İlaç Dosyası

 

Bomba Davası ve İlaç Dosyası

Uğur MUMCU

 

1.Basım Ekim 2000 Ankara; 8.  Basım Ekim 2006 Ankara um:ag Vakfı Yayınları

 

İlaç Dosyasında geçen, gelişen ilginç konuşmalar, saptamalar aradan 27 yıl geçmesine karşın gündemdeki yerini koruyor. Bu günlerde yaşanan “İksir Operasyonu”, sahte ilaçlar, sahte küpür basımı, hekim, eczacı, hastane, sağlık ocağı, ilaç muafiyeti raporu, reçete ve ilaç üzerine oynanan oyunlar, olaylar; karar verebilmemiz, olaylara doğru yorum getirebilmemiz için, geçmişden bu güne tümüyle olayları yeniden gözden geçirmemizi gerektiriyor. Bu nedenle 2000’de Gazeteci, Yazar, Araştırmacı Uğur MUMCU tarafından yazılan “Bomba Davası ve İlaç Dosyası” adlı eserinden alıntılar yaparak hedef kitle seçilmek istenen eczacılar adına “İlaçta Sahtecilik” konusuyla tartışmayı başlatabiliriz.

 

Kitap şu sözlerle başlıyor;

“Hammadde potansiyeli var, yararlanan yok...”

“Ne zaman yararlıdır, ne zaman zararlı?”

        İlaç konusunda sorulacak ilk soru bu. Hastalandınız, ateşiniz yükseldi, bir eczaneye girip hemen bir antibiyotik aldınız. Ertesi gün ateşiniz biraz düştü, rahatladınız. Ve ilacı bıraktınız. Daha sonraki gün ateşiniz yine yükseldi, haydi bir daha antibiyotik...

 

Bu sözlerle başlıyor konu; keşke bu kadar masum gelişebilseydi herşey, keşke bu konum altında masum düşünceler yatabilseydi. Hasta oluyorsunuz, kendi bilgi, birikim, deneyim ve yöntemlerinizle eczaneye yönlenip ilacınızı seçip sağlığınıza kavuşabilseydiniz. İlerideki bölümlerde göreceğiniz gibi bir çok farklı alanlardan, farklı kişilikler ve farklı çıkar grupları bu sizin sağlıklı yaşam isteğinize ortak olacak ve farklı bir şekilde çıkarları olacak, çıkarları uğruna neler yapabileceklerini izleyeceğiz.

 

        İlaç, yerinde, zamanında ve dozunda kullanılmazsa, yarar yerine zarar veriyor. Antibiyotik kullanımı bunun en uygun örneği “Yararlılık ya da zararlılık” konu bu.

 

Buradaki örnekte olduğu gibi zamanında, dozunda, ama öncelikle yerinde, yani sağlık anlamında kullanılmazsa ilacın, nerelere gidebileceği, ilaç üzerinden kimlerin yararlanmak isteyebileceğinin açık örneklerini göreceğiz.

 

Örneğin: “Türkiye’de ilaç hammaddesi olarak kullanılacak bitki potansiyeli var mıdır?” diye konuya girdik.

        Bu soruyu önce İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Genel Kimya Kürsüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Ayhan ULUBELEN’e sordum:

        Prof. ULUBELEN’in yanıtı şöyle:

        “Türkiye’de ilaç hammaddesi olarak kullanılabilecek bitki potansiyeli vardır. Ancak doğal olarak bulunan bitkiler, çok kez bir endüstrinin ihtiyaçlarının karşılayamaz.. kültür yapılması gerekir. Ya belirli yöreler seçilerek büyük alanlara ekim yapılır, ya da şeker şirketleri gibi, elinde büyük arazisi olan şirketlerin ekim yapması sağlanabilir.”

        “Peki” diyorum, “bu konu da Türkiye’de gelişmiş bir araştırma var mıdır?”

        Prof. ULUBELEN’in yanıtı şöyle:

        “Gelişmiş araştırma yok denecek kadar azdır.”

 

Burada durup yeniden düşünmek zorundayız Türkiye’nin kendine özgü bir ilaç üretiminin olabilmesi iki koşula bağlı; birincisi doğru ve kararlı bir tarım politikası ile ilaç hammaddesi olabilecek bitkilerin saptanarak, yöresel olarak yetiştirilmesi ve yetiştirilebilmesinin desteklenmesi, ikincisi olarak ulusal şirketlere bu  kültür bitkilerinin yetiştirilebilmesi için ön ayak olunması. Ancak bu iki yolda denenmemiş, hatta bu yöntemi önerenler yaşamdan bir şekilde kötülenerek dışlanıp, bu gün yaşanan konuma, yani çok uluslu ilaç tekellerinin sadece ilacın satışına yönelik çalışmaları ve bu satış politikalarının çirkinliğinin yaşandığı bir ilaç ve sağlık ortamı yaratıldı.

 

        Bu araştırma ve geliştirme çalışmalarına ilaç endüstrisi ne gibi katkılarda bulunuyor? Bunu öğrenmek istiyorum.

        Prof. ULUBELEN bu konudaki sorumu şöyle yanıtlıyor:

        “Endüstri tarafından ilgi duyulmadığı ve bu nedenle gerek görülmediği için araştırmalarda daha ileri adımlar atılmamıştır.”

 

Ulusal boyutta ilaç hammaddesi üretimi ve buna bağlı ilaç üretimi, kendine ait ulusal ilaç-sağlık politikasının olmayışı sonucu, ilaç sadece satış anlamında biçim bulmaya başladı. İlaç sadece satılabilme ve alınabilme koşullarında değerlendirilmeye başlandı. Günümüzde de bu koşulların dayattığı ortamlarda mesleki anlamda bir eczacılık yapılmaya çalışılıyor. Sonucunda da ilaç-sağlık üzerine yorum getirebilen parmakla az sayılabilecek kuruluşların sözcüleride, çok uluslu ilaç tekellerinin satış tetikçisi olarak görev yapan çok uluslu bir istatistik şirketinin oluşturduğu ve sadece ilaç satış rakamlarının üzerinden ülke geneline yönelik yorum yapabilmektedir.

