ECZACILIK TARİHİ
BAŞLANGIÇTAN ORTA ÇAĞA KADAR...( IV )
Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu
ESKİ MEDENİYETLERDE ECZACILIĞIN GELİŞİMİ
TÜRKLERDE ECZACILIK
İslamlar nasıl Nasturiler ile kadim Yunan tebabet ve eczacılığına varis olmuşlarsa Anadolu Türkleri de Selçuklular vasıtası ile islamın mirasçısı olmuşlardı. Yani Türk eczacılığı da, tebabetimiz gibi islami, şarklı ve klasiktir. Bu sebeple daha XIII ncü asırın ilk yıllarından itibaren kurulmaya başlayan Kayseri, Sivas, Divriği, Konya, Çankırı, Akşehir, Kastamonu, Tokat; Erzurum, Erzincan, Mardin ve Amasya Selçuk hastanelerinde hep birer eczane ve muhtelif eczacı ve eczacıbaşılar olduğu için onları takliden (taklit ederek) kurulan Osmanlı hastanelerinde de aynı kadrolar görülür. Bu sağlık tesislerinden pek çoğunun bugün el'an (hâlâ) mevcut olan vakfiyeleri bu hususu teyide (onaylamaya) yeter. Bu müesseselerdeki(kurumlardaki) eczacılar sağlık konusunda hekime yardımcı oldukları kadar eczacılık öğretimi de yapmışlardır. Filhakika(gerçekten) daha uzun asırlar eczacılığa hevesli Anadolu çocukları bu gibi resmi veya özel kuruluşlardaki yaşlı eczacıların yanında usta-çırak şeklinde öğrenim yapmışlardır.
1308 de Anadolu Selçuk devletinin tarihe karışmasından Osman oğullarının Anadolu'da yeniden birlik kurmasına kadar teessüs eden (kurulan) feodal Anadolu beyliklerinde olduğu gibi Osmanlı devletinde de Selçuklular her bakımdan örnek olarak alınmıştır. Bu sebeple Osmanlı sağlık tesisleri Selçuk
hastanelerinin bir devamıdır. Hatta Osmalılar devrinde Selçuk hastaneleri de eskiden olduğu gibi halk hizmetine açık tutulmuşlardır.
Demek ki uzun asırlar Anadolu hekimleri bir taraftan aynı zamanda eczacılık yapmışlarsa da islami geleneğe uyarak Anadolu hastahanelerinin kadrolarında müstakil eczacılar da vardır. Hatta 1555 de yapılan Süleymaniye Darüşşifasında müstakil bir Darülakakir (Droguerie centrale) de vardır ki
diğer hastahanelerin noksanlarını ikmal ederdi. Bütün bu hastahanelerin büyüklüğüne göre buralarda çalışan eczacıların sayısı da artar veya eksilirdi. Bittabi bu eczacılar da hekim, kehhal (göz hekimi) ve cerrahlar gibi İmparatorluğun sağlık vekili makamını işgal eden Hekimbaşının emrinde idiler. Hatta Hekimbaşılarının konaklarında her sene Nevruz'da padişaha ve hatırlı kimselere gönderilmek üzere Nevruziye'ler, kuvvet verici ve afrodizyak macunlar hazırlanırdı. Hekimbaşı Padişaha, Sadrıazama ve
diğerlerine bu nevruziyeleri dağıtırken hil'at giyer, kendisine ve maiyetine hediyeler ve para verilirdi.
Ta XIX uncu asır ortalarına kadar Anadolu hastahanelerindeki eczahanelerde aynı zaman usta çırak usülü ile eczacı da yetiştirilmesi devam etmiştir. Anadolu'da açılan ilk eczacı okulu 1839 yılında Galatasaray Tıbbiyesinde Dr. Bernard tarafından te'sis edilen (kurulan) askeri eczacı sınıfıdır. İşte Sultan Mahmut II zamanında 1926 da yapılan askeri reform sonucu gittikçe gelişen ordunun
her sene biraz daha artan sağlık personeli ve bu arada eczacı ihtiyacı böyle karşılanmıştır.
Bu sınıfın öğretim süresi üç sene idi. Burada hikmet (fizik), kimya, nebatat(bitkiler), fenn-i saydelani (farmakoloji) ve tıp müfredatı (matiyar medikal) dersleri okutulur ve ayrıca eczahanelerde pratik eczacılık da gösterilirdi. Nebatat (bitkiler) öğretimine ehemmiyet (önem) verildiğinden mektebde bir de nebatat bahçesi kurulmuştu.
Bizde ilk kodeks bu derslere yardımcı olarak gene Dr. Bernard tarafından 1844 de "Pharmacopée militaire Ottomane" adı altında 161 sahife ve Fransızca olarak yayınlanmıştır. Dr. Bernard Galatasaray tıbbiyesinde reçeteleri Latince öğretirdi, fakat aynı zamanda Türkçe karşılıkları da gösterildi.
Bilahare 1284 (1867) de açılan (Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye) de de bir sivil eczacı sınıfı kurulmuştur. Buradan yetişen ilk sivil eczacı ise 1872’de mezun olmuştur. Müteakiben (takip ederek) bu eczacı sınıflarının tensik (düzenleme, sıralama) ve islahi (düzeltilmesi) maksadı ile (amacıyla) Paris'den Kalya Bey (A. Calleja) adında bir kimyager getirilmiştir. Buradan mezun olanlar ordularda ve asker hastanelerinde eczacılık yaparlar ve hekimler gibi askeri rütbeler alırlardı.
1286 (1869) da Haydarpaşa Hastahanesi bir (Askeri Ameliyatı Tıbbiye Mektebi), mezuniyet sonrası staj okulu, haline getirilmiş ve Tıbbiyeden çıkan doktorlar gibi eczacıların da oraya devamı ile tatbikat (uygulama) görmeleri esas olarak kabul edilmişti. Bu arada 1292 (1876)-1312 (1896) senelerinde bu
okulda pratik eczacı da yetiştirilmiştir ki bu da tıbbiyelerin eczacı sınıflarında yetişen gençlerin sayısının zamanla yetersiz hale geldiğini gösterir.
Sivil ve askeri tıbbiyelerin 1909 da fakülte namı (adı) ile birleşerek Haydarpaşa'ya yerleşmeleri sırasında sivil eczacı sınıfı lağvedilerek (kapatılarak) müstakil (bağımsız) bir okul kurulmuş ve boş kalan Kadırga'daki Mekteb-i Mülkiye binası -Menemenli Mustafa Paşa Konağı- na yerleşen Sivil Eczacı Okulu 1925 senesine kadar bu binada kalmıştır o tarihte de Bayezit Umumi Kütüphanesinin yanındaki binaya taşınmıştır. 1959 da ise şimdiki binasına eski Fuad Paşa Konağına, nakledilmiştir. Eczacı Okulu 1933 Üniversite reformundan sonra bir müddet fen fakültesine bağlanmışsa da 1944 de yeniden İstanbul Tıp Fakültesine bağlı bir okul olmuş ve 17/X/1963 te de Fakülte olmuştur.
Yukarıda da söylendiği gibi asırlardan beri Osmanlı hekimleri aynı zamanda eczacılık da yaptıklarından Anadolu'da hekim muayenehanelerinin dışında müstakil eczahaneler kurulmamıştır. Ancak bir takım droglar satan ve Aktar veya Attar (Aktar veya Attar droglar manasına gelen akakir kelimesinden galattır) denen bazı esnaf onların yerini tutmuştur. XVII. inci asrın meşhur seyyahı Evliya Çelebi de seyahatnamesinde (cilt 1) İspençiyarlar, Güllabcılar, macuncular, meşrubatı deva esnafı hakkında şu malümatı (bilgileri) verir:
-Esnafı meşrübatı deva(iyileştiren içecekler esnafı) : Dükkan, 500. neferat(kişiler) 600. Pirleri Tabib Ali bin Süfyani Sevri'dir. Dükkanları ekseriya Bayezid'de Hocapaşa kurbünde (yakınında)
Meydancık mahallesinde ve Galata'dadır. İşleri lisanı sevr, hindiba, köknar, na'ne, sa'ter gibi edviyenin (ilaçların) arakını(köklerini) çıkarıp günagün (gün gün) şişelere koyarak dükkanlarını tezyin etmektir(süslemektir) . Bu edviye (ilaçlar) guzata (gazilere) gazada (savaşta) gayet lüzumludur.
Esnafı İspençiyariyan yani ot buluciyan: Pirleri Hazreti Lokman'dır. Rüyu arzda (yeryüzünde) Cenabı izzet ne kadar nebat (bitki) halkeylediyse (yarattıysa) cümlesine (hepsine) lisan (dil) verüp ben
filan derde devayım deyü Hazreti Lokman'a söylemiştir. Hazret asrındaki pirleri Zünunu Mısri'dir. Bu otçular pazar kurup labada kökü, hindiba kökü, lisanı sevr, garikon kökü, meyan kökü, sa'ter kökü ve daha binlerce deva otlarını cem'edüp (toplayıp) satarlar.
-Esnafı bi dükkani Tutyaciyan : Neferat 100..
-Esnafı Macunciyan : Dükkan 300, Neferat 50.. Pirleri Fisagores tevhididir.
Peygamber zamanında pirleri Übeyd Attar'dır.
-Esnafı Güllabciyan : Dükkan 41. Neferat 70. Edirne'li hatunlarımızdan bir
kısmı da bu dükkanlarda buhur suyu, mai kaidi, güllab, mai anber, asilbent,
mai verd, mai yasemin misillu (gibi) itriyat (kokulu) makulesi (sınıfından) tayyibeler (hoş şeyler, yatıştırıcılar) satarlar.
Gene XVII. nci asrın değerli hekimbaşılarından Salih Bin Nasrullah Akrabadin'in de eczacının evsafını (özelliklerini) şöyle veriyor :
"İspençiyarın dükkanı tabibin menziline(yerine) karib (yakın) ola. Zira İspençiyar tabibin tutar elidir."
İspençiyarsız merzaya (hastaya) gereken ilaç mümkün değildir. Vaciptir ki (gereklidir ki) İspençiyar olan kimse dahi sadık, afif (iffetli) ve gani (geniş) olup, fıkaraya (yoksula) şefkatli ve kanaat sahibi ola. İlm-i sarf ve nahiv (dilbilgisi) bilüb müfredata alim (ayrıntılara hakim) ve suret ve şekillerini ve muhtar (seçilmiş) olunanı bile ve vezinleri (ölçüleri) ve devaların miktarını, şerbetlerini bilmek için hesaba dahi alim (hesap bilen) ve sınaatı terkibiyyeye (birleşimlerin yapımına) ve mürekkebatın (karışımların) hıfzına (saklanmasına) alim (bilgili) ola.
Ve dükkanı vasi' (geniş) ve mutedil (orta halli) yerde ola ki üzerine daima güneş ve lodos dokunmaya, eğer mümkün ise dükkana karib (yakın) bostan edine ki lazım olan otlar ve baklaları bostana ekip terkip (karışım) iktiza ettikte (gerektiğinde) taze latif otlarla yapıla.
Hususi bazı matbuhlar (kaynatılmış ilaçlar) ve mündaç devalar(ilaçlar) , ihtikanlar(kan toplama) terkip oluna. Ve İspençiyara vacibdir (gerekildir) ki tiryak ve mejditos gibi eczası çok düzenleri ve
tabiatları muhtelif (farklı) terkip yapmak (birleştirmek) murad ettikde (istendiğinde) tabiiyata alim (doğabilimlerinde bilgili)olan tabibin huzurunda ve anın (onun) müşahedesi (gözlemi) ile yapa. Ve macunlar ve gayrı devalar koyduğu zarfın üzerine yaptığı terkibin ismini ve hangi ayda ve hangi senede
yaptığını işaret ve tahrir (yazma) eyleye ki terkibin (karışımın) amelinin (etkisinin) zamanı belli ola; ve fesadı (kötülüğü) seri (hızlı) olan devadan iktizasına (gerektiğine) göre az yapıla ki eğer iktiza eylemezse (geekmezse) fasid (bozuk) olup zayi' (ziyan) olmaya. Müshil ve uyutucu olan devalardan ve seminden (zehirlerden) hali (uzak) olmayan kavi (güçlü) devalardan tabibin emri olmadıkça veyahut
tezkiresi (reçetesi) varmadıkça kimseye bir nesne vermeye.
Tecrübesi sebkat etmeyen (yetmeyen) tabiblerin kavline (sözüne) itimat etmeyüb (güvenmeyip) belki şöhret-i sınaat (prarikliğiye ünlü) ve hüsnü mualecat (iyi ilaç yapmasıyla) ile meşhur ve mücerrep (denemiş) olan tabibe itimat eyleyeler(güvensinler) . Vacip olan (gereken) budur ki haplara ve acunlara ve bunların gayriye (başkasına) mutad olan miktardan ziyade müshil koyup halk filan ispençiyarın hapları ve macunları iyidir ve ameli kavidur (etkisi güçlüdür) desünler, diye kanun ve kaideden hariç (kanun ve kuralların dışında) nesne eylemiyeler. Ve tabibin yazub tayin ettiği miktara muhalif (karşı) eylemiyeler ki bu devalar azdır, tesir eylemez, çok verelim ve yahut bu deva kavidir(güçlüdür) az vermek lazımdır; diye bu misillu muhalefet eylemiyeler(karşı çıkmasınlar) .
İspençiyar olanlar şurutu mezkürenin (söylenen şartların) birine müracaat etmiyecek olursa hakim onlara lazımdır ki zecr ü itab (yasaklama ve azarlama)eyleye, eğer müeddeb(öğrenmezlerse) olmazlarsa hakim onlara lazımdır ki zecr ü itab eyleye, eğer müeddeb olmazlarsa hakim üzerine anları menetmek (yasaklama, el çektirme) lazımdır ve eğer anların (onların) bu ahvalini (yaptıklarını, hallerini) kimse bilmez ise yani kimseye bildirmezler ise dünya ve ahiretde cezalarını görürler.”
Uzun asırlar boyunca hatta XIX ncu asır ortalarında dahi yalnız İstanbul'da 500 kadar aktar dükkan bulunduğunu gösterir kayıtlar mevcuttur. Ancak XIX uncu asırlardaki, İstanbul'da bazı ecnebi eczacılar tarafından eczahaneler açılmaya başlamış ve zamanla eczacı okulunun Türk mezunları da bunları takip etmiştir. Böylece eczacı Hamd, Beşir Kemal ve Ethem Pertev Beyler gibi müteşebbisler (girişimciler) bu asrın sonlarında İstanbul’da ilk Türk eczahanelerini kurmuşlardır.
1927’de çıkan bir kanunla memleketde açılacak eczahanelerin sayısı ve açılacağı yerler tahdit edilmiş (sınırlanmış)iken 1953 de çıkan son bir kanun bu gibi tahditleri (sınırlamaları) kaldırmıştır.
Bu eczacılık tatbikatı esnasında hekimlerimiz uzun asırlar İbn Sina'nın kanunundan olduğu kadar Dioscorides ve Calinos'un haleflaeri olan İbni Baytar ve İbni Veft'in eserlerinden, Ebu Reyhan'ın meşhur Kitab-al-Saydalasından, İshak Bin Murad'ın Havas-ül Edviye'sinden İbni Şerif'in
Yadigar eserinden. Sabuncuoğlu Şerefeddin, Hekimbaşı Salih Bin Nasrullah ve Nuh Efendiler, Hekim Ömer Şifai, Ali Münşi, Vesim Abbas ve Süleyman Efendiler gibi Anadolu Hekimlerinin yazdıkları akrabadin yani farmakopelerden faydalanarak hayvani(hayvansal) , nebati (bitkisel) ve madeni bir çok basit veya mürekkep (karmaşık) droglar kullanmışlardır. Bu ilaçların bir kısmı hariçden(dışarıdan) , şarkdan ve garpdan (doğudan ve batıdan) , ithal edilmiş ve bu arada XVI ncı yüzyılda Tiryak (Thériaque) ve Mesir (Mithridaticum) gibi ilaçlar Avrupa'dan memleketimize gelmesine rağmen hemen hemen milli bir mahiyet almışlar ve bir taraftan Tiryak'ın muhtelif çeşitleri yapılırken bir taraftan da mesela Manisa'da olduğu gibi her sene Mesir bayramları yapılmıştır. Hariçden gelen ilaçlar her ne kadar uzun seneler hiç bir kayda tabi tutulmamış ise de 1890'dan sonra bazı zararlı ilaçların ithalini
önlemek üzere bandrol usulü ihdas edilmiştir(meydana getirilmiştir) . Ancak bu ithal edilen ilaçlar
yanında Anadolu’da da bir çok ilaçlar yetiştirmiş ve ihraç etmiştir ki bu arada mesela Afyon, şap vesaireyi zikredebiliriz(sayabiliriz).
Kara kervan yollarına hakim olması itibariyle uzun asırlar Türkiye'nin ilaç ihracatındaki mevkii mühimdir.
İstanbul Mısır Çarşısı ve civarındaki odalarda, Bursa ve Edirne'de çalışanlar bu gibi maddelerin ithalat ve ihracatını idare etmişlerdir.
Gümrük kayıtlarına göre 1816 (1322) de hariçten getirilen ilaçlar şunlardır:
Tiryak altın baş, İngiliz tuzu, Tutya, Terementi, Sandal ağacı, Kafuri, Sülümen kafuri, Sülügen, Sürür, Civa, Darçin, Karanfil, Kükürt, Baharı cedid, Misk, Balık nefesi, Kinkina, Zencefre, Balık tutkalı, Zırnık, Çay, Cevzi bevva, Kırmız, Darçin çiçeği, Kebabe, Kırım tartar, Calaba, Gomegote,
Tenkar, Domalak, Rugani cezvi bevva, Kudret helvası, Sakarin, Beyaz ve siyah zencefil, Rugani Anber kabuğu, Kunduz hayası, Kakule maa Besbase, Timurbosan.
Bu ithalatdan %3 gümrük resmi alınırdı. İhraç edilen maddeler ise şunlardır:
Sinameki, İpekakuane, Darifülfül, Afyon, Mirri safi, Göz taşı, Ebucehil karpuzu, Sülük, Salep, Koçanlı ve koçansız sığır kuyruğu, Asilbend, Kasni, Çadır uşağı, Şem'i asel, Zamkı arabi, Sığır dili, Şap, Anison, Mastaki, Karagünlük ve yağı, Mazı, Akgünlük.
Şapın en iyi cinsi de Anadolu'dan Avrupa’ya giderdi. Kütahya şapı pek makbuldü. M.S 1275-1455 senelerinde Avrupalılar bu maddeyi Cenevizlilerin idsresindeki Foglia'dan temin ederlerdi(sağlarlardı). Burası Türklerin eline geçince bu sayede Türkler yılda tahminen 100.000 liralık bir kazanç elde etmiş oldular.
Anberi garp tüccarları İskenderiye, Beyrut ve İstanbul'dan temin ediyorlardı. Karanfil de umumiyetle Şark ve bilhassa İstanbul pazarlarından Avrupa'ya sevk olunurdu.
Orta zamanda en güzel pamuk istihsal eden (yetiştirilen) yerler meyanında (arasında) Adana ve Silifke de vardı. Bunların pamukları pek revaçta idi. Bu sebeple ticaret aleminde Anadolu pamuklarına büyük bir yer ayrılmıştı.
Bu droglar ilk zamanlarda hekimlerin ve müteakiben de eczacıların ellerinde yağlar, tabletler, kurslar, tozlar, macunlar, fitiller, lauk(*)lar, şuruplar halinde hazırlanırdı. Hatta zaman zaman bu ilaçların tesirlerini arttırmak endişesiyle tablet ve kurs gibi şekillerin üzerlerine mukaddes sözler, ayetler, veya hadisler yazılırdı ki, bugün mesela Bayer salibi de aynı psikolojik tesire hizme tetmektedir.
(*) Lauk: Yalanarak yutulan ilaçlara verilen isimdir.
DEVAM EDECEK