Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, hazırlanan yasa taslağının AB mevzuatına bağlı kalarak oluşturulduğunu ve kanun kabul edilirse "biyoçeşitliliğe daha fazla önem verileceğini söylüyor. Ancak Türkiye’nin bugün GDO yetiştiren ülkelere oranla çok daha zengin bir biyolojik ve tarımsal çeşitliliğe sahi olduğu bilinen bir gerçek. Yani eğer amaç çeşitliliği arttırmaksa böyle bir yola gitmeye hiç gerek yok.
Öte yandan hükümet, bu konuda ki düzensizliğin de yasa ile ortadan kalkacağı savunuluyor. Ancak var olan uygulamalara baktığımızda bu konuda ikna edici bir durum söz konusu değil. 1996'lı yıllardan beri ülkemize her yıl milyonlarca ton genetiği değiştirilmiş mısır, soya ve pamuk giriyor. Bunların işlenmesiyle oluşturulan 700'den fazla gıda maddesi de tüketiciye ulaşıyor. Türkiye'de bir çok tarım ürününde denetim sorunu yaşandığını düşünürsek, özellikle çocuklar için ciddi tehlike oluşturan GDO'lu ürünlerin denetiminin nasıl sağlanacağı konusunda hiçbir inandırıcı açıklama bulunmuyor.
Bu yasa tasarısı ile yapılmak istenen aslında, Türkiye’de GDO’lu ürün yetiştirilmesinin önünü açmak. Bu da bir hükümetin, bilimsel olarak henüz kesin zararlarının bile tam olarak bilinmediği bir ürünle vatandaşının sağlığını tehlikeye atmasının yanı sıra, çiftçisinin kaderini de uluslararası gıda şirketlerinin insafına terk etmesi anlamına geliyor.
GDO'lu bitkiler, çevre tarlalarda ekili organik ürünleri tehdit etmenin yanı sıra bu alanlardaki haşereleri yiyen kuşların türünün tükenmesine de yol açıyor. Bu anlamda canlı türleri açısından da ciddi bir tehdit oluşturuyor. Yani biyoçeşitlilik artmıyor aksine azalıyor. Öte yandan GDO'lu tohumlardan yarar sağlayacak olanlar da büyük tohum ve ilaç şirketleri olacak. Çiftçinin bir sonraki ekim için "tohumluk" ayırma şansı yok. Böylece hükümet kendi eli ile çiftçisini uluslararası şirketlere bağımlı kılıyor.
Dünyada ekolojik yöntemlerle gıda üretimini sağlayan teknolojiler mevcut. Ayrıca ülkemiz, tarım ürünleri ve bitki çeşitliliği açısından dünyada sayılı zengin ülkelerden biri.
Dolayısıyla, ihtiyacımız olan, çevre ve halk sağlığını ön plana çıkaracak; tarımını ve çiftçilerini de genetiği değiştirilmiş organizmalardan koruyacak bir yasa. Aksi halde, Türkiye’de kamuoyu yeterince bilgilendirilmeden ve sivil toplum kuruluşlarının görüşleri alınmadan yasalaştırılmaya çalışılan, biyogüvenlik yasa tasarısı yalnızca bu ülkeyi değil, tüm dünyayı ilgilendiren ciddi bir risk oluşturuyor.
Biyogüvenlik Yasası’nın hazırlanmasını öngören “Cartagena Biyogüvenlik Protokolü” , ülkelere GDO’ların yasaklanması ve/veya ciddi anlamda kısıtlanması olanağını da vermekte. Bu protokolün asıl amacı, biyolojik çeşitliliği korumak adına ciddi tedbirler ve kısıtlamalar getirerek, GDO’ların yayılımını mümkün olan en iyi şekilde engellemek. Oysa şu anda önümüze getirilen bu faaliyetlerin denetimleri ve kullanım şartları hakkında son derece yetersiz bilgi içeriyor ve kamuoyunda güven yaratmıyor.
Dolayısıyla hazırlanan taslak, kesinlikle yeniden ele alınmalı ve sivil toplum kuruluşları ile ilgili bilim insanlarının katılımıyla gerçek anlamda gıda güvenliğini sağlayacak bir tasarı haline getirilmeli.
Gıda ihtiyacını asıl sağlayacak olan, sürdürülebilir tarım ilkelerine dayanan bir yasal zemin oluşturmaktır. Ekolojik tarım örnekleri hem yerel halkların kendi kendilerine yetmelerini sağlar hem de insanlara sağlıklı gıda imkanı sunar. Türkiye’nin de tüm diğer dünya ülkeleri gibi bu kapsamda hazırlanmış yasalara ihtiyacı vardır.
Greenpeace, tedbirli yaklaşım ilkesini yok sayarak pazara sokulmuş olan ve ülkeleri tamamıyla uluslararası gıda tekellerine bağımlı hale getiren GDO’ların gıdamıza ve çevremize zorla sokulmasını kabul etmemekte ve Türk kamuoyu ve meclisinin de, bu tasarıya karşı çıkarak bir avuç çok uluslu şirkete ve ABD baskılarına teslim olarak gıdamızın GDO’lar ile zehirlenmesine izin vermemelidir.