Direnmek, siyaset yapma biçiminin önemli bir parçası. Ancak, hep direnerek siyaset yapılması da yeterlilik oluşturmuyor. Direncin yanısıra, siyasetin ileri mevzilerine sıçrayabilmek için yeni olanaklar yaratmak, hamleler yapmak gerekiyor.
Günümüz üniversitesinde “yapılan”, “sürdürülen” veya “gerekirci” siyaset yapma biçimini, iki başlığa oturtmak olanaklı.
Bilim etkinliğinin nesnesi olarak, onun “üretim”ine ilişkin akademik siyaset yapmak,
Ürün olarak ortaya çıkan bilimselliğin “özerkliği” adına akademik siyaset yapmak.
Bu siyaset yapma başlıkları, kuşkusuz ve sadece “direniş” kavşağında şekillenecek edimler değildir. Gerek bilim üretiminin biçimi üzerine ve gerekse “özerkliği” adına, kalıcı akademik yeni mevzilerin üretilmesi ve geliştirilmesi gerekmektedir.
Yakın dönem modern akademi tarihi, temel iki üniversite paradigması içerisinde harmanlandığımızı gösteriyor. Her iki paradigma, kapitalizmin gelişim dönemleriyle yakından ilgili.
Geç dönem 19. yüzyıl ve II. Dünya savaşı sonlarına tarihlenebilecek 20 yüzyıl ilk yarısı üniversitesi, kapitalizmin gelişimiyle koşut bir yapılanma süreci izliyor. Bu dönemde, işçi sınıfının üretken emeğinin “kâr maksimizasyonu”na devşirilmesi, akademinin gelişmesinde sosyal fonlama aracı olarak kullanılan emek üretkenliğinin kapitalist devlet tasarrufunda tutulduğu “Humboldian” bir paradigmaya bağlı gelişiyor. Humboldt’çu üniversite, Orta Avrupa’nın beşeri ve sosyal bilimler; fen bilimleri gibi “bilimler”in her alanına yatırım yapan üniversite modeli. Dönemi bakımından da, bilimin üretimi ve gelişmesi, önemli ölçüde kamusal fonlardan besleniyor.
Bugünkü bilimin yapılanışının öznesinde, giderek “Anglo-Sakson” üniversite paradigması ölçekleniyor. Yeni ölçek, akademik koşullara ilişkin yeni verili siyaset biçimlerinin geliştirilmesini zorunlu kılıyor. Bu tarihsel mevziye ulaşma, öyle birden ve kapitalizmin gelişiminden bağımsız falan olmadı. Bu anlamıyla gelişmenin kimi kavşaklarına vurgu yapılması veya hatırlanması gerekiyor.
Anglo-Sakson üniversiteleri genel anlamıyla II. Paylaşım Savaşı sonrasının yani, kapitalist emperyalizmin yükseliş dönemlerinin yapılanmasıdır. Kuşkusuz temelleri daha önceleri atılmaya başlanmakla beraber, bu üniversite modelinin yaşam suyu, neredeyse Bretton-Woods anlaşmasına tarihlenebilir. Bu anlaşmayla, emperyal patronajın İngiltere’den Amerika’ya geçişi, kapitalizmin tekelci aşamaya sıçrayışını daha da tetiklemiş ve yeni üretim ilişkileri bağlamında ticaret ve sanayii sermayesine yeni insan malzemesi sağlanma zorunluluğu, Humboldian üniversite modellemesinden köktenci bir dönüşümün önününü açmıştır. Başka bir ayrıntıya girmeksizin sadece şunu söylemekle yetinmeliyim. Anglo-Sakson’cu üniversite paradigmasının başat özelliği, eğitim-öğretim hizmetlerinin metalaştırılmasını ve piyasa işlevlerine uygun, ona hizmet eden bir bilimsellik kurgulamasını içinde barındırımaktadır.
Türkiye Üniversiteleri halen bu iki paradigmayı belirli oranlarda içeren bir yapılanmayı içinde barındırıyor. Cumhuriyet, yeni üniversiteyi Humboldian bir burjuva aydınlanmacılığı ile karşılarken, neoliberalizme yeniden yapılandırılan 1980 sonrası Türkiye üniversiteleri, piyasacı ve bağlamıyla ABD ve AB siyasalarına tam teşekküllü örgütlenen Anglo-Sakson’cu bir üniversiter anlayışa hızla dönüşüyor.
Türkiye üniversitelerindeki dönüşümün köşetaşı YÖK olmuştur. 12 Eylül ürünü olan YÖK ve onun üniversitelerinin kimi manzaralarına aşağıdakiler örneklenebilir:
YÖK üniversitelerinde, kaynağını genel bütçeden alan kamusal fonları, piyasacı bir entegrasyonla yeni üretim ilişkileri ve sermaye birikimine kazandırıcak bir “bilimsellik”, bilim üretim süreci olarak kovalanmaktadır.
Bu sürecin devamlılığı, devletin yol göstericiliğindeki ve özerkliği kendinden menkul bir “mali özerklik” retoriğinde aranmaktadır. Üniversiter kurumsallaşma, üniversitelerin “kâr” temelli işletmeler haline getirilmesiyle çözümlenmeye çalışılmaktadır.
Kurum içi genel hizmetlerin özelleştirilmesinden başlayarak, parasal gelir kaynağı haline getirilmiş, lisans, sertifika ve lisanüstü programlara değin pekçok akademik etkinlik, şiddetli bir piyasa girdabına itilmiş vaziyettedir.
Yüksek öğretimin parasallaştırılması sürecinde, özel-vakıf üniversiteleri aracılığıyla sürdürülmekte olan piyasacı eğitim modeli, “şirket üniversiteleri”ne dönüşüm basamağına erişmiş görünmektedir.
Kamu üniversiteleri, özel-vakıf üniversitelerine eğitim kadroları devşirilen yataklar olarak kullanılmaktadır. Öğretim elemanı kadrolarını herhangi bir akademik yatırım yapmadan ve sadece transfer ücreti ödeme suretiyle gerçekleştiren bu kurumlar, kurum içi atılacak her adımı akçalı hizmet olarak ayrıca paraya tahvil etme ve diğer gelişimleri adına da devletten kamusal fon transfer etme işlevlerini kararlılıkla sürdürmektedir.
Neoliberalizmin tam tekmil meşruiyet enjeksiyonu olarak piyasacılık, “batıcı”, “amerikancı”, “avrupacı” “bilimsel üniversite” anlayışıyla kolbaşı bir gelişmişlik izlemektedir. Bu anlayış, üniversitelerdeki bilim insanları arasında yaygın bir kabul görmekte ve modern üniversiter bilim anlayışının düşünce arka planları, buna uygun olarak da yeniden zihinlerde inşaa olunmaktadır.
Bilimi yapacak kadroların tesisi ile, eğitim ve araştırma harcamalarının karşılanmasını sağlayacak fonlar, AB-NATO gibi iktisadi, ticari, askeri, politik örgütlenmelerin program ve fonlarına endeskslenmiş vaziyettedir.
Üniversitelerde piyasacılık anlayışı kök saldığı oranda, Türkiye sermayesinin tutucu yüzünün yeni bir biçimi olarak “dinci gericilik”, üniversitelerde giderek kalıcı bir düzlem kazanmaktadır.
Üniversitedeki dinci gericilik, “türban” ve katsayı problematiği üzerinden “imam hatipçilik” tetikçiliğini yapılandırırken, bunun üniversite ve YÖK yönetimlerine yansıması ve oluşturulması tam bir siyaset desteğine yedeklenmiş görünmektedir.
Bu tür bir üniversite ve siyaset anlayışı ile uyumsuzluk gösteren kadrolar, işgüvencesi üzerinden gerçekleştirilen şiddetli baskıların yanısıra, bilimin veçhesine ilişkin kimi bilinçli yönlendirmelerle hem moral ve hem de gelecek açısından umarsız ve çözümsüz kılınma eşiğine getirilmiştir.
Bu manzara, üniversitelerin kurumsal ve bilim insanı kimliği ile “kendiliğindenci bir asimilasyon”a değil, son derece iyi tasarlanmış bir sürece yönlendirildiklerini göstermektedir.
Bu başlıkları uzatmak, çeşitlendirmek, derinleştirmek olanaklıdır. Başlıkların geneli ve özeli olarak da, sadece “direniş” üzerinden, ya da bulunulan noktada durmak adına bir mücadele yapılamaz. Yeni olanaklar yaratmak; hamle yapmak ve çıkış yolu gerçekleştirmek gerekir.
Üniversitedeki sorun artık bir “maaş” ve araştırmalara ayrılan fonlardan yararlanıp, yararlanmama öznelliklerini çoktan aşıp, geçmiştir.
Üniversite bileşenleri yeniden örgütlenmeyi ve bunu “hakiki” düzeye taşıyacak bir omurga üzerinde birleşmeyi düşünmelidir.
13 Şubatta yapılan Üniversite Konseyleri Derneği Genel Kurulunda bu başlıkların tümü eni, boyu tartışılmıştır.
Üniversitede kim, kimin nerede bulunduğuna bakmaksızın, ayrışmayı değil, çoğalmayı ve örgütlenmeyi öncelemelidir. Bunun yegane kerterizi, kamucu ve toplumcu aydınlanmaya yol döşeyecek bir bilim anlayışını kurgulamak olmalıdır. İşte bu anlamda yakın zamanda toplanacak yeni bir “Akademi Konferansı”, çözüm için atılacak ilk derlenme toplantısı olabilir. ÜKD Genel Kurulu son toplantıda ve kararlarında bunu öngörmüştür.
Bu çağrı, bütün üniversite bileşenlerinedir...
(*) sol.org.tr' alınmıştır...