“Herkesin kıyameti kendi ölümüdür” diye mi fısıldamıştı Sien, şafak vakti kulağıma?
Koşarak çıktım balkonuma.
Uzunca bir süre oturdum bir şey yapmadan.
Düşündüm, daha önce böyle bir şey olmuş muydu?
“Hayır, asla, hiçbir zaman”
Kee idi cevap veren, tanımsız uçurumdan.
Kimin hüznüydü çizilen?
Mumun alevine ne kadar dayanabilirdi tene susamış ten?
Yoksa 22 yaşın beceriksiz sevişi miydi tuvale dökülen?
Ahh Ursula,
Keşke... Yeniden...
Kederi bir harfle teğet geçen kader
Arar mıydı siyah kargaların içinde amansız sarıyı,
Geri sarabilsek laterna magicayı?
Neyse, geç bunları..
Bir madencinin aç bedenindeki hüzün değildi elbet Sien’in çıplak tenine vuran patates sarısı.
Ama sanki bir emek taşıyordu toplanırken her elin uzandığı patates gibi.
O cılız ışığın verdiğin aptal gurur sızıyordu, tadına baktığı boya tüplerinden..
Model Sien’di -kesin-
Ama ay çiçeklerinin hüznüydü resmedilen…”
Van Gogh...
Sessiz ve içe kapanık çocukluğunun ardından, Belçika - Borinage’da vaaz verdiği insanların yoksulluk ve çaresizliklerini hissederek onlarla birlikte aynı şekilde yaşamayı seçen ve bu yüzden bağlı bulunduğu kiliseden atılan papaz.
Dinini bırakıp sanata tamamen döndükten sonra ömrü boyunca sadece bir tane eseri satıldığı için, kardeşi Theo’ya Gönül bağının yanı sıra ekonomik olarak da bağlı kalan ressam
Frengi hastalığını kaptıklarından değil ama Kee ve Ursula’dan Çektiği acıları hüznü, Sien’i çizdiği “Üzüntü - Sorrow” tablosuna yansıtan talihsiz aşık.
Kee ve Ursula aşklarıydı Van Gogh’un. Sien ise şefkati... Ama Kee başkaydı işte. Sol bileğini masada yanan gaz lambasında “tutup teninin aleve dayandığı kadar” görmek istediğiydi.
Söndürdüler mumu.
Zaten karanlık Van Gogh’tan hiç gitmek istememişti.
Van Gogh...
Epilepsi, bipolar bozukluk, sınır kişilik bozukluğu, Meniere hastalığı, kurşun zehirlenmesi, porfiria tanılarının hepsinden nasibini aldığı için mi bilinmez, zaman- mekân uzamsalını kırabilmiş eşsiz ruh...
Yaygın olarak epilepsi tanısı ile eşleştirilen Van Gogh, Kuşkusuz ki birden fazla psikolojik Ve fiziksel
hastalıkla mücadele ediyordu. İç Kulağın denge bozukluğu olan Meniere hastalığının, sınır kişilik bozukluğu sebebiyle tetiklenen bir epilepsi krizi sonrasında kulağını kesmesine sebep olmadığını kim söyleyebilirdi? Üstelik 20 yaşında aşık olduğu Ursula’nın evlilik teklifini reddetmesi ile yaşadığı aşk krizini saymazsak, bu ilk kriziydi.
Ah Aşk,
Sen ki Van Gogh’un göğsünde eritmeye çalıştığı buz parçasının kalbinin sıcağıyla yaptığı yok olma savaşıydın. Bu yüzden epilepsi krizi diyemiyorum sana.
Cemal Süreya o dönemde yazmış olsaydı kanto şiirini hiç şüphesiz Van Gogh’un dilinden düşürmediği mısralar şunlar olacaktı.
“Ben nereye gittimse bütün zulumlardı
Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm
Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu
Namussuz bir çağ bu biliyorsun
-Garson rakı getir
Garsonun adı Hakkı”
Ancak Belçika’da başlayan öyküsünü Londra, Brüksel, Lahey, Paris, Arles ve Auvers’te hep kendini arayarak geçiren Van Gogh, rakı yerine absent içmeyi tercih ediyordu.
Aşırı alkol tütün tüketimi ve sağlıksız beslenme koşulları kendisine konan tüm tanıları tetikleyici nitelikteydi. Ve namlunun ucundaki Van Gogh, Her gün biraz daha yaklaşıyordu son kurşuna.
Kimi zaman resim yaparak kimi zaman resim yaptığı boyaları yiyerek alıştırıyordu vücudunu kurşuna.
“Patates Yiyenler” tablosunda elleriyle toprakta işledikleri patatesi toprak rengine dönmüş elleriyle yiyen insanların emeğini, asilliğini;
“Yatak Odası” tablosunda özgün bir sanatçı topluluğu yaratmak üzere geldiği Arles’ta hissettiği umudu huzuru;
“Absentli Kafe Masası” tablosunda yaşadığı unutulmaz yalnızlığı;
“Yıldızlı Gece” tablosunda bir bakışta kavranan gerçeklik yerine teselli bulduğumuz bir alan yaratan hayal gücünü, tabloda yer alan köy evleriyle -ölümü yaklaşan insanlardan daha sık görülen- sıla hasretini, evlerin yanan ışıklarıyla içinde gerçek bir yaşam olan sıcak aile ortamına olan özlemini, ortadaki kilise ile dinin insanları bir araya getirdiği fikrine ait eski inanışını anlatan Van Gogh, oto portrelerinde kendisine konan tanıların hem sebepleri hem de belirtileri olan çaresizlik, başarısızlık, sevgisizlik, değersizlik ve acıyı giderek daha belirgin hale getirmiştir. Oto portrelerinde gözlemlenen bu somutlaştırmanın aksine obje ve manzara resimlerinde giderek soyutlaşan çizimleri dünyayı gördüğü üçüncü gözün ispatı gibidir.
Kim bilir belki “Buğday Tarlası Ve Kargalar” tablosunu çizerken kalan iki gözünü kapatmış üçüncü gözüyle izlemiştir mavi gökyüzünü karartan kargaların üstüne gelişini. Belki de yetmemiştir gören tek gözü kaçmak için önünde uzayan patikayı ve bu yüzden o patika çıkmaz yola dönüşmektedir.
Çok merak ediyorum. Son resmini yapmak için Auvers’in en sevdiği tarlasına gittiğinde kapatmış mıydı iki gözünü?
Üçüncü gözünün son seriyle bakınca güneşe üşüşüvermişti kargalar.
Her yerdeydiler. Güneşi sarıyı ay çiçeklerini kapatıyorlardı.
Oradan geçen bir gençten aldığı tabancayla hepsini vurmak istedi.
...
Hiçbiri yere düşmemişti.
Ve güneş en sarı haliyle en afili yıldız olarak parlamaktaydı.
Haklıydı Van Gogh,
“ Bir gün ölüm bizi başka bir yıldıza götürecektir
Çünkü herkesin ölümü kendi kıyametidir.”
Kargalar güneşi örtemez Van Gogh
Aldatma kendini
Jonathan mesih değildi
Kaknüslerle de sarsan İkarus'un etrafını
Yine de mutlu ölecekti
İtiraz etme kendine
Sus artık Van Gogh
Ama sakın susturma gölgelerini
Ve renklerini
Hepsi elbet değecek güneşe
Güneş kargaları yakmaz Van Gogh..
Sakın sığınma güneşe