 

Yazı dizimin ileriki bölümlerinde görüşlerini ve düşüncelerini okuyacağımız, ilaç yapım endüstrisinin sayılı adlarından Dr. Nejat ECZACIBAŞI, “Ülkemizin tabii ve zehirli bitki florası bakımından zengin olduğu söyleniyor. Bu bitkilerden, herhangi birinden ilaç ürettiniz mi? Örneğin ‘digitalis glikosid’leri ülkemizde üretmek olası mı?” yolundaki sorumu şöyle yanıtladı:

        “Türkiye’nin bitki dokusunu ve halk arasında ‘kocakarı ilacı’ olarak bilinen tedavi yöntemlerini yedi yıl süren bir araştırma programı çerçevesinde inceledik. Bu çalışmalarımız sırasında etkili bazı bitkiler de saptadık. Ancak tıbbın elinde aynı amaçla kullanılan daha etkili ilaçlar bulunduğundan, bunları pazarlamadık.

        Bu arada digitalisler ile ilgili çalışmalarımız da oldu ve bunların Türkiye’ye özgü yeni tiplerini bulduk. Fakat bunların tarımının yapılması ve köylümüze benimsitilmesi konusunda büyük engellerle karşılaştık.”

 

İlaç-sağlık politikalarınn ulusallaşması, tarım, endüstri, ekonomi bileşenlerinin bir araya getirilmesi zor bir yol, zor bir yöntem. Bunun yanı sıra, çok uluslu ilaç tekellerinin pazarlamacısı olmak daha kolay ve kazançlı bir yöntem. Ancak pazarlamacı olarak çok uzun bir yol alınmadığı ortaya çıktı ve adıyla ülkenin ulusal ilaç şirketi olarak kendini görüntüleyen tüm şirketler, bir zaman geldi kendilerini yabancı çok ortaklı şirketlere kendilerini sattılar. Şu açıkca ortaya çıkıyor ki, ilaç sadece pazarlanabilenecek bir ürün değildir. İlacın üretiminden tüketilmesine kadar, bugünden yarına ulusal bir bakış açısı, ulusal bir politikası olmalı.

 

Evet, ilaç endüstrisi, bu gibi konularda gerekli ve yeterli bilimsel araştırmayı yapıyor mu?...

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Kâzım TÜRKER’in görüşü ise bambaşka:

“Ne var ki bu işler zordur. Bu işler fazla kazanç sağlamaz. Nihayet bu işler her şeyden önce bilimsel merak ister. Dışarıdan hammadde ithal edip ülkede bunu bir kalıba sokup üretime arz etmek hem çok kolay, hem de çok kazançlıdır. Nedense halen de ilaç satıcısının uyduğu yöntem bunun sonucudur. Türkiye’de mevcut ilaç sanayisi dışarıdan ithal edilen hammadde ya da yarı hammmaddenin belirli farmasötik şekillere sokulması işlemidir ki kanaatimizce buna ‘ilaç montaj sanayisi’ demek daha doğru olur.”

 

Hocamız, Prof. Dr. Kâzım TÜRKER bu geldiğimiz günleri iyi ki görmedi. O günlerde söylediği sözlerin ne kadar hafif kaldığını gözlemleyebilirdi. Ulusal ilaç-sağlık politikası düşünürken, montaj ilaç sanayisinden, ithal ilaç pazarına nasıl dönüştüğümüzü, kozmetik’ten çıkış noktası aradığımızı, basın yayın organlarının nasıl ilaç-sağlık-doğa uzmanı olduğunu, “ithal grip aşısı gelmiştir” yazılarının eczane camlarında sergilendiği bir ülkede ne kadar kendi öz varlıklarına güveni olabileceğini gözleyebilirdi ve sonucunda üzülürdü.

 

İlaç hammaddesi nasıl elde edilir? İlaç yapımcıları, bu konuda ne gibi araştırmalar yaparlar? Araştırmalar ne ölçüde yeterlidir? Araştırmalar yeterli değilse, ulusal ilaç endüstrisi nasıl gelişecektir?

Dr. Nejat ECZACIBAŞI, bu konuyu şöyle açıklıyor:

“Bütün sanayi dallarında araştırma, öncellikle belli bir teknolojik ortamı, başka bir değişle iklimi gerektirir. Uzay, nükleer enerji ve elektronik endüstrilerinden sonra gelen ve en ileri teknolojileri gerektiren bir sektördür, ilaç sanayisi...

Araştırma en az teknoloji kadar, maddi olanak da isteyen, pahalı bir yatırımdır.

Türkiye’deyse bilindiği gibi, ilaç kuruluşlarının gelir düzeyi, üretilen ilaçlara konulan fiyatlar nedeniyle doğrudan doğruya hükümetlerce belirlenir. Bunun sonucu olarak da ilaç kuruluşları öteki dallara oranla en düşük gelir sağlayan tesisler arasındadır. Bu fiyatlama sisteminde sadece formüle giren hammaddelerle ambalaj ve işletme giderleri maliyet hesabında göz önüne alınmaktadır. Araştırma ve geliştirme olanakları bu koşullarda büyük çapta ortadan kalkmakta, araştırma ve geliştirmeye yatırım yapmak, teknoloji ve bilgi üretimlerini geliştirmek isteyen kuruluşlar âdeta cezalandırılmaktadır.”

 

İlaç sanayisinin ulusallaşmasını istemeyen, sağlık anlamında kendi öz güveni ve ilaç üretimi olmasının istenmediği bir ülkede araştırma ve gelişmeyi engelleyen çok uluslu tekellerinin son geldiği noktada ki amacı, ilaç sanayisini yok edebilmekti ve sonuçta satın aldı. Şimdi sıra eczanelerde, yani ilacın dağıtımında; ilacın üretilemediği, araştırmasının yapılmadığı, kendine özgü sağlık koşullarının belirlenemediği yerlerde yapılması gereken ne olabilir? İlacı sadece hammadde, ambalaj, tanıtım maliyeti olarak gören bir düşünüşle, ilacın raf üstüne çıkartılması, insanlar için sağlığın sosyal hak haline gelemediği ortamlarda ilacın istendiği gibi serbestçe pazarlanabilmesi; Nasıl biçimlenebilir? Elbette zincir eczaneler yoluyla; Nasıl yasallaşabilir? İlaç satımı yetkisinin akademik eğitim almış eczacının elinden alınarak, eğitimsiz sermaye sahiplerine serbest bırakarak. Bu adım da eczanelerin (bir anlamda ilaç satış noktalarının) sayısının azaltılması, sağlık hizmetiyle birlikte, ilacı danışmanlığını yürüten, sadece ilaç üzerine yoğunlaşan emek yoğun eczanelerin ortadan kaldırılması ön plana çıktı. Bunun üzerine yoğun politiklar üretildi, ilaca ulaşım zorlaştırıldı, ilacın alım-satımı üzerinde eczacının kârlılığı aleyhine ciddi boyutlarda oynandı. Bu uygulamaları yasallaştırabilecek, yasal uygun insanlar yaratıldı. Yılgınlık boyutuna vardırılacak bürokratik uygulamalar şu anda uygulanmakta. Bu noktada amaçlanan; eczaneler ve eczacılık mesleğinin gerçek sahiplerinin ilaç ve ilaca bağlı sağlık sunumu işini bırakıp çekip gitmesi beklenmekte.

