Ecz. Muammer ŞEN

 

Doğadaki herhangi bir canlı için bu mümkün mü?

Soğuğa, sıcağa, rüzgara, suya, susuzluğa; acılara, sevinçlere, vücudu kemiren bilumum haşereye, virüse, bakteriye, kurda, kuşa dayanmak mümkün mü?

Mümkünmüş dostlar. Görmeseydim zor inanırdım. Gördüm ve hala etkisi altındayım inanılmazlığın...

Mesleğimize dair en sevdiğim şey okulda öğrendiğimiz bilgilerin doğada doğrulanması, ülkemin zenginliklerini yerinde görüp gözlemleyebilmek. Bu amaçla sık sık Toroslar’da yolculuğa çıkıyorum doğaçlama .Toprak yollara giriyorum. Bilinmeyene yürüyorum.

Başyayla’dan Taşkent’e gidiyorum. Barcın Yaylası’nda yörük pazarındayım. Hafif rüzgar esintili, bulutlar yere yaklaşmış yüklerini boşaltmaya hazırlanıyor. Sanki bakınıyorlar aşağılara en susuz olanı bulup oraya dökelim suyumuzu, kana kana içsinler diye.

Gözüme sağda sarı bir tabela ilişti, ÇETMİ ŞELALESİ yazılı .Uzaklığı yazmıyor kaç km? İkirciklendim gitmeli mi, gitmemeli mi?

Ani bir kararla çevirdim yönümü girdim toprak yola kıvrıla kıvrıla gidiyorum. Yamaçlarda dik kayalar, derin vadiler arada düzlüklerde küçük tarlalar var. Bazıları ekilmiş, işlenmiş kimi yeşil kimi sarı. Sarı olanlar buğday, yeşil olanlar nohut olmalı.

Bakınarak keyifle yol alıyorum, gökyüzü pırıl pırıl. Hava, toprak, su tertemiz. Henüz kirletememişiz buraları. Hala umut var geleceğe dair. Karşımdan bir taşıt geliyor, üstüne kadın erkek doluşmuşlar. Adını bilmiyorum bu taşıtın. Anadolu insanının zekası bu; basit bir motor ve ardında kasası.

El ettim, yanıma geldiklerinde durdular. Yüzleri güleç, tenleri yanık… Merakla baktılar yüzüme.

Selamladım önce hepsini, ardından sordum:

Şelaleye nasıl giderim, yolu nasıldır? Uzak mıdır?

Gülümsediler... "Delimisin be adam ne işin var buralarda?" der gibi baktılar yüzüme. İçlerinden en yaşlı olanı cevapladı sorularımı:

"Direk git 10- 15 km sonra sola gireceksin az daha gidince  karşına çıkacak şelale."

Teşekkür edip vedalaştım onlarla, tekrar yola koyuldum. Bir süre tarife uygun gittikten sonra kayaların üzerinden nazlı nazlı akan altında küçük bir göl oluşturan "Düşen su çetmi şelalesi" ne ulaştım. 

Genelde olanın dışında çevre sessiz ve temizdi. Ortalık çamur deryası, plastik çöplüğü olmamıştı. Her yerden mangal dumanları süzülmüyordu. Şelalenin serinliği içime doldu. Mutlu oldum, sevindim iyi ki yollar topraktı, eğri büğrüydü. Yoksa buralarda istila edilirdi, kirletilirdi. Güzelim gölde balıkların yanında plastik şişeler, teneke kutular yüzerdi.

Buna artık dur demenin zamanının geldiğini hatta geçtiğini düşünüyorum. Nedir bu plastikten çektiğimiz. Plastik hayatımıza öyle bir girdi ki onsuz yapamıyoruz. Ucuz ve kırılmaz olması belki buna etken ama sağlığımızı nasıl kemirdiğinin farkında değiliz. Özlüyorum eski su testilerini, ne güzel de soğuturdu içindeki suyu bir de tat ve koku verirdi suyumuza terli terli içsen bile hasta etmezdi.

Hele birde plastik turşu kaplarımız var ya inanılmaz. Bile bile lades diyoruz. Farkına vardığımızda iş işten geçmez umarım. Son yıllardaki kanser vakalarının  artışında bunun da payı vardır bence.

Şelalenin serinliğinin yanında güler yüzüyle Yusuf Usta karşıladı beni. Duvar ustasıymış Yusuf. Ameliyat olunca ağır iş yapamamış, kiralamış burayı işletiyor. Yufka ekmekle güzel bir sofra hazırladı. Oturunca anladım nasılda acıktığımı. Sohbet ettik ustayla biraz. Halini anlattı. Ödeyeceği kirayı çıkarabilmenin kaygısını taşıyordu. Buralarda başlıca nereleri görmeliyim diye sordum, anlattı epeyce. En ilginci de 2000 yıllık ağaç geldi bana. Tarifi aldım koyuldum yolara.

Çetmi kasabasını geçince Balcılar tabelası çıktı önüme ikirciklenmeden saptım. Güneş eğilmişti iyice ama görmeliydim bu yıllara meydan okuyan, tarihin canlı tanığını .Çetmide de,Balcılarda da dikkatimi çeken yolların düzenli, bakımlı ve temiz olmasıydı. Her yeri parke taşlarıyla döşemişler.

Aklıma yeni asfalt dökülen yolların hemen ardından kazılarak çalışmalar yapılması geldi. Niye her şeyi bitirip öyle asfaltlamazlardı ki ? Bu ülke bu kadar zengin mi ki kazıp kazıp yeniden asfalt döküyoruz? Şehir içlerine yapılan parke taşları daha doğru bir iş. Hem kışın karda buzda kaymaz, altına suyu emer; hem de sökülüp yapılacaklar yapılıp tekrar döşenebilir.

Balcılarda yolu sormak için durduğumda bir genç hemen atıldı.Geri getirirsen ben yolu gösteririm dedi. Atladı arabaya yolu elimize aldık.

Önce ben başladım sormaya adı Himmet. Şoförmüş Alanya’da. Yazın gelirmiş buralara saman taşırmış arabasıyla. Şehirli olmuş ya anlatıyor:

Ben bir tırpan alıp odun kesmedim, orak alıp ekin biçmedim diye övünüyor, kendince küçümsüyor toprağını, aslını.

Nasıl becerdik bu kadarını? İnsanımız toprağına nasıl bu kadar yabancılaştı? Bu kadar hazır yemeye alıştı, üretimden koptu?

Geniş yaylalardan geçiyoruz. Etrafta tek tük büyük ve küçükbaş hayvanlar görünüyor. Çevre yemyeşil, ot  bol. Bu yıl yağış da çok olunca büyümüş de büyümüş ama otlayacak hayvan kalmamış. Dışarıdan sığır ithal ediyoruz. Oysa niye ki? Bu topraklarda ne sürüler beslenir? Bırakalım kendi ihtiyacımızı çok ülkeyi de doyururuz becerebilsek.

Sıra Himmet’e geldi sormaya başladı sorularını, o sordu ben söyledim niye buralarda olduğumu, toprağı neden çok sevdiğimi. Pek aklına yatmadı ama sesinide çıkarmadı.

"Aha işte geldik aradığın ağaç karşıda!" diye bağırdı birden. Çok heyecanlandım. Nihayet görecektim bu hayat tanığını. Yolun hemen altında tek başına dimdik duruyordu.

2000 yıl yaşamak? Bu gücü nereden almıştı? Bunca yıl nelere tanıklık etmişti? Mutlaka bir dili vardı ama biz nasıl anlayacaktık? Kaç şafağı karşılamıştı gururla? Kaç gün batımına el sallamıştı?

Dünya’ya hükmeden en büyük benim diyen krallar, sultanlar gelmiş geçmiş ama o hala burada yeşil dallarını açmış hayata gülümsemekte.

Gövdesinin çevresi 30 adıma yaklaşmakta, içinde sanki gelen geçen yolcu konaklasın diye odası var. Abartısız yatağı serip uyuyabilirsiniz oyuğunda.

Bir katran ardıcıydı. Önünde saygıyla eğildim. Bazen kendimizi çok güçlü sanırız. Küçük dağları düzleyebileceğimizi düşünürüz. Oysa ne kadar da acizdik onun yanında. Ondan öğreneceğimiz çok şey vardı. Yanından ayrılırken içimde mutlak bir huzur doluydu. İyiki gelmiştim buralara.

Dönüş yolunda sohbet ettik Himmet’le. Toprağı, suyu, otu, böceği, ağacı, insanı anlattım ona. Bu zenginlikleri kaybedersek neleri kaybedeceğimizi; bizim ot –böcek dediklerimizin ülkemizden kaçırılarak nasıl tekrar bize çok yüksek bedellerle geri satıldığını, bunları korumamız gerektiğini anlattım anlatmasına ama o anladımı emin değilim. Onu aldığım yere bıraktım. Aklında bana dair neler kaldı bilmiyorum.

Hemen yola koyuldum. Dönüş zamanı güneş dağların ardında bir görünüp bir kayboluyor. Günün yorgunluğunu hissediyorum ama çok huzurluyum.

Dilimde bir türkü:

Sevdamı yellere yellere verin.

Benim meskenim dağlardır dağlar.

Sağlıcakla kalın...

muammersen@hotmail.com

 



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat