Çeşitli mahfellerde belki de en çok konuşulan konu bu. Neredeyse yorumlayanlarının nedenlerinden ayrık olarak, sonuçta herkesin üzerinde “son tahlilde” ortak olduğu da bir saptama. Ülkenin çivisi esasen durduk yerde çıkmadı. Kararlı ve bir sonraki adımı belli bir operasyonun parçası olarak, çiviler bir bir ve ince ince yerlerinden sökülüyor. Geriye kalacak olan, bir yap-boz parçası bile olmamak üzere…
Kısacası memleketin “toplumsal kurtuluş” davasına yiğitçe katkı koyanlar açısından, işler giderek daha da zorlaşıyor.
“Felaketin eşiğinde Türkiye” den, çok kısa bir sürede “Felaketin göbeğinde bir Türkiye”ye evrildik.
“Barış Nobeli” ödüllüsü Obama’nın demokrat yönetimi, Neocon’cu Bush’un emperyalist azgınlık ve küstahlığına rahmet okutur düzeyde.
Ülkenin başbakanı, Obama’nın isteğine uygun olarak ve 29 Ekim’in anlam ve önemini öteleyerek, strateji ve taktik görüşmesi için ABD’ye gideceğini açıklıyor. “Eniştem beni niye öptü” gibi hiç de hayra alamet değil.
Geçtiğimiz Nisan’da Obama, TBMM de, Türkiye’nin açılma ve saçılma sınırları konusunda uygulama talimatına denk gelen tarihi bir konuşma yapmıştı.
O günden beri ev ödevini becermeye çalışan, derslerini hafızlayan Türkiye; plan dahilindeki uygulamaları birer birer sahneye çıkarıyor. “Ermeni sorunu”nu Sevr’e uygun çözme gayretindeki emperyalizm, “havuç-sopa” anlaşmasını her iki tarafa da parafe ettiriyor.
Açılımın yeni perdesi; yani 34 PKK’lının dağdan inişi, demokrasi gözyaşlarına boğdurularak TV ekranlarından naklen yayımlanıyor…Türk-Kürt emekçilerinin ortak ülküsü olan “toplumsal kurtuluş” emperyalist mandacılığın yeni bir tezahüründe siperlere gömülüyor.
Bu ve buna eşdeğer bir yığın konu…
Yazacağım, bunların yanında belki kalem oynatmaya bile değmez… Ne ki, emekçi insanların gündelik sorunları ve çıkarlarından hareketle, yeniden ve siyaseten örgütlenmeyi, kısacası “kendi sınıf” olmaktan, “kendine sınıf” olmaya yol döşeyemediğimiz sürece, sinemada seyreder gibi takip ettiğimiz konulara değil müdahale, esamemizin topyekün silinmesinin bile farkına varmayacağımız neredeyse kesindir. O nedenle, önemli konuları, önemle yorumlayanlara bırakıp, benim sade ve basit kelamıma döneyim.
Bir düşünün, şunun şurasında bir on yıl öncesi, bu memlekette sağlık hizmeti düpedüz “bedava” idi. Devletin hastanesine giden vatandaşa “muayene ücreti” diyecek bir yetkili çıkacak olsa, önce kafası “anayasal sosyal devlet” ilkesine çarpardı. İlaçta “katkı-katılım payı” gibi bir konu haniyse yok gibidiydi. Reçetesini eline alan hasta veya yakını, eczaneden ilacına ulaşırdı. Türkiye’nin dört bir yanına saçılmış altıbine yakın sağlık ocağında “yurtsever pratisyen hekimler” yoklukta, varlık yaratır, derde derman olmaya çabalardı. Kuşkusuz herşey güllük gülistanlık değildi. Ancak yoksul halkın, yoksul kamu hizmetleri, henüz tam da al aşağı edilmediğinden derde de, sadre de şifa olmaya çabalardı.
Adım adım yürünen bir kapitalist sermaye düzeninde, “kapitalistleşmeye peşkeş çekilen” bu ülkede, vatandaşın “sosyal hakları” bir bir elinden uçuruldu.
Bu sütunlarda daha da önce yazdım, çizdim. Sermayenin, ücretsiz sağlık gibi bir sosyal devlet hizmetine meyletmesinin kökeninde “kamusal fonlardan aktarım” yapabilecek bir zenginliğe erişim beklentisi, yani “sermaye birikimi” özlemi bulunmaktaydı. Şimdi vakit dolmuş ve bu fonların aktarımı değil, artık olduğu gibi el konulması aşamasına gelinmiştir.
Şimdi, kamu hastanelerine müracaat eden vatandaş, elindeki sağlık karnesine reçete yazdırdığında, “muayene bedeli” adıyla anılan bir ödentitiyi de kabul etme zorunluğundadır. Etmeyip de ne yapacaktır; devlet mırın, kırın etmeyi bile “suç” ilan etmiştir.
“SGK’lılar ile Memur ve Yeşilkartlı vatandaşların muayene katılım paylarının açıklandığı tebliğlerde; 1 Ekimden itibaren Birinci basamak sağlık kuruluşları ve aile hekimliği muayenelerinde; 2 TL, İkinci ve üçüncü basamak resmi sağlık kurumlarında 8 TL, Özel sağlık kurumlarında 15 TL alınacağı bildirilmiş” ve uygulama da resen başlamış bulunmaktadır. Ağlarmısın, gülermisin; tahsilat eczane eczacısı tarafından yapılmaktadır. Çünkü devlet böyle buyurmuştur. Eczacı şaşkın, vatandaş tepkilidir. Sosyal devlet, sosyal lafındaki iki “s” harfini artık atmıştır. Geriye, nezaket nedeniyle “oymacılık-kakmacılık sanatını” hatırlatan bir devlet uygulaması kalmıştır.
Gerçi cevap hazırdır. Bunca ümmetli taifesinin, sağlık masraflarına can dayanır olmadığından, pamuk ellerin cebe sokturulması zamanı gelmiştir; denmektedir…
Hesapça kamusal güvence altında olan sağlık hizmetleri yıllık (ve de devrevi) olarak yayınlanan iki tebliğ ile idare edilmektedir. Birisi BUT (bütçe uygulama) ve diğeri de SUT (sağlık uygulama) düzenlemeleridir. Ayrıntılar gereksizdir… Her ikisi de, devletin sağlık hizmet sunumları bakımından bir fiyat ve uygulama tarifesidir. Kısacası, merkezi olarak ilaç uygulamalarını konu alır. Konulardan birisi eşdeğer ilaç uygulamasına ilişkindir. Daha önceleri de yazdığım üzere, eşdeğer ilaç, bir sermaye mülkiyet rejimi olan patentli ilacın, patent süresinin bitip, jenerik ilaç olarak, yani tekel olarak üretenin dışındaki üreticiler tarafından üretilen ilaçlar için geliştirilmiş bir bilimsel kavramdır. Kısaca eşdeğer ilaç, patentli ilacın hem mutlak benzeri olacaktır ve hem de başka üreticilerin, patentli ilaçtan daha ucuza üretip sattığı bir emtia da olma durumundadır. Bir ilacın eşdeğer sayılabilmesi, bir yığın bilimsel bilgi ve deneyimin bir araya gelmesiyle kabul görebilmektedir. Devletin devletlü makam sahipleri, ola ki IMF’de dahil, kamu ilaç harcamalarını kısma cihetine gidecek kararları fütursuz bir biçimde alabilmektedir. Eşdeğerliği kendinden menkul ilaçlar “eşdeğer” tarifinin içine sokulup, eczacıya kafana göre ve fakat en ucuzunu vereceksin denmektedir. Geride ne ilim, ne de bilim kaygusu kalmıştır. Başta üniversitenin farmakologları dahil, ilgili her kesim, birden yok sayılmışlardır. Hekimin reçeteye yazdığının eşdeğeri değil, benzer tedavi yapabilecek en ucuz ilaç, şimdi eşdeğer ilaç sayılmaktadır. Neye niyet, hangi akla hizmet, kestirebilene aşk olsun demek gerekir. Eczacı yine feryat figandadır…
Geçen hafta sonu, Tabip teşkilatı İstanbul’da çağrı yaptı. Kadıköy Meydanı, inim, inim inledi sağlık hizmetlerinin yer ile yeksan edilmesine karşı… Eczacılar katılımcılar içinde önemli bir çoğunluktu. Eczacılık mekteplerinin öğrencileri, genç eczacı adayları, daha amfi sıralarından bir yandan mesleğe tutunmaya çabalarken, diğer yanından da kendi geleceklerinin halkın “ilaç sömürüsü”ne peşkeş çekilmemesiyle bitiştiğini öğrenip, hayat pratiklerini geliştirirdiler…Bu belki sevindirici bir pratikti; oysa ki gerisinde ne olduğunu daha ne çok ve kafalarına da çarpılarak öğrenecekler…
Ez cümle, bu minvalde daha nice tafsilat yazılabilir…
Demem odur ki, vatandaş vatandaşlığını ve dahi hangi sınıf içinde, hangi sınıf adına ve hangi sınıf için ne yapacağını ancak böylesi bir hayat mektebi tedrisi içinde öğrenebilmektedir. Her laflarının kitabi derinliği çok fazla olmasa bile, yaşayarak, hissederek ve başına geldiğinde deneyimleyerek kavrayabilmektedir. Yani sürü değil ama, “kitle” bilinciyle. Şimdi kitle bilinci, sınıf bilinciyle buluşmak zorundadır. Buluşma, buluşturulma, her zamankinden daha da acildir. Toplumsal kurtuluş davasının tüm unsurları, militan mücadelelerini bu çokluk içinde, onlarla beraber, onlar gibi yapma erkine erişmelidir. Yoksa en iyi tahlil, en somut öneri, halkın,emekçinin içinden yapılamaz ise, ahali yapılıp, edileni aynadan seyreder gibi dışardan seyretmektedir.
Yazı başında değinmeyeceğimi ifade ettiğim konular da aynen işte böyledir. Vatandaş haberlerde açılım ve saçılımları, dört duvarının dışındaki dizi gibi algılayıp, izlemekte ve bildiğini okumaya her dizi sonrası kaldığı yerden devam etmektedir. Bu kader olmamalı ve dahi değiştirilmelidir.
Yerinden sökülüp atılmış çivileri toplamak, dağılıp, yıkılmış bir gövdeyi yeniden ayağa kaldırmak için takkeyi öne koyup, “toplumsal kurtuluş” davasına, dizi izleyenlerle beraber dört elden sarılmak, gündemin asıl ve acil konusudur vesselam. Bunu mutlak becermek gerekmektedir…
Yoksa ve tez vakitlerde, “ülkenin toplanacak çivisi” bile kalmayacaktır…
Kaynak: sol.org.tr