Ecz. Murat AKER
Fakülte sıralarında tanımaya başlamıştım seni.
Ben 85 girişli, sen 86 girişliydin.
Çok ortak derslerimiz oldu beraber aldığımız, çok da ortak dostlarımız.
Fakülte bitince hayat bizi memleketlerimize geri gönderdi.
Ben Sivas’a, sen Elazığ’a eczane açtın.Yaşadığımız yöre ve mesleğimiz için çalışmaya başladık. Hayatta çok erken yaşta sorumluluk almaya başlamıştın.
Ailenin en büyüğü sendin hem okudun hem de gerekince dağlarda çobanlık yaptın.
Çok vefalıydın, KOAH hastası babanı hastaneye ve eve sırtında taşıyarak götürürdün.
Genç yaşta büyük başarılara imza attın.
Bir gün duydum ki mesleki örgütlenmemizin en üstü TEB Merkez Heyeti’ne seçilmişsin, sonra da sayman olmuşsun.
TEB’de saymanlık görevi en güvenilir insana verilirdi.
Sen meslektaşlarının bir kuruşu boşa harcanmasın diye elinden geleni yaptın.
Eczacılık camiası hem de TEB personeli seni hiçbir zaman unutmadılar.
Saygın, hümanist ve mütevazi duruşun herkesin takdirini kazandı.
Bir gün yollarımız gene Ankara’da kesişti.
Ben Sivas’tan sen Elazığ’dan taşındın.
Birbirimizle daha sık buluşup görüşme fırsatı bulduk.
Zamanla anladık ki hayata bakışımız ve beklentilerimiz hep aynı yönde.
Birbirimize daha kaynaştık, dost olduk, kardeş olduk.
Okumayı, değişik kültürleri tanımak için dünyayı gezmeyi, denize girmeyi çok severdin.
Beraber sosyoloji okumaya karar vermiştik, sen bu sene mezun oldun ama bu mutluluğunu bile yaşayamadın.
Çok değil altı ay öncesi Fırat’ı görmek için gittiğim Çukurambar’daki ofislerinde öğrendim kötü haberi.
Karaciğer kanseriydi, şok oldum ama bir çaresi vardır diye umudumuzu yitirmedik ve moralini yüksek tutması için elimizden geleni yaptık.
Kitle çok büyüktü, karın boşluğunda hiçbir ağrı yapmamış yavaş yavaş büyümüştü.
Seveni çoktu, herkes her taraftan yardımcı olmaya çalıştı ama umutlarımız cerrahi müdahale ve karaciğer naklinin mümkün olmadığını öğrendiğimizde azaldı. Oysa kardeşi organ nakli için Ankara’ya gelmişti.
Giyimine, görünüşüne çok dikkat ederdi. Bir köylü çocuğu olarak doğmuştu ama tam bir İstanbul Beyefendisiydi.
Saçlarına ayrı bir düşkünlüğü vardı, kemoterapi alıp dökülmesine dayanamazdı, lokal tedaviye ancak razı oldu.
Başkent Üniversitesi’ndeki tedavisinde sayın Mehmet Haberal dahil herkes elinden geleni yaptı.
Ankara’dan çok bunalmıştı, hastalık yetmiyor gibi Dünya’da Corona Salgını başladı, yasaklar geldi.
İlk fırsatta özel izinle Elazığ’a memleketi Palu’ya, Beyhan’a annesinin ve akrabalarının yanına gitti.
Köyünden, yaylalardan çektiği fotoğrafları bizlere paylaştı. Daha mutlu ve iyiydi. O çok sevdiği kendi yöresinin dut meyvasını bir kez daha dalından yedi.
Ankara’ya geldi tedavi aldı, tekrar bayramda Elazığ’da olmak istedi.
Belki de sonun yaklaştığını hissediyordu. Önsezileri çok kuvvetli ve ileri görüşlüydü.
Kendi adıyla aynı üniversitenin hastanesine yatırıldığını öğrendiğimde içim hiç rahat değildi.
Sözüm vardı Fırat’a Elazığ’a yanına geleceğime, atladık arabaya Birol’la beraber oğlu Bedirhan’ı da alarak gittik.
Eşi, çocukları, kardeşleri ve tüm seven dostları onu hiç yalnız bırakmamışlardı.
Hastane yatağında bizi karşılamak için oturarak doğrulmuş, oğlu Yusuf babasının sırtına destek olmuştu. Konuştuk, moral olmaya çalıştık ama o her zamanki gibi kendinden çok bizleri düşünüyordu, kardeşi ve oğluna bizi Harput’a götürüp gezdirmelerini istiyordu.
İşte hep böyleydi Fırat, hiç kendini düşünmez hep karşısındakini düşünürdü. Yaptığı sayısız iyilikleri kimse bilmezdi. Ölürken bile inanıyorum ki sevenlerini üzeceği için üzülmüştür.
Hastaneden ayrılırken kendisini çok sevdiğimizi söylediğimizde iki elini dudaklarına götürerek bize gönderdiği öpücüğü ömür boyu kalbimizde taşıyacağız. Seninle yaşadığımız anılar Fırat Nehri’nin yakamozlarında hep ışıldayacak canım kardeşim.
Eşin Serap, çocukların Bedirhan, Yusuf ve Melike bizlere emanet merak etme.
Ah be Fırat’ım bu Dünya’ya senin gibi güzel bir insan gelir mi? Bilemiyorum. Yokluğuna alışmamız çok zor…