İlaç Şirketleri AR-GE’yi terk ediyor mu? Ediyorsa “Halk Sağlığı” için alarm mı?

16 Şubat tarihinde soL Portalda bir haber yer aldı. Haberin başlığı şöyleydi; “Halk sağlığı için alarm: İlaç şirketleri AR-GE’yi terkediyor”.

Haberi bütün okuyanları gibi, ben de ilgiyle okudum. Haberin kaynağı olan “Nature Dergisi” nin adının altını önemle çizdim. Sonra, yukarıya başlık olarak koyduğum soruyu kendime de sordum.

Önce şunu belirtmeliyim ki, kapitalizmin 2008 kriziyle beraber, “kriz”in farklı sektörlerdeki uzantıları bağlamında, Türkiye’de de “İlaç ve Kriz” başlığıyla nice toplantılar düzenlendi. Kimisinde konuşmacı olarak bulundum ve bu sütunlarda da birkaç yazı yazdım. Krizin doğası gereği, önemle etkilenecek sektörlerin başında sağlık sektörü ve dolayısıyla ilaç sektörü geliyordu. Nitekim, gerek krizin gelişim süreçlerine bakıldığında ve gerekse bu süreçlerin iç dinamiklerinin okunmasıyla uyumlu olarak, uluslararası ilaç sektörü krizden önemle etkilenmiş ve etkilenmeye de devam etmektedir. Buna sonra döneceğim.

Bu ilginç haberi okumayanlar için kısaca özetlemeliyim:

Habere konu olan önemli iki eksen var. Birincisi “ilaç araştırma-geliştirme (Ar-Ge)” işi ve diğeri de “patent” kavramlarıdır. 2011 Şubatı itibariyle uluslararası tekellere ait birçok ilaçta, patent sürelerinin dolduğu ve artık jeneriklerinin (eşleniklerinin) piyasaya girmesiyle rekabete dayalı olarak kârlılık oranlarında meydana gelecek düşmelerin, farmasötik sanayinin mali sermayesinde önemli sarsıntılar yaratacağı hesaplandığından, başta Pzifer olmak üzere, GlaxoSmithKline, Roche gibi firmalarda işten çıkarmaların başladığı bildiriliyor. Yani firmaların Ar-Ge faaliyetlerinde gündeme getirdikleri tasarruf bütçeleri ve çalışanlara kapının önünü gösterme, “halk sağlığını” tehdit unsuru olarak belirtiliyor.

Haberin hakkını yememek gerek. Satır aralarında firmaların bunu kendi kârlılıklarını gözeterek gündem ettikleri yazılıysa da, bu konu biraz silik kalmış ve ancak anlayabilenine hitap ediyor.

Ar-Ge faaliyeti, ilaç sektöründe ancak belli irilikte firmaya özgü bir iktisadi süreçtir. Hem çok uluslu firma olmanın koşuludur ve aynı zamanda hem de “tekel” olmanın göstergesidir. Kısacası, sektörün tüm firmalarının becerebildiği bir yapılanma değildir. Bu türden faaliyet yürüten firmaların “kamuoyu oluşturma” çalışmalarının merkezinde de, “ilaç buluşuyla toplum sağlığına yatırım yapıldığı”, “propagandif” bir söylem olarak işlenmektedir. Kısacası duyan ve okuyanlar, bu firmaların neredeyse insanlık namına çalışan hayır kurumları gibi faaliyet sürdürdüğünü de sanabilmektedir. Yani konu bozulan sağlık ve onu düzelten bir ikame aracı olarak “ilaç” olunca, toplumun algısı büyük ölçüde neyle ikna edildiklerine odaklanmaktadır.

Şimdi dönelim “halk sağlığı” kavramına. Bilindiği üzere, “halk sağlığı” tıp eğitiminde akademik bir bilim alanıdır. Toplumsal yaşamda ise, sağlık politikalarının oluşturulma ekseninde iktisadi ve siyasi olarak tercih edilebilecek olan ya da olmayan bir hizmet alanıdır.

Bilimsel disiplin” olarak, halk sağlıkçıların alanlarını benim burada uzun uzun anlatmam uygun kaçmaz. O nedenle, her vatandaşın internet ortamından kolayca ulaşıp, bilgilenmesine katkı yapabilecek bir alıntıya yer vermek istiyorum. “Vikipedi, özgür ansiklopedi”nin Türkçe sayfalarında, “halk sağlığı” başlığı altına şunlar yazılmış:

Halk sağlığı, Sağlık toplumbilimi, toplumsal çevre sağlığı ile ilgilenen bir bilim alanıdır. Toplumsal çevrenin sağlık üzerindeki etkileri, koruyucu hekimlik ve sağlık toplumbilimi ilişkisi, hastalıkların ortaya çıkmasında biyolojik çevre, fiziksel çevre ve toplumsal çevre etkenleri, çevresel zararların önlenmesi, nüfus ve sağlık, nüfus değişikliklerini etkileyen toplumsal etkenler, sağlık ve hastalık kavramları, sağlık personelinin iş doyumları ile ilgili konuları inceleyen bilim dalıdır.