 

Türkiye’de ilaç endüstrisinin araştırma ve inceleme çalışmalarındaki durumu Prof. TÜRKER, şöyle yanıtlamaktadır.

“...Türkiye’de ilaç sanayiinde araştırma ve geliştirme çalışmaları yeterli değil, hiç yoktur... Yıllardan beri her zaman söylenen ortam nedense bir türlü oluşturulamıyor. Tabiatıyla böyle bir ortamın oluşmamasında bilimsel kurumlarımızda araştırma ilkesinin boyutlarını bilmekte yarar var.”

 

Araştırma ve Geliştirmeye yatırım yapmayan, bir başka deyişle geleceğine yatırım yapmayan ilaç sanayi, 2000’li yıllarda kendilerini ya tümüyle, ya da kendi birikimlerinin tümüne yakınını yabancılara satarak yerli olma niteliğini yitirmiştir. Bu arada; konuyla, ilaç ve sağlıkla ilgili sivil toplum kuruluşları “Nasıl böyle bir yabancılaştırma yapabilirsiniz, Türkiye’deki ilaç sanayinin gelişiminde, aldıkları teşviklerde, kullandıkları kredilerde, ilaca emeğini veren eczacıların, vergisiyle, ödenmiş ve ödenen primleriyle katkıda bulunan halkın da hakkı vardır.” diyemediler, ulusal ilaç politikası gerekliliğinde duruş sergileyemediler. İlaçta yabancılaşma sürecinin tek etmeni bu değildi elbette. Çok uluslu şirketlerin işine gelen, onlara bağımlılığı sağlayacak olan Türkiye’nin ulusal bir sağlık ve ilaç politikasının olmayışı işlerine geliyordu.

 

        İlaç üretimi dünya tröstlerine bağımlı;

        İlaç üretimi dünya çapında büyük tröstlerin elindedir. Abbott, Pfizer, Carlo, Erba, Merck, Bayer, Squibb, Roche ve Wander gibi kuruluşlar ilaç üretimini ellerinde tutmaktadırlar. Yerli hammadde üretmeyen ve de araştırma yapmayan ilaç endüstrisi, ister istemez bu büyük transfere bağlanmak zorunda kalmaktadır.

        Önce İlaç Endüstrisi İşverenleri Sendikası Genel Sekreteri Dr.Sabahattin ALPAN’a, “İlaç endüstrisinde lisans sistemi nedir?”, diye soruyoruz.

        Doktor ALPAN lisans sistemini tanımlıyor;

        “İlaç endüstrisinde lisans anlaşması, bir kuruluşun sahip olduğu ve olacağı bütün bilgileri vermesi için yapılan anlaşmadır. Bu anlaşmaya göre lisans veren firma, sahip olduğu ve olacağı formülleri, üretim ve kontrol metotlarını mamullerinin ticari markasını karşı firmaya verir.

        Lisans anlaşmaları dolayısıyla ödenen bedele, ‘Royalty’ denir. Ülkemizde Royalty ücretleri, 1952-60 yılları arasında satış bedelinin %10’u olarak tespit edilmiştir.

        Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Cankat TULUNAY, “Türkiye’de Antimikrobik Ajanların Durumuve İlaç Sorununa Genel Bakış” adlı incelemesinde, (Türk Farmakoloji Derneği Yayınları, Ankara 1977, sayfa 454) şunları yazmaktadır.

        “Türkiye’de ilaç firmalarının çalışma şekli genellikle ithal edilen ilaç hammaddesini tablet, şurup, ampul haline getirmek gibi imalat faaliyetlerinden ibarettir. Bu firmalarda çalışan personelin çoğunluğu da ambalajlama ve satış işlemlerinde uğraşmaktadır. Gerek yerli gerekse yabancı firmalar tam anlamıyla sanayici sayılmazlar.”

 

27 yıl öncesinde olduğu gibi bugün de ilaç firması denince ilk akla gelen tanıtım elemanları, ilaç kutu satış veya YTL bazında rakamlar ön planda tutuluyor. Ve asıl pazarlamadaki rekabet, ilaç üzerinde oynanan çirkin oyunlara temel oluşturuyor, bu rekabetin yarattığı ortamlarda akla gelmedik oyunlar oluşabiliyor, halkanın zayıf tarafı hemen kendini ortaya çıkarıyor. Sistemdeki bu zayıf halkaların neden olduğu yolsuzluklar zamanla bilinçli veya bilinçsiz olarak sistemin tüm öğelerine mal ediliyor. Rekabet sisteminin açmazları tümüyle ilaç-sağlık sistemini kirletebiliyor.

       

Prof. Dr. Kâzım TÜRKER, Türkiye’de “Gerçek anlamda bir ilaç endüstrisinden söz edilemeyeceği” kanısında Dr. TÜRKER, Dr. ECZACIBAŞI’nın açıklamalarını şöyle yanıtlıyor:

“...Tıbbi müstehzarlar için hammadde gereksiniminin %35’inin ülkemiz kaynaklarından sağlandığı ifade edilmektedir. Gerçekten eczaneden aldığımız ilaçları, şöyle bir bütünü ile inceleyelim ilacın kutusu içinde tarifnamesi, bir şişe veya kutusu, bir tıpası vardır. Eğer bu solüsyon veya enjektabl bir preparatsa tabii ki suyu içerisinde taşır. Diğer bazı taşıyıcı maddelerden yerli mamuller de olabilir fakat böyle bir teferruat içinde gerçek ilaç ya mg ya da mikrogram cinsinden bulunur ve etki buna aittir. İşte bu bakımdan Sayın ECZACIBAŞI’nın bahsettikleri yüzde 35 oranının neyi ifade ettiği açık değildir.

Halbuki iki binden fazla hammaddeyi üreten bir kurum için istihdam edilen teknik personel (yüzde kaçının hangi sahada doktora eğitimi yaptığı bizce meçhul) kadrosu inanılmayacak ölçülerde azdır. Bu iddiamızı doğrulayan bir husus da 1975 yılında müstahzar ilaç yapımcı sektöründe çalışan personel dökümüdür.

2616 idareci ve mümessil, 426 mühendis, 10 fizik ve 86 matematikçi, 50 adet veteriner, biyolog ve ziraat mühendisi, 86 adet tıp doktoru, 165 adet eczacı, 2638 teknisyen ve yardımcıları, 8581 adet kalifiye ve kalifiye olmayan işçi. Eğer bir sanayi kesiminde pazarlama ve propagandist adedi, yetişmiş teknik personelden kat be kat yüksekse, bu sanayi kesiminin üretim maddeleri arasında çok özel bir yeri olan gerçek anlamda ilaç yapabileceği kuşkuları tabiatıyla eksilmez.”  

 

İşte ilaçla sağlık ve sağlıklı yaşamla birlikte geldiğimiz noktada 27 yıl sonra artık yerli yüzde 35’lerden de söz edemeyeceğiz. Gerek ilaç sanayi açısından gerek se ilaçla birebir ilişkisi bulunan mesleğimiz açısından, geleceği düşünülmemiş, tarımsal, ekonomik, sosyal bilimleri içerisinde barındırmayan bir sağlık politikası, ulusal ilaç politikalarının yaşama geçirelememesinin sonuçlarını hep birlikte yaşamaktayız. Artık yüzdelerin paylaşımı değil, ilaçta tümüyle yabancılaşmaktan söz edilmekte. Eczanelerin de çok uluslu şirketlerin, zincirlerin pazarına terk edilmesiyle ilaçtan, sağlıklı yaşamdan söz edilmesi imkansız hale gelecektir.

İlaç üretiminin mi önemli, ilacın satışının mı, ilacın kullanımının mı önemli olduğuna karar verebilecek ulusal boyutta ilaç, ilaca bağlı sağlık politikalarına artık daha ivedilikle gereksinimimiz var.

 

        Söz açılmışken Prof. TÜRKER’e bir de bu “lisans sistemi” ile ilgili küçük bir soru da sorayım dedim.

        Yanıtladı:

        “Sayın Eczacıbaşı’nın lisanslı ilaçlar hakkında verdikleri bilgi doğrudur. Hemen hemen üretilen ilaçların yarıya yakını lisanslıdır. Yukarıda arz ettiğim gibi enjektabl solüsyonlar gibi hayat kurtarıcı ilaçları, teknolojik imkansızlıklar nedeniyle üretmek elbette ki zaruridir. Ama anlıyamadığım bir husus bu %40 rakamının içinde VICKS’in bazı müstahsarlarının da bulunmasıdır. Acaba VICKS, VAPO, RUB gibi bir preparata halen neden lisans ödenir, anlamakta güçlük çekmekteyim. Tabiatıyla, lisansla yapılan preparatlar içinde öyle lisanslı preparatlar vardır ki, bunların günümüzdeki tedavi etkinlikleri, bir de lisanslı olan doz formları ve daha birçok içerikleri bakımından tedavide kullanılmazlar. Ama halen lisans anlaşmalar devam eder.”

 

Şu aralar sıkça söz edilen, yasalaşması düşünülen tezgâh üstü ilaçların, eczaneleri ve eczacıları devre dışı bırakmayı tasarladıkları, yani reçetesiz ürünlerin OTC’nin başlangıcına örnek olan ilaçlar bu grupta ele alınmıştır. Bu grup ürünler, OTC’ye izin veren yasanın çıkmasıyla tarihsel görevini yerine getirmiş olacak. Bu günde etkinliği bilimsel ortamlarda tartışılması gereken, eskiden de var olan yeni yeni yaratılan yeni hastalıklarla çare olmadığı halde verilen ilaç ruhsatları ve Tarım Bakanlığı’nca ruhsatlandırılan tedaviye yardımcı gıda ürünleri ile marketlerde raf üstü ilaç satışına haklılık zemini yaratılmak istenmektedir. Bir başka biçimiyle de eczaneleri ve eczacılık mesleğini ortadan kaldıracak zincir eczanelere izin verme çabaları sürmektedir.

 

Türkiye’de kaçak ilaç üretimi yaygın değil...

“Türkiye’de korsan olarak nitelenebilecek ilaç yapımcıları var mıdır?”

ECZACIBAŞI bu soruyu, “Türkiye’de korsan adıyla nitelenebilecek büyük ve yaygın bir kaçak ilaç üretimi söz konusu değildir. Türkiye’de ilaç üretiminin onda sekizi ileri teknolojiye sahip, modern kuruluşlarca gerçekleştirilmektedir. Korsan denen ilaç yapımınaysa ancak binde bir raslanabilir” biçiminde yanıtlıyor.

Türkiye’de ilaç denetiminin yeterli olup olmadığını, İlaç Endüstrisi İşverenleri Sendikası Genel Sekreteri Dr. ALPAN’a sorduğumda şu yanıtı alıyorum;

“İlaç üretiminde denetimi Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı yapmaktadır. Yasaların öngördüğü şekilde, ilaç fabrika ve laboratuvarlarında denetimin istenen düzeyde yapılabilmesi için bu teşkilatın takviye edilmesi gerektiği kanısındayız.”

İlacın üretiminden pazarlanmasına kadar nasıl denetimden geçtiğini Prof.Dr. TÜRKER’e soruyorum. TÜRKER bu konuda çok öfkeli. Anlatıyor.

“Ülkemizde ruhsatlandırılmış bir ilacın pazarlanmasından sonra, denetim diye bir sistemin kurulduğuna kesinlikle inanamıyorum. Denetim demek, piyasa eczanelerinden alınmış bir ilacın fiziksel görünümündeki bir farkın tespiti demek değildir. Bugün bütün uygar ülkelerde ilaçların gerçek denetimi bilimsel esaslara dayalı çok iyi bir şekilde kurulmuş bir örgütlenme ile yürütülür. Batılıların ‘POST MARKETING SURVEILLANCE’ dedikleri bu örgütlenmede hastane ve piyasa hekimi, hastane ve piyasa eczacısı devletin ilaç politikasını yürüten bürosu ve ilaç yapımcısı çok uyumlu bir diyalog içinde çalışır.”

 

Yanıt, sorunun içinde. 1980’li yıllarda adı “Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı” olan kurum, şimdilerde sadece “Sağlık Bakanlığı” olarak adlandırılıyor. Sağlığın, sosyal yönü ortadan kaldırılmış veya biçimsel değişime uğratılmış durumda. Sağlık, artık ticarileştiriliyor, bağlantılı olarak ilaç da ticarileştirilmek isteniyor veya sadece ticari yönüyle anılır hale getirilmek isteniyor. Geçmiş yıllara oranla ülkede yurt dışından hazır halde getirilen “İthal İlaç” kavramı ile ilaç da ülke sanayinin %35’lik kısmı da devre dışı bırakılıyor. Ülke içinden hiçbir katkısı olmayan ilacın denetlenmesi de zorlaşıyor. Her konuda denetlemesi kaldırılan yabancı yatırımın insiyatifine bırakılan bu sektörde de sahtecilik naylon fatura, fason ilaç, reçete çetelerinden sıkça söz edilir hale geliyor. Sağlıkta, özellikle ilaç denetiminin gerçekçi yapılabilmesi için ilacın üretiminden veya dış alımından başlayarak, ilaca eli değen herkesin, her kesimin birlikte denetiminden geçer. Örneğini hep birlikte yaşadığımız, bu yıl eczanelerde yıl içinde üç kez yapılan denetimlerin yüzeysel, göz boyama amaçlı yapılan denetimlerden öteye geçemez. Ancak, bu yapılan denetimler sonucunda eczanelerde bulunan birkaç ilaç küpüründen, birkaç sağlık karnesinden yola çıkılarak eczanelerin bu işi yapamadıkları ve yetersiz kaldıkları sonucuna vararak zincir eczanelere izin verip, eczaneleri eğitimsiz sermaye sahiplerine bırakmak, halk sağlığı adına çok kötü sonuçlar doğurabilir.

 

        Prof. TÜRKER’e “korsan ilaç fabrikaları” konusunu da soruyorum. Yanıtı, ECZACIBAŞI’nınkinden biraz farklıydı.

        “Gerçekten ilaç üretiminin büyük bir kısmı ülkemizde 20-30 fabrika tarafından yapılıyor. Diğer 100’e yakın firma ruhsat alıyor ve bu fabrikalarla anlaşarak ilaçlarını imal ettiriyor. Ortada bu firmalar arasında ilginç diyaloglar oluşuyor. Tabii ki ilacın ruhsatlandırılmasından alında, imali ve pazaranmasına kadar devam eden bir diyalog. Dikkat edilirse sadece imal ve pazarlama dedim, ama kontrol deyimini kullanmadım.

        Şunu söylemeye çalışıyorum: Eğer bir ülkede üretilen ilacın kontrolu yapılmazsa, eğer biri ülkede çağdaş bilimsel gelişmelere uygun bir şekilde ilaç üretim ve tüketimi denetlenemezse, eğer bir ülkede ruhsatlı ilaçlar dahi, değil bireyler, ama toplumun sağlığını tehdit ederse, eğer bir ülkede ruhsatı yıllar önce iptal edilmiş ilaçlar halâ satılıyorsa ve eğer bir ülkede Sayın ECZACIBAŞI’nın dedikleri gibi korsan ilaç yapımcıları binde biri geçmezse fazla söyleyecek şey bulamıyorum.”

        Eczacılık Genel Müdürü İbrahim SEZGİN’den öğrendiğimize göre, 1980 yılı içinde komisyonca yapılan çalışmalarda 1241 tane eski ruhsat dosyası incelenmiş, 118 tanesinin formül ya da prospektüsünde değişiklik istenmiş, 1123 ruhsat da iptal edilmiştir.

        Ankara Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Cankat TULUNAY, bir incelemesindeşunları yazıyor.

“Türkiye’de ilaç kontrolü var mıdır?Cevap: Yoktur. İlacın kalitesini kim bilir?Cevap: Tanrı bilir.”

 

Sağlığın ticarileşmesi, ilacın gittikçe ticari yönünün ön plana çıkarılmasının acımasız sonuçlarını bu günlerde yaşamaktayız. Sağlığın ve buna bağlı olarak ilacın üzerinde oynanan oyunlara son verebilmenin tek geçerli yolu, sağlığı ve ilacı toplumsallaştırabilmektir. Yani sağlığın ve sağlıklı yaşamın vazgeçilmez koşulu ilaca toplumsal çözümler getirmek zorundayız. Sağlığın ve ilacın sosyal yönünü ortadan kaldırılarak, ticarileştirilmesi, piyasalaştırılması sonucu, sahte ilaç küpürü, sahte reçete, sahte sağlık raporu, sahte reçete olaylarında sürekli artış gözlenecek, bu biçimiyle sahtecilik olaylarına zemin hazırlayacaktır.

Şunu da söylemek olası; ilaçda spot piyasanın oluşumunu engellemek için, 1980’li yıllarda 20-30 firmanın üretim yapıp yüzlerce firmanın ruhsat sahibi olması örneğinde görüldüğü gibi, şu andaki ilacın üretimininde, dağıtımının da mali açıdan denetim altına alınmasını gerektirir. Özellikle “İthal İlaç” adıyla adlandırdığımız ilaçların da yurt dışından alımları ve yurt içinde dağıtımı da mali açıdan denetlenmelidir.

 

Prof. TÜRKER, ruhsat başvuruları hakkında geniş bilgi veriyor. Kendisi bir süre bu bilimsel komisyonlarda çalışmış. Bir çok olaya da tanık olmuş. “Nedir bunlar?” diye soruyorum, anlatıyor.

Sözü yine Prof. TÜRKER’e bırakalım:

“Ülkemizde ruhsat başvurularıyla bir ilacın piyasadaki sürümü arasında çok yakın bir ilşki vardır. Ülkemizde antibiyotiklerin kullanımı hekim kontrolünde sayılamaz. Her vatandaş istediği her antibiyotiği , istediği eczaneden alabilir. Grip olan ateşi yükselen, göğsü ağrayan herkes. Bu bakımdan bu çok önemli grubun Türkiye’de tüketimi, korkunç boyutlardadır. Şayet bir firmanın yeni bir antibiyotiğine ruhsat verildi mi hemen arkasında pek çok firma başvuruda bulunur. Gerekçe şudur: Bir firmaya tekel yaratmamak. Eğer ilk ruhsatı alan firma her zaman olduğu gibi iyi bir propaganda yapmışsa , sürüm birdenbire artar.

İşin bir ilginç yönü daha vardır. İlk başvuruda bulunan firmanın muayyen bir doz için aldığı ruhsatı da ilaveten bir müddet sonra bu dozun birkaç misline yeni ruhsat almak için ister. Bunun nedeni açıktır. İşin ilginç bir diğer yönü de bu bilinçsiz antibiyotik kullanımının vebali ve günahını ilaç yapımcı, devlete yükler, ama bu düzenin de böylece devam etmesini ister.

Peki nerede bu ilaçla ortaya çıkabilecek sağlık sorunları? Bunu kim takip edecek ve kim bu sorumluluğu üzerine alacak? Yapımcı için bu gayet kolay cevaplandırılır. Bu devletin görevidir. Halktaki bu alışkanlığı ortadan kaldırıncaya kadar esasen gaye tahakkuk eder.”  

 

27 yıl sonra 1980’lerde uygulanmak istenen oyunun bir başka yönü. Devlet, ilacın ruhsatını verdiği, tanıtımını yapan, dağıtımını sağlayan firmalardan sorgulayamadığı ilaç savurganlığını, eczanelerin verdiği reçetelere engelleme yaparak ve sadece eczanenin parasını ödemeyerek kurduğu cezalandırma sistemiyle, ruhsatını kendi verdiği ilacın kıstlanmasını sağlamak istiyor. İlacı üreten, tanıtımını yapan, dağıtımını sağlayan, farklı satış şekilleriyle hekim tarafından reçetelenen, hasta tarafından kullanılan ilacın maliyeti eczaneye ödenmeyerek denetimi yapılmak isteniyor. Bunun için yaratılan gerekçelerin tümü eczanelerin istemi dışında gerçekleşen etmenler. Reçete protokolünün olmaması, tarih üzerinde oynama, imza kaşe olmaması, tanı yanlışlığı, endikasyon uyumsuzluğu, doz aşımı gibi gerekçelerle sosyal güvenlik kapsamında reçete karşılığının ödememe cezalandırılması yargısız ve yasal olmayan boyutlarda sürdürülmektedir. Oysa eczane dışında üretici dağıtıcı parasını almakta, hekim görevini yapmakta, hasta ilacını almakta ve sistemin tüm sorumluluğu, yanlış uygulamaları eczacının üzerine yıkılmakta. Bir diğer deyişle sistemin tüm denetleme işlevi eczacının alacaklarıyla gerçekleştirilmektedir.

 

Prof. TÜRKER’in anlatısına devam edersek;

        “1972 yılında, vaki davet üzerine Eczacılık Genel Müdürlüğü Ruhsatlandırma Komisyonunda görevlendirildiğim zaman ilginç bir başvuru dosyasıyla karşılaştım. Aktif madde Paraklorofenilalanin’di. Bu madde vücutta yapılan serotonin ismindeki bir hormonun yapımını durdurur. Bu serotonin, karsinold denilen bir hastalıkta çok fazla yapılır ve hastalığın bir çok arazlarından da sorumludur. Böylece firma karsinold tedavisinde kullanılmak üzere çok iyi bir ilaç olabileceği iddiasıyla bu başvuruyu yapıyor, ancak Paraklorofenilalanin vücuttaki bütün serotonin yapılmasını önlüyor. Bu ise başta psişik bozukluklardan tutun da, başka bir çok yan etkileri ortaya çıkarıyor. Bu maddenin aynı maksatla kullanıldığı ve ruhsatlandırıldığına dair, dünyanın hiçbir yerinde kayıt yok. Esasen olamaz da. Fakat firmanın müracatında esas gizli gaye neydi? Bunu ancak bu sahada çalışan bir farmakolog bilir. Nitekim bu madde ile çalışanlar bilir ki (bilimsel literatürde kayıtlıdır) Paraklorofenilalanini bir hayvana verdiğiniz zaman, korkunç bir seksüel uyanış yapıyor. Bu hâl hem dişi hem de erkekte oluşuyor. Tabiatıyla ruhsat müracaatı derhal reddedildi. Ama kamufle edilmiş müracaat maksadı gayet açıktı. Şayet bu madde ruhsatlandırılsaydı ne olacaktı? Ülkemizde korkunç boyutlarda sürümü olacaktı ve halkımız arasında psikopat adeti o nispette artacaktı. Masum bir gerekçe arkasında yatan gaye buydu.”

 

Ancak 37 yıl önce engellenen bu konumda ki ilacın benzerleri ilk önce sosyal güvence altında hastalara ödendi, sonrasın da rapor şartına bağlandı, sonra resmi kurumlarca ödenmemesine karşın mal fazlarıyla, farklı satış taktikleriyle ülkemizde rahatça ve bol bol bulunabilmekte. Etkileri, yan etkileri, sosyal etkilişimleri araştırılmaksızın, hem de internet kanalıyla uluslararası ticareti bile yapılabilmekte, ama denetlenememektedir.

 

Prof. TÜRKER, buradan bir başka konuya geçiyor ve temel ilaçlar konusundaki görüşlerini özetliyor:

“İlaç ister yurtta yapılsın ister dışarıdan ithal edilsin. Sayısal faktör son derece önemlidir. Şöyle ki, gerçekten etken, yararlı ve en az zararlı veya zararsız olan seçilir. Türkiye’den döviz sömüren ve hiçbir zaman noksanlanmayan, fantazik, bir işe yaramayan maddeler hiç olmazsa ortadan kalkar. S.E bu yanıtlarının bir bölümünde birbirine benzeyen bazı ilaçların dahi aynı etiketten olmadıklarını beyanla, ilaç sayısında kısıtlamaların doğru olmayacağını savunuyorlar. Bu vesile ile de ilaçların biyolojik yararlılıklarının dikkatli, bir şekilde fabrikalarında yapıldığını söylüyorlar. Bence bu ilaç sayısının artması değil, bilakis kısıtlanması için çok iyi bir gerekçedir.. şimdi biraz rakamsal bilgiler vermek istiyorum: Türkiye’de 210 civarında ilaç kataloğuna kayıtlı (1977/78) ağrı kesici müstahzar vardır. Türkiye’de buna yakın sayıda öksürük ilacı vardır. Bunların gerçekten yararlılık testleri yapılmış mıdır? Hangisi daha iyi ve daha etkindir biliniyor mu? Bunları denemeye değil Türkiye’nin belki ABD’nin FDA’nın bile olanakları kafi gelmez. Bunlar cidden hayat kurtarıcı mıdır?

