinde yarattığı maliyetleri azaltmak oluyor.
Maliyeti azaltmanın temel iki yolu söz konusu: Birincisi, kamunun yükünü azaltmak için sağlık alanını çalışanları ile birlikte daha fazla özel sektöre kaydırmak, ikincisi ise kamuda çalışanların ücretlerini baskılamak.
Ücreti baskılamak içinse, her zaman kullanılan klasik bir yöntem var: Meslekleri değersizleştirmek. Bunun için arzı artırmak, yani daha fazla fakülte açmak; diğer yandan da kamuoyunun gözündeki imajları ile oynamak her yerde kullanılan belirgin stratejiler olarak görünüyor. Bugün, hemen bütün sağlık meslek çalışanları, hekimler, eczacılar, hemşireler, tüm sağlık profesyonelleri, mesleki değersizleştirme ile karşı karşıyalar.
Bugün sağlık sistemi ‘verimlilik’ ve ‘performans’ üzerinden değerlendiriliyor. Bu iki kavram bugüne kadar özel sektör alanının kavramları olarak hayatımızdayken, bugün kamu sağlık alanını bu iki ilkeye göre planlama yoluna gidiyor.
Örneğin AKP’nin seçim programında sağlıkta dönüşüm süreci aktarılırken üzerinde en fazla durulan konulardan bir tanesi vatandaş memnuniyeti. Programda, bu süreçte sağlık hizmetlerinden vatandaş memnuniyet oranının yüzde 39’dan yüzde 73’e çıktığı ifade edilmekte. Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki, hizmetten faydalanan kişilerin hizmetten memnun kalması elbette olumlu bir gelişmedir. Ancak sağlık alanı alelade bir hizmet üretim alanı değildir. Dolayısıyla basitçe güler yüz, ilgi, alaka, düzgün fiziksel mekan sunumu gibi özellikler ile memnuniyet ölçülemez. Sağlık hizmetinin nasıl sunulduğu elbette önemlidir. Elbette sağlık hizmeti, doğru koşullarda, rahat ortamlarda, kolayca ulaşılabilecek bir biçimde sunulmalıdır. Bu, zaten olması gereken bir tablodur. Ancak aslolanın her zaman için sağlık hizmetinin içeriği, yani özü olduğu unutulmamalıdır. Sağlığı yeniden tesis etmeyi ve tam olarak hastalıklardan korunmayı sağlayan bir sağlık hizmeti, herkesi kapsayan, yaygın sağlık hizmeti sunumu, her zaman birinci öncelikte olmalıdır. Ancak vatandaşlar, yani sağlık hizmetinden faydalanan kişiler böylesi özsel değerlendirmeleri yapabilecek bilgiye sahip değildir. Bu nedenle sağlık hizmeti sunucuları sağlık alanının en önemli halkalarıdır.
Dolayısıyla sağlık hizmet sunucularının birey ya da toplum yararına göre karar veren kişiler olmaktan çıkarak, hastaları memnun etmesi gereken, performansı doğrultusunda gelir elde edebilen bireylere dönüştürülmesi ciddi bir tehlike arz eder. Hekimler ve eczacılar hastaları memnun etmenin yolunu; en uygun, en doğru, en etkili ve toplum için maliyeti en düşük tedaviyi başlatmak, uygulamak ve bu tedavinin sonuçlarını izlemek olarak tanımlarlar. Bu da değiştirilmemesi gereken, evrensel ve temel bir ilke olarak korunmalıdır.
Oysa bugün hem hekimlerin, hem eczacıların, hem de diğer tüm sağlık çalışanlarının memnuniyetsizliğini yüksek sesle ifade ettiği bir dönemdeyiz. 13 Mart’ta hep beraber bu tepkimizi gösterdik. Eczacılar olarak sağlıkta tasarrufun bizim üzerimizden ve hastalarımızın sağlığı tehlikeye atılarak yapılmasına, her zeminde karşı olduğumuzu ifade ettik, bugün bunun altını bir kez daha çizmek istiyorum. Bugün eczacıların toplumun en örgütlü kesimlerinden biri olarak bir arada durmalarının en önemli nedeni, güçlü dayanışma duyguları, aktif meslek örgütleri kadar, sağlık alanında tasarrufun akılcı olmayan yollardan yapılmasıdır.