Halk sağlığı ya da kamu sağlığı her zaman için bir taraftır. Tarafı her halükarda halkdan (kamu) yanadır. Çoğu zaman devletler ile büyük ilaç tröstlerinin yaptığı sağlık anlaşmaları halktan ziyade devlet ve/veya ilaç firmasının yararınadır. Üçüncü dünya ülkelerinde genellikle bu tarz anlaşmalar çok da medyaya yansımadan yapılır. Bunun önüne geçmek için toplumu bilinçlendirmek gerekir”.

Bu metinden çıkan sonuç, “halk sağlığı”nın gerek kavram olarak ve gerekse uygulama alanı olarak sağlık politikalarında “kamucu” bir tercih ve tutumu yansıttığıdır. Yani politik bir öznelliği ve uygulama tercihi olarak da nesnelliği yansıtır. Örnek olsun, Türkiye’nin “sağlık reformu” avazlarıyla ikna edildiği yeni piyasalaşma süreci ve sağlığın hem “mal” olarak hizmet ve hem de üretenleri bakımında taşeronlaştırıldığı “met’a”laşma süreci, kesinlikle bir “halk sağlığı” uygulama tercihi değildir.

Tedavi hizmetlerinin daha da özelleştirildiği ve evriltilen yeni noktasının, “Tıp Fakülteleri”nin hem hekimleri ve hem de hizmetleri ile bir piyasa aygıtına dönüştürüldüğü bu süreçte, koruyucu hizmetelere ağırlık verecek ve ilaç dahil tıbbi müdahale olmaksızın kimi sağlık sorunlarını sağaltacak kamucu bir “halk sağlığı yönetimi” ne gündemdedir; ne de yürürlüktedir.

İlaç Ar-Ge’si bir yandan uzun ve uğraş dolu bilimsel bir süreçtir ve fakat diğer yandan da çok önemli iktisadi bir enstrümandır. Bir ilaç firmasının, sektörel faaliyeti içerisinde, onun uluslararası bir piyasa aktörü olabilmesi ve bundan “azami karlılığı sağlayabilmesi”; yani bilinen değimiyle “kâr maksimizasyonu” oluşturabilmesi için, mutlaka araştırma-geliştirme etkinlikleri sürdürmesi gerekmektedir. Bu alana yatırım yapabilme sermaye gelişkenliğine sahip firmalar, “finansal” riskler de taşırlar. Zira ruhsatlı olarak piyasaya bir ilacın çıkabilme sürecine kadar, böylesi bir keşif ya da yenilikçi buluş olarak “ilaç” sayılma şansına sahip bir ürün, binlerce molekül arasından ayıklana ayıklana son noktaya erişir. Bu riski azaltmanın yegane yolu, keşfedilerek ilaç haline getirilen ürünün mülkiyetini sahiplenmekten geçer. Bu mülkiyet rejimin adı ise, “patent”tir.

İlaçta patent hakkında teknik ayrıntı yazmak, bu yazının boyutunu çoktan aşar; zira kitaplara konu olabilecek derinlikte ve zenginliktedir. Kısaca belirtilecek olursa, ilacın ticari mülkiyeti dahil, tüm teknik ve tıbbi ayrıntıları üzerinde mülkiyet, sınırsız ve sonsuz değildir. Ülkelerden ülkeye kimi farklılıklar olmakla beraber patent ve veri koruma süreleri genelde yirmi yıllık bir mülkiyet rejimi olarak bilinmektedir. Sonrası ilacın üretiminden, satışına başka bir değişimi içeren yeni bir evredir. Bu “jenerik-eşlenik” süreç olarak anılmaktadır. Yani buluşçu firmanın yanısıra, piyasada bulunan başka firmalar da aynı molekülü ilaç olarak üretip, satabilme hakkına ve ruhsatına sahip olabilmektedir. Bir ilaç, patent süresini tamamlayıp, onun jenerik biçimleri piyasaya çıkmaya başladığında da buluşçu firmanın, bu ilaçta tek başına kâr etme kanalları kapanmaktadır. Dolayısıyla “Ar-Ge” faaliyeti yürüten firmalar, “yeniden ve yeniden” yeni moleküller bulmak ve piyasadaki “iriliklerini” devam ettirmek zorundadır. Bütün bu görüntüleriyle beraber, “Ar-Ge faaliyeti” ve “patent mülkiyeti” aynı zamanda hem “tekel” olmanın ve hem de bunu uluslararası düzeyde elinde bulundurmanın da yegâne yolu ve zorunluluğudur.

Uluslararası ilaç üretimi ve piyasa büyüklüğü istatistiklerine bakıldığında, 1990’lar döneminde, sektörel büyüme ortalamaları % 11 lerde seyrederken, 2000ler başında % 9 lara gerileme olmuştur. 2001 ve 2008 krizleriyle, büyüme oranlarında düşüş, özellikle mali sermaye piyasalarındaki dalgalanmalardan da etkilenerek % 4.5-7.5 düzeyine gerileme göstermiştir.

Sonuçta, haberde adından da bahsedilenler de dahil bütün çok uluslu ve Ar-Ge faaliyeti sürdüren firmalar, sektörel çıkar ve piyasa büyüklüklerini tolere edilebilir bir ölçekte tutabilme adına, bazı tasarruf tedbirlerine başvurmakta ve strateji değişiklikleri ile “kâr maksimizasyon” oranlarını koruma altına almaya çabalamaktadır. Yoksa Ar-Ge faaliyetinden vazgeçen yoktur.

Haberin ayrıntıları içinde, firmaların strateji değişikliklerine ilişkin çarpıcı vurgular bulunmaktadır. Bunlardan ilki, “mali anlamda ‘düşük geri dönüş’ yaşadıkları alanlardan çekilme” dir. Bu özetle şu anlama gelmektedir. Endikasyon alanı olarak çeşitli alternatiflerin bulunduğu farmakolojik grup ve moleküllerden olasılıkla vazgeçme söz konusudur. Örneğin, hipertansiyon tedavisinde klinik olarak kullanılan yedi temel grubun içindeki 30-35 molekül yerine, bir 36. sının keşfi, hali hazırda var olan alternatifleriniyle de rekabet etme zorunluluğu taşıdığından, ekonomik getirisi “mali anlamda düşük geri dönüşlü” bir ilaç olmakla sınırlı kalacaktır. Oysa yeni bir endikasyon alanı ya da hastalık tanımlanması ve bunun tedavisi için hali hazırda alternatifsiz olacak bir ilacın keşfi, rakibi bulunana kadar o ilaçtan yüksek kâr marjı sağlayacaktır. İşte bu strateji değişikliği de, “yalnızca en çok gelecek vaat eden ilaçların üzerinde yoğunlaşma” olarak ifade edilmektedir.

Ar-Ge süreci deney hayvanları üzerinde ön denemeler evresi ile, buradan elde edilen gelişmelerin klinik uygulamalara taşınması süreçlerini kapsamaktadır. İkinci evredeki klinik çalışmalar, gönüllü sağlıklı insanlar ve/ya da hasta populasyonunda yapılan çalışmaları kapsar. Molekülün sentezi ile deney hayvanlarında denenmesi “erken aşama” olarak nitelenirse, bilinen endikasyon alanlarında yeni bir ilaç keşfinin maliyeti, bugünkü ortamda çok kârlı görülmemektedir. İşte dağıtılan alt yapı buna yöneliktir. Önemli bir kısmı araştırmacı ve bilim insanı olarak işsiz bırakılan mavi yakalılar da bu stratejiyle uyumlu olarak kapı önüne konulmaktadır. Yoksa tümünün ortadan kaldırılmasını kapsamamaktadır. Strateji değişikliğinin gündemimize sokacağı yeni olgu ise, muhtemelen önümüzdeki on yıllarda adını duyacağımız yeni hastalıkların tanımlanması ve buna yönelik moleküllerin keşfi düzeyinde olacaktır. Tıp literatürü daha şimdiden bir yığın pseudo hastalığın tartışmasını içinde barındırmaktadır.

İlaç sektörü de, diğer sanayii sektörlerine benzer olarak “kârlılık” hedefli üretim yapar. Yoksa tek başına “halk sağlığını gözetim” odaklı ve yegane amacı “insanlığa yarar sağlayacak” bir yatırım politikası gütmez. O nedenle, bu alana yönelik haberlerin, toplumsal algıyı her zaman doğru konumlandıracak bilimsel bir titizlik içinde verilmesi önemli bir zorunluluktur.

nuriabaci@gmail.com

sol.org.tr



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat