Merhaba dostlar….yanda görülen internet gazete kupürünü okuduktan sonra hem üzüntü, hem de şaşkınlıkla geçmişe bir yolculuk yaptım.
Sağlık karnelerinizi eczanelere bırakmayın |
Sağlık Bakanlığı, eczanelerde bırakılan sağlık karnelerinin iptal edileceğini açıkladı. |
Mahmut Tokaç, ilaç almada yaşanan sıkıntılar sebebiyle karnelerin eczanelere bırakıldığını ifade ederken, vatandaşlardan sağlık karnesine yazılan ilaç sayısıyla eczacının yazdığını kontrol etmelerini istedi. Tokaç, aksi takdirde fazla ilaç yazıldığı tespit edilen karnenin iptal edildiğine dikkat çekti. Başkasının karnesini kullanma döneminin sona erdiğini belirten Tokaç, ancak birine teslim ederek ilaç alma alışkanlığının sürdüğünü hatırlattı. En büyük mağduriyetlerin reprezantlara verilen karnelerde yaşandığını aktaran Tokaç'a göre, ilaç tanıtım elemanları karneyi alıp, kendi kotalarını doldurmak için ilaç yazdırıyor. Bazen sahte rapor, bazen de sahre reçete düzenliyor. Bu kişilerin takibe alındığını söyleyen genel müdür, 2008 başında devreye girmesi beklenen İlaç Takip Sistemi'nin söz konusu yolsuzlukları önleyeceğini dile getirdi. Eczacılar ise provizyon sistemindeki aksaklıklar sebebiyle bazı hastalardan bırakma talebinde bulunduklarını ifade ediyor. Eczacılar karşılıklı mağduriyetlerin sağlık karnesini tarihe gömecek akıllı kartın hayata geçmesiyle biteceğini belirtiyor. Tüm Eczacı İşverenleri Sendikası Başkanı Nurten Saydan, hastaların karnelerine sahip çıkmasını istiyor. |
60’lı yılların sonunda Diyarbakır’ın folklorik özelliklerini taşıyan avlulu evlerin çevrelediği dar sokaklarında geçen çocukluğumda yaşadığım bir olayı anlatarak konuya başlayayım. O dönemin ana caddesi sayılabilecek ve şehir ulaşımında ana arter sayılan ve evimizin bulunduğu mahallede bulunan, ailelerin toplanarak haftanın belli günlerinde gittikleri göbek taşlı, odunla ısıtılan, çardaklı hamamına baldırı, kolu, vücudu irice ve horlanmış olduğu her halinden belli olan ve erkek eğlencelerine ev sahipliği yapan yarı makyajlı, şuh kahkahalı kadınlar üstü açık faytonlar da gelirken bu sokağımızdan geçerlerdi. Diyarbakır'ın sıcağına ilave olarak, bir de hamamdaki buhar, ısı, göbek taşı, kese ve benzeri eylemlerden dolayı vücutları pembeden daha koyulaşmış, hatta kızarmış ve yer yer sanki derisi soyulmuş gibi olan bu iri boyutlu kadınlar, o dönemin lüks taşıma aracı sayılan, gözleri yandan bandanalı 2 atla çekilen ve atların hareketlerinin kırbaçla yönetildiği, bu faytonlar bizim sokaktan geçerken sokakta oynayan çocukların içinden bazıları, su testisinden bardağa doldurdukları serin suyu faytona doğru savurarak dökerler, bundan rahatsız olan kadınların yüksek sesle yaptıkları açık, saçık küfürler eşliğinde kaçar, bunu bir eğlence sayar ve gülüşürlerdi. O günlerden birinde, 8–9 yaş gurubu çocukların bu korsan eylemlerinde savrulan suyun ardından kadın, faytoncuyu durdurarak ağız dolusu küfürle eylemci çocuğun ardından koşmaya başladı. Önde çocuk, arkada kadın ve en arkada biz olmak üzere hep beraber çocuğun kaçtığı eve girdik. Sokak kapısından sonra ince, uzunca bir koridor ve onun açıldığı bir avlu ve avludan iç odaya çıkan merdivenler, merdivenlerin sonunda eyvan denilen düzlük ve orada önündeki naylon leğende çamaşır yıkayan çocuğun annesi. Kızgınlık, küfür ve hakaret dolu bir ortamda kendi çocuğuna hücum eden iri vücutlu, yarı çıplak kadını görünce onu engellemek veya sakinleştirmek çabası.. Olmayınca da karşı atak ve annenin heyecanlı, korkulu, koruyucu tavırla dilinden dökülen “su dökmüşse dökmüş, ne yapabilirim, bu kadar küfre gerek yok, hem yabancı erkeklere kendini pervasızca ikram et, hem bir çocuğun döktüğü suya bu kadar bağır, çağır“ gibi benzeri sözlerle kadını ve mesleğini birazda aşağılayan bir tavırla karşı koymuştu. Bu aşağılamaya daha çok kızan kadın gürleyerek ve neredeyse anneyi hırpalayarak, yaşamım boyunca hiç aklımdan çıkmayacak şu sözleri sarf etmişti. “Bana bak kadın, sözlerine dikkat et, biz fahişeliği namusumuzla yapıyoruz, kimsenin bize laf söylemeye ve su dökmeye hakkı yok”.
Bu kavgadan sonra gülüşmüş ve olayın kritiğini yapmıştık günlerce. Kadının sözleri aklıma geldikçe anlamsızlığına şaşırmıştım, hiç fahişenin namusu olur muymuş diyerek.
Daha sonraki yıllarda bir TV programında izlediğim ve o zaman ki medyada “dolandırıcılar kralı“ diye tanınan RAKİ lakaplı Güney ZOBU ile yapılan söyleşinin başında sunucunun “siz nasıl dolandırıcılar kralı oldunuz” v.s. gibi söze başlamak istemesine kızarak, birazda alınarak aklımda kaldığı kadarıyla “ben dolandırıcı değilim, halkın, dar gelirlinin, namuslu vatandaşların parasını dolandırarak, tefecilik yaparak, spekülatörlük yaparak, onları kandırarak alan sahtecilerin havuzundan payıma düşeni seçip alıyorum. Bu yaptığım dolandırıcılık değil, dolandırıcılardan intikamla karışık hakkımı almaktır. Ben yoksulun, dar gelirlinin, ücretlinin ve kıt kanaat geçinenlerin parasını çarpacak kadar küçülmedim” diye cevap vermişti. O da kendi dünyasında bazı değerlerinin ve ölçülerinin olduğunu, aksi durumların onursuzluk ve şerefsizlik sayıldığını söylemişti dili döndüğünce.
Bu iki olay; İnsanların mesleki onurlarını, meslekleriyle ilgili konuları daha ön planda tuttuklarını ve bunu kendilerine izzet-i nefis meselesi yaptıklarını anlatıyor bana. Kişilik haklarına saldırıyı belki sineye çekecek. Ama mesleğine söz ettirmiyor, bu da kendisiyle birlikte meslektaşlarını koruma duygusudur ve de ilkeli bir davranıştır.
Serbest eczacı meslektaşlarımızın sözleşmeli olduğu kurumlarla bazı zamanlar sorun yaşadığı vakidir, hatta bir kısmının sözleşmeleri belirli zamanlarda askıya alınıp, antlaşması feshedilip veya değişik olumsuz davranışlara maruz kalmakta oldukları görülen bir durumdur. Eczanenin yoğun ve stresli ortamında kupürün yanlış kesilmesi, eksik kupürün yapıştırılması, kesilen kupür yerine başka reçeteye kesilmiş kupürün yapıştırılması, fiyat bandrolünde fiyatın farklı olması, küçük ambalaj yerine büyük ambalajın verilmesi, depodan alınan ilacın ilk çıkış noktasından sorumlu olmadığı halde yaşanan olumsuzluktan etkilenmesi, doktor yazısının yanlış algılanması ve içinde sahtecilik olmayan buna benzer birçok nedenden dolayı eczacıların çok zor durumlarda kaldıkları gözlenmektedir. Meslek örgütlerinin en başta çözmesi gereken sorunların başında gelen bu haksız uygulamalar, bir kenarda meslek handikabı olarak durmaya devam etmektedir. Bu tür eczacıların çoğu haklarını hukuki olarak arayamamakta ve kaderine razı olmaktadır.
Ancak bütün bunların dışında; sahtecilik, kalpazanlık, hırsızlık maksadıyla eczacılığı kendilerine gayrimeşru rant kapısı olarak gören muvazaa olsun, olmasın bir kesimden bahsedilmektedir. Yukarıdaki internet haber de Sayın Genel Müdürün ve TEİS Başkanının bahsettiği olumsuzlukların bir ayağı da ne yazık ki eczanedir.
“Karnenize sahip çıkın ve sakın ola ki eczaneye bırakmayın” sözü bizi yürekten yaralayan bir tabir olarak, tüm eczacıların maruz kaldığı, sadece bir kısım mesleki şeref yoksunu kişilerin yüzünden, yüzümüzü karartan bir hitap ve davranış biçimidir. Eğer eczacılık literatüründe ödenek, bütçe, sağlık harcaması vs gibi sözlerle ifade ettiğimiz Devlet’in ilaca ayırdığı değer, Çocuk Esirgeme Kurumundaki zavallı çocukların, Huzurevindeki kimsesiz yaşlıların, Kadın sığınma evlerindeki şiddete maruz kalıp evini terk etmiş kadınlarımızın, eşini, çocuğunu şu veya bu şekilde Devlet hizmetinde kaybetmiş adına şehit ailesi denen yetimlerimizin, Devlet dairelerindeki işçi, memur ve emeklilerimizin, okumuş veya okumamış ancak iş bulamayıp günlerini kahvehane veya park köşelerinde geçiren yoksullarımızın, ekonomik nedenlerden dolayı suç işleyip hayatının bir bölümünü hapiste geçirerek feda etmiş mahkumların, yine ekonomik nedenlerden dolayı hayat kadını ismini almış kadersiz kadınların, tefecilerle, banka borçlarıyla başa çıkamayıp intihar etmişlerin geride bıraktıklarının, tüm eğitim kurumlarında okumak için çabalayan öğrencilerimizin, yeşil kart almaya hak kazanmış ve bunu alabilmiş veya almayı becerememiş sokakta dilenen veya utancından dilenemeyen aç insanlarımızın, esnaf, işadamı, politikacı, zengin, fakir her türden insanımızın ve tanımlamasını yapamadığım daha bir çok kesim insanımızın, ülkemizin ortak malı ise, hatta geleceğimiz ise bu ortak değeri kollamak, korumak ve ondan çalanlara engel olmak, eğer mümkünse mesleki en ağır cezalara çarptırmak ve hiçbiri mümkün olmazsa da ağır dille eleştirmek bizim birinci dereceden görevimiz olmalıdır. Bir kısım sahtekarlar yüzünden eczacıların bu şekilde anılmaları beni çok üzüyor, bu insanlara çok içerliyor ve eczanesinde sahteciliği yapan veya yapılmasına göz yuman veya bu sahtekarlık tezgahında rol alan gerek hasta, gerek doktor, gerek firmacı ve en ağır olarak da eczacıyı lanetliyorum.
GELECEĞİMİZİ ÇALMAYA KİMSENİN HAKKI YOK !
Ecz.A.Kadir Nur GÖRDÜK
akadirgorduk@yahoo.com.tr