Değerli Meslektaşlarım,
Kuşkusuz sağlık harcamalarındaki artış, ilaç harcamalarındaki artışı da beraberinde getirmektedir. Özellikle yeni nesil ilaçlar ve biyoteknoloji ürünü ilaçlara doğru yaşanan yeni göç dalgası, ilaç fiyatlarını artıran bir işlev görmektedir. Bu da toplam ilaç harcamalarını artırmaktadır. Diğer yandan, yaşlanan nüfusla birlikte özellikle kronik hastalık sıklığındaki artış, yine ilaç bütçelerini baskılayan bir unsurdur.
İlaç alanında dönüşüm temel olarak SGK’nın kurulması ile ete kemiğe bürünmüştür. Bedeli geri ödenecek ilaçlar listesi, ilaç fiyatlarının düşürülmesi, KKİ aracılığıyla, hem eczacı karının hem de kamunun ilaç alım fiyatlarının kontrol altında tutulması, global bütçe uygulaması ile firmalara neredeyse pazar payları kadar sabit ödeme yapılması, ilaç yazım koşullarının ağırlaştırılması gibi tedbirler, Sağlıkta Dönüşüm’ün ilaç maliyetlerini azaltmak yönünde attığı adımlardır.
Kısacası bizler devlet organizasyonunun, devletin hizmet sunma biçim ve sınırlarının, sağlık alanının ve elbette içerisinde ilaç politikalarının tümden değiştiği bir süreci hep birlikte yaşıyoruz. Artan ilaç harcamaları her ne yöntemle olursa olsun baskılanmak isteniyor. Fakat aynı anda ilaç firmalarının daralan Pazar paylarını arttırmak için ilaçta reklam ve OTC kategorileri sürekli gündemde tutuluyor. Bir halk sağlığı sorunu olarak karşımızda duran bitkisel ürünlerdeki tehlike kontrol altına alınmıyor ve yasalara aykırı olduğu halde internet ve diğer kitle iletişim kanalları üzerinden reklamlar ve hatta ilaç satışları devam ediyor. Diğer yandan, eczacılık sisteminin devamlılığını gözetmeden eczane ekonomileri baskılanıyor. Bilgisi ve sınırlı sermayesi ile yaşamaya çalışan eczanelerin geleceği çok da önemli görülmüyor çünkü eczacılık hizmet arzı açısından bir sorun olmadığı değerlendiriliyor. Güncel eczacılık hizmetleri üretecek ve eczaneler arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldıracak yasal düzenlemeler hayata geçirilmiyor. Buna karşılık sürekli yeni eczacılık fakülteleri açılıyor, bu kişilerin nerede, nasıl istihdam edileceğine ilişkin hiçbir plan / proje olmadığı halde.
Değerli Konuklar,
Ortak toplumsal hayatın önemli bileşenlerinden bir tanesi olan sağlık alanı, sadece tasarruf amacıyla tasarruf edilemeyecek bir alandır. İlaca ve sağlığa erişememe riskini taşıyan her türlü tasarruf arkasından çok daha büyük toplumsal ve ekonomik maliyetleri getirmeye gebedir.
Bizler, toplumun ilaca ve sağlığa, sağlıklı bir biçimde ulaşması için, hem kendi sağlığımızı, hem de hastalarımızın sağlığını korumak için, sağlık alanında tek mümkün yapısal dönüşümün hasta merkezli, akılcı ilaç kullanımına dayalı, ilacın metalaşmasını ve ticarileşmesini reddeden bir anlayış üzerine inşa edilebileceğine inanıyoruz.
Bu savlarımızın bir gereği olarak kendi meslektaşlarımızın gelişimi için projeler geliştiriyoruz. Sağlık hizmet sunucuları açısından değişen sağlıklı olma ihtiyacına yanıt üretebilmek noktasında, eğitimin çok kritik bir önemi olduğunun farkındayız. Eğitimin sürekli güncellenebilir, bilimsel ve kaliteli olması gerekir. Ancak aynı zamanda, zaman ve mekan engelleri de minimuma indirilmelidir. Bu amaçla uzaktan eğitim modülleri hazırladık. Bu modüller, meslektaşlarımızın hem mesleki konularda hem de kişisel gelişim noktasında gelişmesi için önemli bir domino işlevi görecektir. İçeriğini tam olarak bizim belirlediğimiz, sınırları ve kontrolü tam olarak bize ait olan bir biçimde, uzaktan eğitim programı hazırladık. Novartis’in maddi desteği ile TEBEON programı hayata geçirilmeye hazır durumda. İlk mesleki eğitim modülümüzde yine bu strateji ile uyumlu bir biçimde Akılcı İlaç Kullanımında Eczacının Rolü olarak belirlendi. Unuttuklarımızı yeniden hatırlamak, bilmediklerimizi öğrenmek için. Eczanesinde hasta ile doğrudan iletişim kuran, mesleki sorumluluğunu tam olarak gerçekleştirmek için yaşam boyu öğrenme perspektifi ile hareket eden eczacı, bu programın merkezinde durmaktadır. Çünkü bizim amacımız değişimi durdurmak değil, hedef ve vizyonumuza göre değişime yön vermektir.
Değerli Meslektaşlarım,
Toplumsal yaşamda değişimi belirleyen, sonuçlarını etkileyen en önemli unsurlardan bir tanesi değişime ilişkin toplumsal altyapının her açıdan doğru biçimde kurulmasıdır. Altyapı hem teknik, hem insan kaynağı, hem ekonomik, hem de sosyolojik açılardan doğru biçimde kurulmadığında, değişim kaygan bir zemin üzerine inşa edilir, Dolayısıyla sonuçları tartışmalı hale gelir. Örneğin tüm dünyada uygulanan aile hekimliği sistemi buna ilişkin iyi bir örnektir. Sağlık hizmet sunucuları böylesi bir planlama için yeterince donanımlı hale getirilmediği için sistemde ciddi aksaklıklar meydana gelmiştir. Aynı biçimde objektif olarak desteklenebilecek İlaç Takip Sistemi altyapı sorunlarının tam olarak giderilmeden hayata geçirilmesi nedeniyle sürekli sorunlar ile gündeme gelmiştir. Toplumsal yaşamda herhangi bir değişim sürecine ilişkin algı negatif olduğunda, bu algıyı pozitife dönüştürmek çok daha fazla zaman ve emek ister. Bu nedenle bir sistemi uygulamaya başlamadan önce altyapıyı doğru kurmak gerekir. Nitekim, SSK kuyruklarını kaldıracağım derken MEDULA kuyruklarının başlaması, altyapının nelere kadir olduğunu, sağlam altyapı inşasının önemini göstermektedir.
Bugün gündeme gelen şehir hastaneleri projesi de bizde kaygıların oluşmasına neden olmaktadır. Hastaneleri şehrin belirli yerlerindeki kampüslere toplama projesi mesleğimizi de yakından ilgilendiren bir projedir. Bunun sonucunda eczaneler açısından yer değiştirmeler, eczaneler arası yeni dengesizlikler gündeme gelecektir. Sağlık hizmetinde niceliğin yükseltilmesi, daha fazla insanın sağlık hizmetlerinden yararlanması elbette olumlu bir hedeftir. Ancak bu hedefe doğru ilerlerken nitelikten ödün veremezsiniz. Sağlık öyle bir alan değildir. Görünen o ki, bu olgu henüz tam anlamıyla kavranmamıştır. Aile hekimine sevk kotası koymayı düşünmek bile, böyle bir kavrayış eksikliğinin sonucu değil midir?