Peki neden kısıtlı sayıda en etken ve en az zararlısını almayalım da bu maddelere döviz ödeyelim? Kesin kanaatler şu meyandadır ki, ilaç zararlılığını azaltmak, gerçek ilaçları kafi miktarda bulundurmak, ilaçların çağın icabı en iyi şekilde denetimini yapmak için temel ilaç kavramı yerleştirilmeli ve mutlaka uygulanmalıdır. Bu düşünce dolayısıyla, Türkiye’yi Kongo ile kıyaslama fikrine kesinlikle iştirak etmiyorum.”

 

Evet yıllardan beri bir türlü bilincimizde oturtamadığımız “Temel İlaç Kavramı”, bu günlere gelinceye kadar bu kavramın temelleri tartışılabilseydi, bu gün fazlalığı duyulan ağrı kesiciler, öksürük ilaçları, grip ilaçları salt fazlalıkları nedeniyle raf üstünde satışa çıkıp eczacının ve eczanelerin denetiminden çıkarılmak istenmeyecekti. Yine “Temel İlaç Kavramı”nı doğru algılayıp yerli yerine oturtabilseydik, ihale yoluyla hastane ilaç alımlarına belirli kriterler koyarak, bu gün tartışmaya açılan kamu hastanelerinde yatarak tedavi gören hastalar için “Günü Birlik İlaç Temini”nden söz etmeyecektik. Peki bu konuları eczacılar arasında tartışmaya açmak, bu konuyla ilgili kişilerden görüş isteyerek, belirli koşulların belirlemek kimin göreviydi? Meslek örgütlerinin bir görevi meslektaşlarını korumak, bir diğer göreviyse mesleği korumak değilmidir? Günün ve çağın gelişen koşullarına uygun duruş sergilemek değil midir? Eğer meslek örgütleri bu görevlerini yerine getirebilseydi, ulusal ortamda sorunla ilgili kişileri bir araya getirerek çözüm yolları aranabilseydi, bugün ne reçetesiz ürünler konusu, ne de günü birlik yatan hasta reçeteleri eczacılık gündemini işgal edebilirdi.

 

İlaç hammadesi yurtdışından geliyor. İlaçların çoğu lisans sistemine bağlı. Bu durumda ilaç veren ilaç tröstleri, Türk ilaç yapımcılarına dışsatım olanağı tanırlar mı? İlaç Endüstrisi İşverenleri Genel Sekreteri Dr. ALPAN’a soruyorum.

Yanıt düşündüğümüz gibi:

Ancak bu gelişmeye rağmen, ilaç ihracatımız hiçbir zaman arzu edilen düzeye erişmemiştir. Zira Tıbbi İlaç Sanayii Özel İhtisas Alt Komisyon Raporunda da belirtildiği gibi, Türkiye hammadde üreticisi durumunda olan Amerika ve Avrupa ülkelerinden gümrük ödeyerek aldığı hammaddelerle ilaç üreterek bu ülke piyasalarında rekabet edemez.

 

 

Prof. TÜRKER, “olaya dışarıdan bakarsanız eh ilaç endüstrisi vardır diyebilirsiniz, ama iç yüzüne eğilirseniz...”

“a- Süslü, renkli değişik şekilli kapsül, draje vb. diğer farmasötik şekillere bakarak aynı renk, aynı şekil ve aynı kalıpta ki dünyanın emsallleriyle kıyaslandığında dış görünüşü bakımından genellikle eşitlik arz eden bir gelişme vardır, diyebiliriz.

b- (a) şıkkında bahse konu vasıflar dahi dikkate alındığında ilaç yapımcısının hangi oranlarda dışa bağımlı olduğu ve ayrıca bu teknoloji kullanılırken gerçekten ilaçtan beklenen yararlılığın muhafaza edilip edilmediğini laç yapımcıya sorduğumuz zaman alacağınız cevap son derece sübjektif olup bu sektör hâlâ renkli süslü üretim mahsulü ile iacı hastaya iletmekte yetkili hekimi, eczacıyı ve nihayet masum tüketici halkı kandıracağını zannetmektedir. Nitekim değişik vesilelerle bu ilaç yapımcıya ‘Ürettiğiniz X ilacı biyolojik yararlığı bakımından emsalleri ile aynı değerde midir?’ diye sorduğumuzda alacağımız yanıt gayet açıktır. ‘Henüz bu testleri Türkiye’de yerleştirmek zordur, teknoloji ister, uzman ister...ister...ister...’ derler. O halde nerede gelişme, nerede dünyadaki emsalleriyle boy ölçüşme ve nerede endüstri...

 

İlacın yurt dışına satılması ile ilgili bir tartışma açabilecek durumda değiliz, çünkü ilaç adına bizim diyebileceğimiz bir şey kalmadı. Tüm bu olumsuzluklara ek olarak artık ilacın etkileşimlerinin araştırılması bir yana yeni kuşak ilaç pazarlamacı  şirketleri eski ama yeniden buldukları hastalıkları görsel ve yazılı basın yardımıyla körükleyerek ilaçların yararlılığını araştırmadan ilacın satışlarını artırmakta, zaman zaman ilaç ve sağlık alanında bir numara olmakla, en başta olmakla övünmektedirler. Bu arada insan sağlığı veya toplum sağlığı üzerinde olan etkileri üzerine hiç kimse araştırma yapmak sorumluluğunu duyumsamamakta. İlacın sağlık alanında gerekliliğinden çok, ilacın pazarlama alanında ki başarıları söz konusu edilmekte.

 

Prof. Dr. TÜRKER, ilaç yapımcılığının dışa bağımlı olması sorununun bir başka yönünü şu şekilde açıklıyor;

        “Diğer taraftan 1975 Devlet Planlamanın raporlarına göre de Türkiye’de iddia edildiği şekilde ilaç hammaddesi üretimi yapabilecek personel sayısı kesinlikle kâfi değildir. Hammadde üreten 10 büyük firmanın ürettiğini iddia ettiği 38 hammaddeyi 23 teknik personelle yürütmektedir. Firma başına 3.3 kişi düşmektedir ki, bu adette personelle hiçbir tek maddeyi üretme oasılığı yoktur. Eğer meslek gruplarına göre bir dağılım yapılırsa durum daha da acıdır. 1975’te on firmanın teknik dağılımı şöyledir:

        Kimya mühendisi: 25, makie mühendisi: 2, elektrik mühendisi: 1, ziraat mühendisi: 1, eczacı: 3, biyolog-bakteriyolog: 3.

        Firmalar: Atabay, Bayer, Wyeth, Pfizer, Fursamnsa, Mustafa Nevzat, Roche, Sandoz, Milen.

        Çok çelişkili bir husus şudur: Türkiye’de dünya ile boy ölçüşecek düzeyde gelişmiş ilaç sanayii iddiaları... On firmada çalışan sadece üç eczacı... Eczacı enflasyonu ve işsiz yüzlerce eczacı ve Türkiye’de ilaç sorunu...Durum gayet açıktır.”

 

Artık son söylenenden sonra söylenebilecek çok şey yok. 1975 yılından 2007 yılına, yani 32 senedir eczacılık ve ilaç üzerine yoğunlaşan sorunlar adına hiç kimse, hiçbir kuruluş tarafından hiç bir şey yapılmamış. Ne üniversiteler, ne odalar ne birlikler bir araya gelerek sorunları tartışmamış, gündeme taşımamış, ilaç-eczacılık-sağlık sorunları giderek büyüyerek bu günlere gelmiş durumda.

 

        “İlacın tek başına ele alınması sorunu çözmez”

        Eczacılık Tıbbi Müstahzarat eski Genel Müdürü Eczacı Necla BAL ile konuşalım.

        Necla BAL, “İlacın tek başına ele alınması sorunu çözmez” diyor. Bal’a göre sağlık hizmetleri yeniden organize edilmeden herhangi bir sonuca ulaşmak olanaksızdır. Bunun çözümü için de “diğer ülkelere bakıp model ithal etmek” gibi yanlış çözümler yerine “her ülkenin hizmet biçimini kendi öz koşulları belirler” ilkesinden hareket etmek gerekir. Bal, ruhsatlandırma konusunda şu görüşte: “Ülkemizde 16 bin kadar ruhsatlı ilaç var. son sayıyı kesin olarak bilmiyorum ancak sürekli olarak piyasada bulunan ilaç sayısı üç ila dört binidir.”

        Ya denetim? Bu ilaçların denetimi?

        “Bu kadar çok ruhsatın bulunması denetimi güçleştirmektedir. Bu ilaçlardan hangisinin ne zaman piyasada bulunduğunu, ne zaman bulunmadığını kimse bilmemektedir. Bilmeye de olanak yoktur. Örneğin otuz yıldır piyasada bulunmayan, ancak ruhsatı olan ilaçlar vardır. Bu nedenle ruhsatların yeniden gözden geçirilmesinde yarar vardır.”

 

“Türk ilaç endüstrisi bütünüyle hammaddesi bakımından dışa bağımlı duruma geliyor. İlaç fiyatlarını birinci derecede etkileyen öğe, ilaç hammadde fiyatları oluyor. Devletçe hangi ülkelerden dışalım yoluyla getirileceğine ilişkin araştırmalar da yapılmış değildir.

        İlaç dış alımının devlet eliyle yapılması, hammaddelerin ucuza elde edilmesi sonucunu doğuracaktır. Bu yola başvurulması halinde, ilacın hammadde elde edilmesi aşamasından başlayarak etkili bir denetim sistemine girmesi sağlanacaktır.”

 

İlaç konusunu bütün yetkilerle tartıştık. Bu tartışma elbette burada bitmez. Konu çok derin ve çok yönlüdür. Konuyu gazetecilik boyutları içinde alıp ilgilileri konuşturmaya ve tartışmaya çalıştım. Bundan sonrası üniversitelerin, ilaç yapımcılarının, Eczacı ve Kimya Mühendisleri Odalarının işidir.

İlaç sorununu sağlık sorununun bir parçası olarak görmek sanırım yarının en güncel ve yazımsal konusunu oluşturacaktır.

Uğur MUMCU (Cumhuriyet Gazetesi, 11-25 Mayıs 1981)

 

İşte 1980’li yılların İlaç Dosyası ve bu gün; yani 2007’ler 27 yıl sonrasına düşen izdüşümleri.

Şu sözlerin üzerinde özellikle durmak ve uzun uzun düşünmek gerekir Bundan sonrası üniversitelerin, ilaç yapımcılarının, Eczacı ve Kimya Mühendisleri Odalarının işidir.

İlaç sorununu sağlık sorununun bir parçası olarak görmek sanırım yarının en güncel ve yazımsal konusunu oluşturacaktır.” Bu güne gelinceye kadar ilaç-eczacılık, ilaç-genel sağlık sorunları üzerinde yer değiştirme paylaşımı, farklı kişilikler görme dışında sivil toplum kuruluşları olma adına ne yapılabildi. Bu yazı dizisinin yayınlandığı yıllarda genç meslek sahibi eczacılar olarak ne gibi bir çaba gösterildi, o zamanların genç eczacıları bu günün deneyimli sorunların bilincinde olan eczacılar olarak ne önlemler almayı düşünüyorsunuz. Çünkü sorun bu yazı dizisinde anlatılanların da üzerinde, artık ilaç üretimininde ötesinde, ilaç tüketimine yönelik, ilacın sunumuna da yabancı parakendeciler el atmak üzere. Bu planlarını raf üstü ilaç, reçetesiz ürün, eczaneler zinciri, eğitimin almadan sermaye sahibi olarak eczacılık yapma şeklinde biçimlendirmekteler. Bu emellerin kavuşabilmek için, şimdi çok kısa yolları kaldı. Bir gece yarısı çıkarılacak, yasa ve ya yönetmelik değişiklikleri ile bunu gerçekleştirebilirler.

 

Gelin, hep birlikte bu ilaç dosyasını açalım, bu günlere gelinen noktaları birlikte tartışalım, istermisiniz...

 

Ecz. Mustafa Nuri ŞENER

mn.sener@eczacininsesi.com

 



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat