Umarsızlığın, karanlığın en yoğun olduğu zamanlarda bile, tek çıkış kapısı, “sol memenin altında ki cevahirde” yaşatılan umuttur. Umudunu yitirmemiş bir bilincin ve iradenin yapamayacağı yoktur. İşte, böylesi bir umut kapısına, umudun şiirleri ne de güzel denk düşer…
Birkaç kopuk anı..,
Şiiri sevmemde, çocukluğumun anıları içinde yer eden, babamın zaman zaman okuduğu güzel şiirlerin hep yeri olmuştur diye hatırlıyorum...
Şiiri güzel okurdu; muhtemeldir ki, yazmışlığı da vardı. Bende, inci dizisi, kaligrafik yazılmış bir tomar şiir yaprağı vardı. Herhal, kimi kendi yazdıkları ve kimi de başka şairlere dairdi. Sakınarak saklıyordum çok önceleri! Sonra, geçmişin ev, eşya taşınmalarında o sakınılanların başına gelen, bu tomarlara da isabet etti. Kaybettim!
Neden mi yazıyorum. Okunan şiirlerin içinde ikisini iyi anımsıyorum…
İlki;
“Hoş geldin! / Kesilmiş bir kol gibi / omuz başımızdaydı boşluğun.../ Hoş geldin! /…” diye başlayıp devam ederdi…
Çok sonraları, Nail Çakırhan için yazılmış dizeler olduğunu öğrendim. Hani şu, Türkiye’nin mimarlık okumamış mimarı ve “Ağa Han Uluslararası Mimarlık Ödülü” nün sahibi olan Çakırhan. Bir de, ilk kadın arkeolog Halet Çambel’in eşi… Şairin, Çakırhan ile ortaklıkları gençliklerinin başına dayanıyormuş. Beraber, “1+1=Bir” başlıklı bir kitap yazıyorlar. Ortak evde oturuyorlar ve önce “Komünist teşkilatı kurmak”tan gözaltına alınıp, sonra Bursa Cezaevi’nde 2.5 yıl beraber aynı koğuşta kalıyorlar… Daha da sonrasında, 1933 yılında; Cumhuriyet’in 10. yılı nedeniyle çıkarılan aftan beraberce yararlanıp, 1934’te serbest kalıyorlar.
İkincisi, çoklar için daha tanıdık dizeleri içerirdi…
“Akıyordu su / gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. /Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını! / Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere / koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere! / …Atlılar atlılar kızıl atlılar, /atları rüzgâr kanatlılar! / Atları rüzgâr kanat.../ Atları rüzgâr.../ Atları.../ At... / Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!..”
Kim ola ki diye sormayı akıl ettiğimde, ezberlerinin Nazım Hikmet Ran’a ait olduğunu ve askeri öğrenci olarak İstanbul Üniversitesinde okurken, yasaklı olan bu komünist şairin kimi şiirlerini, el parçası kağıtlara yazıp, değiş tokuş ettiklerini de öğrenmiştim. Sorumun yanıtını öğrendiğimi hatırlıyorum; ama Nazım’
ın ayırdına, ancak çok sonraları varabildiğimi de,..Sonrası, 1972 yazıydı… Üniversite’de öğrenciyim. Ve bir UNESCO bursu ile Amerika’ya (A.B.D) gidiyorum. İstanbul’dan, önce Amesterdam’a geçiş ve oradan da dünyanın dört bir tarafından gelen öğrencilerle beraber New York’a uçuşumuz… Anılar giderek siyah beyaz resimler gibi silikleşiyor; ama, o uçak yolculuğundan geride kalan net bir fotoğraf var ki, unutulur gibi değil… Uçağımız bir “dolmuş-[charter]” uçak. Dolmuş yolcuları da, o programdaki biz gençler… Yanımda, pencere tarafında bir kız oturuyor. Orta boylu, ince ve hoş bir güzellik… Önce hafiften bir sohbet başlıyor ve sonradan adını öğreniyorum. “Joelle” bir Fransız; üniversiteyi yeni bitirmiş ve İngilizce öğretmeni çıkmış. Bu programa, dilini daha ilerletsin diye, öğretmenlik yaptığı okulca gönderildiğini anlatıyor bana Atlantiğin üstünde uçarken. Arka koltuklarda üç tane şamatacı öğrencisi var. Onlara da aynı zamanda rehberlik ediyormuş. Sonra bana 68 Paris’ini anlatmaya başlıyor. Hatırladığım kadar, o günün Paris’ini “komün günleri” diye resmediyor. Sarter’dan, Andre Marcuse’dan söz ediyor. Ortalama bir Avrupa kültürü işte, diye içimden geçirirken, bana birden Nazım Hikmet’i tanıyıp, tanımadığımı soruyor. Neden ? diye sorduğumda; ülkenizde onun kitapları yasakmış diye duydum diyor… Fena halde utanıyorum!.. Sanki suçlusu benim; Nazım Hikmet’i, kitaplarını ben yasakladım. Sonra tanıdığımı, kitaplarının yayınlandığını falan anlatıyorum. Hani faşizmin dik alasının olduğun da bile, “güzel yurda” toz kondurmama serdi var ya. İşte benimkisi öyle bir şey ve içim buruk!.. Joelle, Nazım Hikmet’in üniversite öğrencileri arasında şiirleri en beğenilen, şairlerden birisi olduğunu söylüyor. Komün günlerinde öğrenci mahfellerinde şiirlerinin çok okunduğundan falan bahsediyor. Biz o sıralarda ülke olarak 12 Mart’
ın olanca ağırlığını omuzlarımızda taşıyoruz. Ve ben, Amerika’ya bu ilk gidişimi, Nazım Hikmet üzerine koyu bir sohbet içinde ve insanları birbirine daha arkadaş kılan bir atmosferde yapıyorum. Hatta doğrusu, Joelle’e, Nazım’ı hangi cepheleri ile tanıdığını sorup, o sıralar daha okumadığım, bilmediğim değişik yönlerini ondan duyduğumu hatırlıyorum… Joelle, Nazım’ı biliyor; Nazım’ın ülkesini tanıyor ve pekçokları gibi, bana Türk’ler Arap’mıdır?, Türkiye develere binilen bir çöl ülkesi midir?.; kaç kadınla evleniyorsunuz?, gibi sorular sormuyor…Kısacası, bileni için Nazım’ın adı, Türkiye için yetiyor…Yasaktan malul; ama mücadele ve kültür açısından beraat eden bir panorama…Hey gidi günler..!Nazım Hikmet, Türkçe’nin en büyük ustalarından birisidir. Büyük bir şairdir. Ve kim ne derse desin büyük bir yurtseverdir. Onun yurtseverliğini dile getirdiği şiirleri hem ulusal ve hem de evrenseli kucaklayan büyük bir zenginlik, duyarlık ve insanilikle doludur. Yani öyle olmasa, böylesine, takliden yazılamayacak duygular, duyarlıklar ve sevgi, o biçimiyle yoğrularak o şiirlerin içine konulamazdı. Dünyaya bakışındaki eksen, emekten yana, barış dolu ve sömürüsüz bir evren ve güneşli, aydınlık bir gelecek hülyalarını içinde bitiştirir. Mücadeleyi ve umuda inancı, sınıfsal bir bilinç düzeyine çıkarır sözcüklerinde. O, bunun için ve bütün bunlarla beraber bir komünistir ve komünist olduğu için de büyük bir yurtseverdir. Anadolu’nun emperyalizme karşı verilen büyük kurtuluş mücadelesini, “Kuvayı Milliye Destanı”nda olduğu üzere, ondan daha iyi anlatanı halen çıkamamıştır. Kuşkusuz, bunun için sevinmek mi, yoksa yerinmek mi gerekir. Bu da ayrı bir sorudur.
Ömrü hapisanelerde geçmiştir. Ama yılmadan emeği, barışı, sömürünün olmadığı bir dünyayı ve böyle bir evrende başı dik bir Türkiye’yi savunmuştur. Ülkesini terke, onu mecbur kılan nedenler, onun iade-i itibara mazhar olmasını değil, ondan ve kalıtından özür dilenmesini gerektirir. Ve Nazım Hikmet ülkesine, havasına, suyuna, insanlarına hasret Moskova’da bir 3 Haziran’da ölüp gitmiştir. Ben de ölümünden sonraları, okuduğum (ölümünden sonraları bile, 65 li yıllara kadar kitapları basılmazdı; her ev baskınında da yapıtları, yasaklı kitaplar listesinde miydi, anımsamıyorum ama,.. bu kitaplar götürülürlerdi) şiirlerinde, babamın şiirlerini ezberden okuduğu o isimsiz şairin kim olduğunu böylece öğrenmiştim, keşfetmiştim ve tanımıştım ilk gençlik çağı başlarında.
3 Haziran, Nazım’
ın destansı mücadelesinin ve yaşamının geride kalanlara ışık olduğu, yollarını aydınlattığı yeni bir kavşak olmuştur. Tıpkı 3 Haziranlarda aramızdan ayrılan Orhan Kemal gibi; Ahmed Arif gibi…3 Haziran’da, Ankara Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde bir anı toplantısı vardı. Nazım’
ın 61 Mayıs’ında Havana ziyaretini konu alan bir belgeseli, Çağrı Kınıkoğlu’nun kurgusu ve kamerasından izledik. Çağrı, anladığım kadarıyla çok önemli bir iş yapmış görünüyor. Böyle yalın, böyle insani bir anlatımla, Nazım’ın devrimci yüzü ve Küba Devrimi’nin büyüklüğü, bu denli kollektif bir sadelik biçiminde ve belgesel olarak anlatılamazdı. Etkilendiğim önemli aralıktan birisi de, bu büyük yurtsever ve devrimci şairin, mücadeleye inancını, oğlu Memet’i partisi TKP’ye emanet edebilecek kadar, nasıl bitiştirdiğini ve bunun da sokakta ki Küba’lılardan, Küba Devrimini yapan kadrolara değin, onları nasıl etkilediğini, sanki çok olağan bir yaşam çizgisiymişcesine izleyiverdik gitti…Nazım hem mücadele ve hem de umut adamıydı…
Bu özelliklerini de hiç yitirmeden bir yaşam sürdü…
Son sözler yine kendisine ait…
“Kozmosun Kardeşliği Adına” şiirinde umuda dair diyor ki…
“…yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz onunla /'Tovarish' diyecek / ne üs kurmaya geldim yıldızına / ne petrol ne yemiş imtiyazı istemeye /Koka-kola satacak da değilim / selamlamaya geldim seni / yeryüzü umutları adına / bedava ekmek bedava karanfil adına / mutlu emekler mutlu dinlenmeler adına / 'yarin yanağından gayri her yerde her şeyde hep beraber' / diyebilmek adına / evlerin / yurtların / ve kozmosun kardeşliği adına.”
Ve “Kurtuluş Düşü” nde de, mücadeleye inancını, umut ve sevgi sözcüklerinde şöyle harmanlıyor, bağlıyor…
“Hapishanelerde ışıydı hürriyetim o / Ekmeğimin katığıydı sürgünde o / Başlayan gündeydi, biten akşamda o / Kurtuluş düşüydü memleketimin o”
Kaynak--- sol.org.tr