Değerli Meslektaşlarım,
Vurgulamak gerekir ki, tüm bu gelişmeler birbiri ile ilişkilidir. Sağlık ve ilaç alanının günbegün daha fazla bir şekilde devredildiği piyasanın mantığı budur. Piyasa, egemen ve güçlü aktörlerin karlarına göre şekillenir, toplumsal faydaya göre değil. Bu gerçeği görmek, bu gerçeği kabul etmek demek değildir. Ancak tüm bu gelişmeleri kendi içerisinde kendinden menkul adımlar olarak anlamak ve yorumlamak bizleri güçsüzleştirir. Her bir gelişimi yalnızca kendi içerisinde değerlendirerek bunlara karşı üreteceğimiz tekil çözümler, geliştireceğimiz tekil stratejiler palyatif çözüm yolları olarak kalmaya mahkumdur. Bu nedenle bizler resmin bütününü görmeli ve buna uygun stratejik yol haritaları belirlemeliyiz.
Bizim buna ilişkin yol haritamızın temelinde, akılcı ilaç kullanımını kamu ve mesleğimiz için merkeze koyan bir yaklaşımımız bulunuyor. Akılcı ilaç kullanımı bireye özgü, en doğru, en etkin tedavinin birey ve toplum açısından en uygun maliyetle gerçekleştirilmesi demektir. Bu nedenle akılcı ilaç kullanımı yalnızca mesleki ya da sağlık alanına ilişkin teknik bir strateji değil, aynı zamanda sağlık politikalarına ilişkin politik bir taleptir.
Söz konusu sağlık bile olsa, kamu olabildiğince fazla tasarruf düsturundan vazgeçmeyecekse eğer, bizim buna karşı söyleyeceğimiz söz: tasarrufa hayır olamaz. Bizler sağlık ve ilaç alanında tasarrufun nasıl olması gerektiğini söylemek durumunda olanlarız. Diğer yandan bizler, ne olursa olsun halk sağlığının korunması önceliğimizden vazgeçmeyeceğiz. Bu nedenle ilaçta reklama bugüne kadar karşı durduk, durmaya devam edeceğiz. Ancak bizler aynı zamanda mesleğimizin bugününü ve geleceğini düşünmek zorundayız. Uzun ve zorlu bir eğitim alan eczacıların tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de gerçek bir sağlık danışmanı olarak, daha verimli bir biçimde etkin sağlık hizmeti üretmesi gerektiğine inanıyoruz. Özetle hem kamunun, hem toplumun-hastalarımızın, hem de mesleğimizin-meslektaşlarımızın yararına olacağına inandığımız tek bilimsel-rasyonel yöntem; akılcı ilaç kullanımının bütüncül bir biçimde hayata geçirilmesidir. Bizler bu amaçla 3 yıldır 14 Mayıs haftasında belirli temalar belirliyor ve böylesi bir perspektifle çeşitli kampanyalar düzenliyoruz. Bunlar bizim yol haritamızın önemli duraklarıdır. Sonucunda ulaşmak istediğimiz yol; bir bütün olarak kamu kaynaklarının etkin bir biçimde planlandığı ve kullanıldığı, hakkında gerçek anlamda bilgi sahibi olmayan hastalarımızın, ilacın olumsuz olabilecek etkilerinden profesyoneller yoluyla korunduğu, kronik hastalıklar, sağlık danışmanlığı, ilaç güvenilirliğinin tam ve eksiksiz bir biçimde izlenmesi konusunda aktif bir biçimde hizmet üreten eczacı modelinin hayata geçirilmesidir.
Değerli Meslektaşlarım,
Seçim döneminde, sağlıklı bir Türkiye hedefinin sağlıklı bir sağlık politikası geliştirmeye dayandığı gerçeğini küçümsemeden, sağlık çalışanlarının da sağlığını gözeten, sağlık mesleklerine hem maddi hem de manevi olarak gereken değeri veren, ilaçta tasarrufu da sadece ve sadece ilacın akılcı kullanımına bağlayan, çözümü piyasada değil toplumda gören, insanı politikalarının merkezine koyan bir anlayışı benimseyen bir siyasetin öne çıkmasını diliyoruz.
Bu amaçla bir rapor hazırladık ve sizin değerlendirmelerinize sunuyoruz. Buradaki değerlendirmeler ışığında, mevcut raporumuzun kritik bölümlerini, buranın ortak sesi ortak sözü olarak tüm kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz.
Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyor, verimli bir toplantı geçirmemizi diliyorum.