Tedavi Kararını Kim Vermeli?

SGK’nin "Sağlık Uygulama Tebliği" mi, Danıştay mı, hekim mi, yoksa hastanın ekonomik olanakları mı? Tedaviyi yalnızca bedelinin yüksekliğinden hareketle sınırlamaya kalkmak, yalnızca bir “insan hakları ihlali” değil, “hastalığın sağlığa, ölümün de yaşama” üstün tutulduğu anlamına gelir.

Mustafa SÜTLAŞ
 
İstanbul - BİA Haber Merkezi
 
 
 
 

bianet farklı bir yerden, insandan yana bakarak gerçekleştirdiği "hak haberciliği"ni "haberini takip ederek" de sürdürüyor. Bu anlamdaki son haberlerinden birinin başlığı "Devlet, Meme Kanseri İlacının Bedelini Bir Yıl Boyunca Ödeyecek" haberiydi. Haberde Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) daha önce Sağlık Uygulama Tebliği’yle (SUT) yalnızca "dokuz haftalık kür" bedelini ödeyeceğini söylediği kanser ilacının bedelinin 52 hafta ödenmesi konusundaki Danıştay kararını 3 ay sonra uygulamaya koyduğundan söz ediliyor.

Söz konusu haberin işlediği konuyla ilgili olarak NTV’de 5 Mayıs gecesi yapılan programda da yaşananın anlamını söylemiş ve alt başlıkta açımladığım şekliyle başlıktaki soruyu sormuştum.

NTV’deki programa Sağlık Bakanlığı’nın Kanser Dairesi Başkanı da telefonla katılmış ve söz konusu kullanımla ilgili bilimsel verilerin kuşkulu olduğuna değinmiş ve SGK’nin haklı olduğunu vurgulamıştı. Onkoloji (kanser) uzmanlarının mesleki derneğinden Prof. Dr. Gökhan Demir de bunun tersini söylemişti.

Tıbbın ve onun uygulaması olan sağlık hizmetinin geçerli kural ve ilkelerine göre doğru bir şekilde ve gerçekten yapılabilmesi için aynı zamanda bir "hasta hakkı" olan ve hekimlerin "etik bildirge"lerinde de açıkça yer alan bir koşulun varlığı gereklidir:

Hekim mesleğini uygularken kendisini hiçbir şekilde ve nedenle baskı altında hissetmemeli ve bilimin ve etik kuralların belirlediği çerçeve içinde mesleğini özgürce uygulayabilmelidir.

Hekimlere ve tıbbi uygulamalara yönelik baskının kaynak ve nedenleri çok ve çeşitli olabilir. Bu baskılara verilebilecek örnekler arasında, günümüzdeki en sık rastlanan birisi de -ne yazık ki- "ekonomik nedenler"dir.

SGK bu tür baskıların en önemli kaynaklarından birisidir. Çünkü hekimlerin neleri nereye kadar yapabileceklerini belirleme yetkisini en azından bunlarla ilgili giderlerin ve harcamaların ödenmesi bakımından sınırlar getirme hakkına sahip bir kurumdur ve bu hakkını da sıklıkla kullanmaktadır. Kanser ilacının 9 haftalık ödenmesi bir yana bu kurumca ödenmeyen ve hemen her gün sayıları artan bir çok ilaç söz konusudur. Hastalık hastalıkla, ilaç ilaçla kıyaslanmaz, kıyaslanamaz. Her birisinin yaşattıkları, insandaki karşılığı ve sonuçları birbirinden farklıdır. Kanser ilacı kadar öksürük şurubu da sırasında sağlık ve yaşam açısından aynı değerde olabilir.

Hekimlerin uygulamalarına yönelik bir başka kesimse , hekimleri başka biçimlerde ama yine "ekonomik temelde" baskı altında tutan tıp ve sağlık endüstrisi gelmektedir. Hekimler, devletin idari erkinin gündeme getirdiği baskılar dışında en çok bu iki etki altında çalıştıkları için bağımsızlıkları her an risk altındadır.

Ama ne iyi ki, her ikisinin yarattığı baskıları izleyecek ve kontrolünü yapmaya yetkili iki kurum vardır. Bunlardan birisi, sağlık bakanının epeydir kapatmaktan dem vurduğu "hekim meslek örgütleri"dir. Diğeri ise yine hükümetin etrafından nasıl dolanırım diye bu kez "anayasa değişikliği" yaparak kontrolünü, dolayısıyla etkisini ortadan kaldırmaya çalıştığı "yüksek yargı" da dahil "bağımsız yargı"dır.

Her ikisinin de ortak noktası "bağımsızlık"larıdır ve bu nitelikleri onların varlığı için olduğu kadar, biz sağlık hizmetinden yararlananlar açısından da çok önemlidir. Çünkü mesleki ve etik kurallarla belirlenen, sınırları yalnızca bunlarla şekillendirilen alanların "bağımsızlık"ları ortadan kalktığında bundan en çok etkilenen kuşkusuz onların uygulamalarından yararlananlar olmaktadır. Örnek de bu haberde ortaya konulanlardır.

Hangi kanserde, hangi kanser ilacının, nasıl ve ne sürede uygulanacağına "bağımsız üretilen bilim" karar verebilir yalnızca. Bilim günün birinde söz konusu ilacın bir yıl değil de daha uzun süre uygulanması gerektiğine dair bir kanaate ulaşırsa, yeniden bir yargı sürecinin yaşanmasına gerek olmadan bunun uygulanabilir olması gerekir.

Ama bedeli çok yüksek bir tedaviyi yalnızca bu bedelin yüksekliğinden hareketle sınırlamaya kalkmak yalnızca bir "insan hakları ihlali" değil, "hastalığın sağlığa, ölümün de yaşama" üstün tutulduğu anlamına gelmektedir. Bunu kabul edenlere karşı ne iyi ki şimdilik "kamu yararı"nı da dikkate alarak, idarenin bu tür "haksız ve yanlış" uygulamalarını denetleyebilen bir "yüksek mahkeme" vardır. Ama 12 Eylül’de anayasa değişikliği gerçekleştiğinde, artık bu tür SUT kararlarına karşı yüksek mahkemeler, haberde söz edilen türden kararlar veremeyeceklerdir. Yalnızca usul denetimi yapıldığında ise burada bir usulsüzlük olmadığı için bu karar uygulanacak ama "dokuz hafta"dan sonra "parası olmadığı için bu ilaca ulaşamayanlar" kanserleriyle, dolayısıyla kaderleriyle baş başa kalacaklardır. (MS/TK)



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat