Kaybolan doğanın yenisini bulamayız

Avrupa'nın en doğal ve en az kirli ülkesiyiz; ama bu pek umurumuzda değil. Hadi bunun içine doğmuş olmak halkta bir kanıksama yaratıyor diyelim, ama bol bol dünya gezen, güya dünyayı takip eden siyasetçiler, işadamları, sivil toplum kuruluşlarının liderleri de bunu görmüyor

KAAN BENLİ

Çetin Altan onlarca yıldır az okuyan bir topluma sağduyu rehberliği yapmanın da usancıyla bir dileğini yazıverdi geçenlerde: "Keşke aşırı sıcak ve soğuklarda, depremlerin sonucunda, kimlerin zarara uğrayıp kimlerin kazançlı çıktığını somut verilerle açıklayabilen bir akademi kurulsa." Onu 'ıskalamamış' olanlar, gündemin gelişimine göre Çetin Altan Akademisi'nin araştırma konularını çeşitlendirebilirler.
Örneğin, yaz boyunca devam eden orman yangınlarından bahisle, kimi akla gelmedik sorulara cevap arayabilirler: Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana meydana gelen 72 bin orman yangınına önlem ve tedbir olarak ne kadar, aynı dönemde ağaçlandırma çalışmaları için ne kadar kaynak kullanıldığını bilmek, bundan sonra oluşturulacak ormancılık politikalarına doğru bir zemin hazırlar mıydı acaba? Çıkan yangınların ertesinde eldeki teçhizatın yetersizliğinden, teşkilatın ihtiyaçlarından dem vuran memnuniyetsiz yöneticilerin görev aralıklarının bir dökümünü alsaydık; bunu verilen kahramanca mücadeleden, halkımızın fedakârlığından bahseden tatlı dilli yöneticilerin görev dönemleri ile birlikte teşkilatın bütçe ve envanter kayıtları ile karşılaştırsaydık; ormancılık politikamızın nasıl bir bakış açısıyla yönetilmesi gerektiği konusunda bir ipucu elde edebilir miydik?

Yangınlara müdahale
Çetin Altan Akademisi'nin gündeme göre çeşitlenen konuları, 'art niyetli' araştırmacılar tarafından ısrarla mercek altına alındıkça, kritik konularda epey bir bilgi üretilirdi. Böylelikle ilk kez olgularla tanışırdı yönetenlerimiz. İster istemez bu olgular hakkında yorum yapmak durumunda kalırlardı ki, ilkin antrenmansızlıktan sıkıntıya düşebilirlerdi. Ancak zamanla yeni politik doğrular netleştikçe faydalarını da görürlerdi. Örneğin şu soru hakkında halkın fikrini öğrenirlerdi: "Çıkabilecek bir orman yangınına en etkin müdahaleyi sağlayacak denizden su alıp boşaltma özelliğini haiz amfibik uçakların mı, yoksa İran'dan gelecek nükleer tehlikeyi önlemeye yönelik Patriot füzelerinin mi sınırlı ülke bütçesinde daha öncelikli olduğuna inanıyorsunuz?" Birinci dünya ülkelerinde olduğu gibi demokrasinin nimetlerinden faydalanıp, kimi lobilerin baskılarını kolaylıkla savuşturabilirlerdi bu sayede. "Kürede şimdiye kadar hangi terör örgütleri doğanın tahrip edilmesini matah saymış ve bu yönde açıklama yapmıştır" sorusunun cevabı bambaşka bir alanda bir fırsat tanıyabilirdi onlara. Bu sayede Türkiye'nin karşısındaki örgütlerin psikanalitik ve ideolojik çözümlemelerini dile getirebilirler, barış için bir de entelektüel bir cephe açarlardı iç siyasette, dış siyasette.
Akademimizde orman yangınları ile ilintili varılabilecek bir önemli sonuç da şu olmalıdır: Ülkemizdeki orman yangınlarının en üzücü yanı yanan ormanların tamamının vahşi olmasıdır. Yani kaybettiğimiz ormanlarımız insan eliyle yapılmamış, içinde çeşitli kuşlar, böcekler, türlü çeşit canlılar bulunduran kozmik kusursuzluğa sahip dünyalardan oluşmaktadır. Anadolu ormanlarının değeri bununla ilgilidir. Öyle "yananın yerine yenisini yaparız, üstelik daha şekilli yaparız" denilecek bir yapıdan değil, bölge ekosisteminin belkemiği, pek çok zincirin halkası, küresel katkısı çok yüksek olan bir kümeden bahsediyoruz. Karşılaştırdığımız Fransa'daki, Portekiz'deki yanan ormanlarla bir değil bizimkiler. Bunlara kaybı apaçık küresel bir yitim olan bir organ denilebilir. Hiç farkında olmadan gitgide daha değerli olan bir toprak parçasının üzerinde yaşıyoruz. Küresel ısınma bir yandan, kirlenme, çoraklaşma öte yandan, kürenin her yerinden feryat figan yükselirken, bizler halen çok fazla şeyin kötüye gidişine bu zenginlikten ayılmıyoruz.

Anadolu medeniyetleri
Avrupa'nın en doğal ve en az kirli ülkesiyiz; ama bu pek de umurumuzda değil. Hadi bunun içine doğmuş olmak halkta bir kanıksama yaratıyor diyelim, ama bol bol dünya gezen, güya dünyayı takip eden siyasetçiler, işadamları, sivil toplum kuruluşları liderleri de bunu görmüyorlar.
Türkiye'nin, Türk şirketlerinin ve Türk mallarının rekabet avantajı için yapılan çalışmalar dahi buna önem değer vermiyorlar, bu ekosistemin küresel kıymetini 'ürün' olarak algılamıyorlar. Bizler bu yaşadığımız topraklara bu kadar yabancı kalmayı neye borçlu olabiliriz? 'Çakademi'de şöyle bir soru soran çıkar mıydı: "Bunun Anadolu medeniyetlerini yok farzetmek ile bir alakası var mıdır?"
Pek sevilen tabiriyle: Tarımdan sanayiye geçişini henüz tamamlamamış bir ülkede yaşıyoruz. Bunu tamamlaması için baskı altında olan, 'topraktan betona' geçiş sürecindeki bir ülkenin vatandaşlarıyız. Ancak sandığımızın aksine son derece talihliyiz bir yandan: halen büyük bir turizm ve tarım potansiyeline sahibiz. Halen ekosistemimiz sağlam, topraklarımız temiz. Avrupa'nın hem yakınında, hem onun dışındayız. Yakınımızdaki deneyimlerden, gelişimden ve zenginlikten karşılığındaki bedeli ödemeden istifade etme şansımız var. Ancak bu avantajı kullanabileceğimiz kuşkulu. Yaşadığımız topraklara karşı hoyrat bir toplumuz çünkü. Nüfusumuzun yüzde 35'i kırsalda olmasına karşın, parlamentomuzda halen bir çiftçi gücü yok sözgelimi. Siyasetimizde halen bıçkın bir Yeşiller yok. Bizim biyolojik çeşitliliğimizi çoktan kaybetmiş Avrupa'da bile transgenik tehlikeye karşı müthiş bir tepki oluşmuşken Türkiye'de halen transgenik lobisinin kazanma şansı mevcut. Önlerindeki tek engel olan sivil toplum hareketine karşı acımasız bir mücadele veriyorlar, çoğumuzun olan bitenden haberi dahi yok. Bunca hamasetperverliğimize rağmen dağlarımız, denizlerimiz için methiyeler düzmeyen, Anadolu'yu hiç mi hiç merak etmeyen, boyuna kerameti kendisinden menkul insanımız için methiyeler düzen ultra insanmerkezci bir toplum görünümündeyiz. İnatla yaşadığımız topraklardan kopmaya çalışıyoruz. Durmaksızın yer değiştirmekten, biteviye şantiye düzeninde yaşamaktan çevremizi çevreleyenlere sahip çıkmıyor, onları içselleştirmiyoruz. Ama onlara hükmetmekte hiçbir çekincemiz yok. "İnşaat sektörümüzün küresel pazarda bir güç haline gelmesinin bununla bir ilgisi var mıdır" bilinmez. Doğayı ihtiyaca uydurma hevesinin en pervasız görüldüğü ülkelerden biri Türkiye. İnsanlarımız kolaylıkla ormanları tıraşlayabiliyor, fabrikaların atıklarını temiz su kaynaklarına karıştırabiliyor, toprağa zehirli atıklar gömebiliyor. Bunlara karşı olanlar ise olan biteni sineye çekmekte bir zorluk yaşamıyorlar. Bütün yaz yangın vardı, hâlâ "Orman teşkilatının elinde yangınlar boyunca en etkili teçhizat var mıydı?". Yoksa 'neden yoktu?' diye ortalığı birbirine katan bir cazgır çıkmadı. Muhalefeti bırakın, medyatik idoller de bu yangınların üzerinde hiç mi hiç durmadılar. Oysa her çeşit ucuz kahramanlığa o sıralar çok ihtiyaç vardı: Bu bilincin kaşınması, bir modanın yaratılması büyük fayda sağlayacaktı. Bu beleş sosyal içeriğe dahi kimse talip olmadı. Neden böyle? Alışageldiğimiz üzere yine eğitimden deyip geçecek miyiz? Şüphesiz eğitimin saldırganlığa bir faydası olur ama, bu aslında bir bilinç meselesi: Çok uzun senelerdir bolluk içinde yaşamış ve yaşayan bir toplumuz, bunu gerçek manada 'yoksullaşmadan' fark etmeyeceğiz.

Milyonlarca yıllık gelişmeler
İnsanoğlunun sahip olduğu teknolojide büyük bir atılım yapıp, (gereç yapmayı geliştirip) insanlık tarihinde 'seviye' atladığı dönemin öncesinde, insanlık büyük felaketlerinden birini yaşıyordu. İklim değişikliği sonucu ormanları çöl olmuş, yaşamak için işi oluruna bırakmak yetmiyordu. O dönem dünya üzerindeki nüfusun büyük çoğunluğunun öldüğünü biliyoruz, kalan azınlık ise türünü sürdürmeyi, bambaşka bir bilinçle düşünmeye başlamasına (alet kullanmaya ve işbirliği yapıp birlikte hareket etmeye) borçlu. Bu milyonlarca sene almış bir gelişme ve her şeyden önce müthiş bir düşünce devrimi, bir algı sıçramasıydı. O zaman hayatta kalmak için buna ihtiyaç vardı. Tüm kürede olan biten insanlığın beklenmedik ölçüde kısa bir sürede yeniden felaketlerle karşılaşacağını gösteriyor. Halen kıyılarımızı terk etmeyen dev denizanalarını Anadolu'ya gelen ilk felaket habercileri olarak görebilirsiniz. Bu kış Karadeniz'e kadar çıkacak olan sardalye sürülerine de aynı misyonu yükleyebilirsiniz. Anadolu'da tuhaf doğa olayları ile karşılaşacağımız günler çok uzak değil artık. Bunların akılların başka şekilde çalışmasına etkisi olur mu? Eldeki değeri daha iyi koruma böylelikle daha uzun elde tutma bilinci uyanır mı korkudan? Yoksa öğrendiğimizin tersine 'insanlık kötüye gidebilir mi'?

Kaan Benli: Araştırmacı yazar



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat