Eski Türk filmlerinin unutulmaz sahnelerinden biridir; röpteşambırlı Nuri Alço elindeki hapı attığı içki kadehini köyden şehre ünlü olmak için gelen genç kıza
“Hadi iç!” diye verir, bir sahne sonrasında da saf köylü kızın geceyi nasıl geçirdiğini düşündüğü bir yüz ifadesiyle karşılaşırız ya, kimle konuşsam sektördeki herkesin yüz ifadesi aynı...
Herkes sanki “2004’te ne içirdiniz bize???” der gibi...
Herkes ne olduğunu hatırlamaya çalışıyor, son yıllarda neler oldu, neden zarar ediyor, neden kredi kullandığı halde eczanesinin ekonomisini düzeltemiyor, anlamaya çalışıyor ama bir türlü anlam veremiyor.
Neler olduğunu hatırlamak için filmi biraz başa saralım.
2005 yılından itibaren devletin aldığı ilaç miktarı neredeyse %90’a ulaştı ve 2009 yılından itibaren devlete eczaneler her sene kur sabitlendiği için 15 milyar TL ’lik ilaç sattı:
2010 yılında 15 milyar TL
2011 yılında 15 milyar TL
2012 yılında 14 milyar TL
2013 yılında 15 milyar TL
2014 yılında 15 milyar TL
...
2012 yılında 14 milyar TL’ye gerilemiş olmasını göz ardı edersek devlet eczanelere kaba bir hesapla her yıl ortalama olarak 15 milyar TL ödedi.
2009 yılında devlete 1 milyar 350 milyon kutu ilaç satmışken yaklaşık yüzde 50’lik artışla 2014 yılında 1 milyar 600 milyon kutu ilaç sattı.
Karşılanan reçete sayısı arttı, verilen ilaç miktarı arttı, sunulan hizmet arttı ama artmayan tek şey ilaca devletin ödediği para: 15 milyar TL...
Bu sene de farklı bir şey olmayacak; yine karşılanan reçete sayısı artacak, verilen ilaç miktarı artacak, sunulan hizmet artacak ama ilaca devletin ödediği para hemen hemen hiç artmayacak.
…
Devletten aldığımız para artmazken, yani ciromuz sabit kalırken bizim artan hizmetimizin maliyeti de en az enflasyon kadar arttı.
Dolayısıyla da hizmet verilemez noktaya gelindi. Nasıl mı? Ters köşeden bakalım;
2010 yılında yaptığı cirosu eczanesinin giderlerini karşılayan bir eczaneyi örnek alalım:
Diyelim ki bu eczane 2010 yılında 100 TL SGK cirosu yaptı ve kaba bir hesapla 20 TL kar elde etti, 10 TL’sini masrafa harcadı, 10 TL’si kendine kaldı. (Kalmaz ya, kaldı kabul edelim!)
Takip eden yıllarda da aynı ciroyu yaptığını göz önünde bulundurursak, 2014 yılında eczanesinin masrafı 15 TL’yi aştı ama kendisine kalan miktar 5 TL’den de aşağı düştü. Vergisiydi, demirbaş tamiriydi, şusuydu busuydu derken kendine harcayacak bile para kalmadı elinde…
Yani 2014 yılını sadece SGK yapan bu örnek eczane dâhil herkes zararla kapattı.
Bu durum yüzünden kimse kar edemiyor, aldığı krediler durumunu düzeltmeye yetmiyor, borcuna borç katıyor.
Çünkü borç, borçla ödenmez; borç karla ödenir, sektörde de artık karlılık kalmadı!
…
SGK reçetesi yapmıyor, cironuzun neredeyse tamamını nakit olarak gerçekleştiriyorsanız zaten bu yazıyı okumuyorsunuzdur. Kaldı ki o tip eczane sayısı zaten çok azdı, reçeteli ilaç satışı zorunluluğu ile onlar da artık eski cirolarını yapamayacaklar, onlar da artık gelir gider dengesizliği cenderesinin içine girecekler.
…
Firmalar ve dağıtım kuruluşları tehlikenin farkındalar ama seslerini bir türlü çıkartamıyorlar, çünkü kendilerini bir şekilde bu cenderenin dışında tutmayı, en az şekilde etkilenmeyi bugüne kadar başardılar ama artık onlar da değirmeni döndüremiyorlar.
…
İlaç yokları, eczanelere verilen artı değerlerin geri çekilmesi hesapları, hizmet kalitesinin azaltılmasına yönelik hazırlıklar; sektörde çalan tehlike çanlarının işaretleri.
…
Pekiii ne olacak???
İki seçenek var;
Ya sektör tamamen sessiz kalacak ve kaderine boyun eğecek,
Ya da sektörün bütün bileşenleri bu şartlarda kimsenin hizmet veremeyeceğini ortak bir dille deklare edecek, yetkililerin önüne bu tabloyu kararlı bir şekilde koyacak.
“Biz ilacı gazoz yaptık, imkansız formülleri başardık!” diyenler gibi sabun köpüğü formüllerin peşinde olmayacak, yoksa “Yahu bu gazozu biz nasıl içtik?” demek var işin sonunda.
Gerçi böyle giderse Nuri Alço bile işsiz kalacak, çünkü gazoza atacak ilaç bulamayacak!
…
Hâsıl-ı kelam; tehlike büyük, sorun ciddi…
“Umutlu musun?” diye sorarsanız, “Evet umutluyum!”
Neden derseniz;
Bir yolcu uçağında bütün yolcular yerlerini almış, kaptan pilotun gelmesini
bekliyormuş. Bir bakmışlar; ön kapıdan pilot kıyafetli gözlerinde siyah gözlük, kollarında üç noktalı beyaz kolluk, ellerinde beyaz baston olan iki kişi uçağa binmiş , kokpite geçmiş.
Uçak bir müddet sonra pist başı yapmış, hızlanmış , hızlanmış ama bir türlü uçağın burnu havalanmamış. Yolcular camdan dışarı bakmışlar; uçak son sürat pistin sonundaki duvara doğru gidiyor, tam çarpmak üzere iken hep birden çığlık atmışlar.
O sırada kokpitte kaptan pilot:
-Çığlık atmayı unutacaklar diye ödüm kopuyor!
Demiş ya, o hesap;
Ben de sektör bileşenlerinin çığlık atmayı unutacağını sanmıyorum.
…
Saygılarımla…