“Hükümet üniversite hastanelerini batırmak istiyor!” Bu sav veya öngörü bize ait değil. Sayın rektörlere ait. Üniversite hastaneleri üzerinde oynanan oyun ayrı bir yazı konusu. Burada sadece şunu belirtmek isterim: Mesele sadece üniversite hastaneleri ile değil, üniversite özerkliği ile de doğrudan ilgili.
Bu yazımda, konuyu anlatabilmek için bazı noktalara kısaca değinmekle birlikte, meselenin nedenleri ve olası sonuçları üzerinde durmayacağım. Sorunlara bilimsel düşünceyle değil de biat kültürüyle yaklaşıldığında nereye varıldığını göstermeye çalışacağım.
Bilindiği gibi, AKP iktidara gelir gelmez üniversitelere savaş açtı. Ödenek ve kadro kısıtlamalarıyla işe başladı. Sayıştay denetçileri ve Meclis Araştırma Komisyonları aracılığıyla üniversiteleri kuşattı. Bütçelerinin aşırı şekilde kısıtlanması nedeniyle, üniversitelerde yeni yatırımlar bir yana; tamirat, tadilat yapılması; hatta ders araç ve gereçleri alınması ve bilimsel araştırma yapılması bile olanaksızlaştı.
Bu durumda üniversiteler, hastanelerinin döner sermaye gelirleri aracılığıyla işlerini yürütmeye çalıştı. Hükümet döner sermaye gelirlerine de el attı. Maliye Bakanlığı aldığı hazine payını arttırdı. Sosyal güvenlik kurumlarının, hastaların ilaç ve tedavi giderlerini geri ödemeleri geciktirilerek, engellenerek hastaneler üzerindeki mali baskı iyice arttırıldı.
Bu arada özel hastanelerin sayısı hızla artmaya başladı. Hükümetin üniversitelerden esirgediği desteği, teşvik adı altında buralara aktardığı görüldü. Gerek çalışanların, gerekse emeklilerin özel hastanelerden aldıkları tedavi hizmetlerinin giderlerini de sosyal güvenlik kurumları ödemeye başladı.
Sonuçta hastalar, üniversite hastanelerinden özel hastanelere yönlendirildi. Bu şekilde döner sermaye gelirleri iyice azaldı. Öyle ki finansal krize giren üniversite hastaneleri hizmet veremez duruma düştüler.
Üniversiteler üzerindeki bu baskılar, üniversite rektörlerinin AKP yandaşı olmamalarına bağlandı. Sayın Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olması, YÖK Başkanının değişmesi ve ardından AKP’ye yakın kişilerin rektör olarak atanmalarıyla söz konusu baskıların sona ereceği ve üniversitelerin rahatlayacağı umuldu.
Gerçekten, rektörler bu şekilde değişince üniversiteler üzerindeki baskılar kalktı; fakat hükümetin üniversite hastaneleri üzerindeki uygulamalarının değişmediği görüldü.
İyi niyetli olan yeni rektörler bu durumu bilgi eksikliğine bağladılar. Üniversite Hastaneleri Derneği’ni kurdular ve birlikte seslerini duyurmaya karar verdiler. Sağlık Bakanlığı ve hükümeti bilgilendirecek olurlarsa düzeltebileceklerini düşünerek bakanlık ve hükümetle yakın ilişki kurabilecek beş kişilik bir komite seçtiler.
Bu amaçla Sağlık Bakanlığı ile yaptıkları temaslar sırasında, bakanlığın da kendilerinden bazı istemleri oldu. Bu istemler hemen yerine getirildi. Örneğin Bakanlığa bağlı bazı eğitim hastanelerinin başhekimleri, hülle yoluyla profesör yapıldı; yeni kurulan eğitim hastanelerine, kendi kadrolarını oluşturana kadar, şef olarak öğretim üyeleri görevlendirildi.
AMAÇ: ÖZEL HASTANELER
Buna karşılık rektörler, hiçbir istemlerini bakanlığa veya hükümete kabul ettiremediler. Sonuçta finansal kriz gittikçe ciddileşmeye ve üniversite hastaneleri yavaş yavaş hükümete teslim olmaya başladı. Öyle ki TBMM’de bekleyen Kamu Hastaneleri Birliği Yasası’yla üniversite hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na bağlanmasının yolu açılacağı öne sürülmektedir. Tam Gün Yasası’nda olduğu gibi, bu yasada da rektörlerin, üniversite hastaneleri lehine hiçbir değişiklik yaptıramayacakları bildirilmektedir.
Yukarıda bildirdiğimiz gibi, sayın rektörler olaya iyi niyetle yaklaştı. Hükümetle yakın ilişki kurar,“uslu çocuk” rolü oynarlarsa sorunu çözebileceklerini sandılar. Fakat başaramadılar. Çünkü söz konusu olan, hükümetin bilgi eksikliği değildi. Söz konusu olan, hükümetin üniversite (ve diğer kamu) hastaneleri üzerinde uyguladığı politik tercihidir.
Hükümet, diğer alanlarda olduğu gibi, sağlık alanında da tercihini halktan, kamudan ve sağlık emekçilerinden yana değil, özel sektörden yana kullanmaktadır. Bu nedenle, AKP’nin iktidara gelmesiyle sahiplerinin çoğu AKP yandaşı olan özel hastaneler ve özel tıp merkezlerinin sayıları hızla arttı ve üniversite hastanelerinden esirgenen devlet desteği, bunlara teşvik adı altında verildi.
Hatta son 5-6 yılda sayısı hızla artarak tüm Türkiye’ye yayılan bir özel hastaneler zincirinin ortakları arasında, bir devlet büyüğünün eşinin de bulunduğu, günümüzün fısıltı gazetesi olan ‘internet’ yoluyla ortalıkta dolaşmaktadır. Ve bu gidişle, tedavi hizmetlerinin 4-5 zincir hastanenin tekeline geçeceği, öne sürülmektedir.
BİAT KÜLTÜRÜ, ÖZAL VE ERDOĞAN
Biat kültüründe inanma ve itaat esastır; bilimsel düşüncenin tersine, kuşku duyma, sorgulama, eleştirme ve tartışma yoktur. Demokrasi ile ilişkisini kanıtlamak amacıyla, İslamda ‘istişare’ (danışma) yönteminin olduğu, öne sürülür. Yönetici (Emir), istişarede bulunduktan sonra kararını verir. Verilen karar tartışılamaz, herkes kabul ve kesin olarak itaat eder. Akla yatmasa bile, olayın altında “hikmet-i hükümet” olduğu düşünülür ve yüzde yüz aleyhte bile olsa “büyüklerimiz neylerse güzel eyler” denilerek tevekkülle boyun eğilir.
Sayın Turgut Özal, milletvekilleriyle tek tek veya gruplar halinde görüşerek ya da anket yaparak istişarede bulunduğunu öne sürüyordu. En son, Cumhurbaşkanı olacağı zaman, yerine kimi bırakacağına karar vermek için anket yapmış ve anketten Sayın Yıldırım Akbulut’un çıktığını, bildirmişti. Fakat kimin kaç oy aldığı açıklanmamıştı.
Sayın Erdoğan da aynı yöntemi uygulamaktadır. Oysa demokrasi saydamlık rejimidir. Böyle konular parti grubunda görüşülür, tartışılır, değişik öneriler oylanır ve en çok oy alan öneri partinin görüşü olur. Hatta bazı konularda, milletvekillerinin Meclis’teki özgür iradelerini kısıtlamamak amacıyla, grup kararı dahi alınamaz. Demokrasilerde haklar demokratik mücadeleyle elde edilir. Başarı için öncelikle kitlesel birlik esastır. Yazı konusu, yalnız tıp fakültesi öğretim üyelerinin sorunu değildir. Üniversite özerkliği ile ilgili olduğu için öğretim elemanı, öğrencisi ve diğer çalışanlarıyla tüm üniversitelerin sorunudur. İleride sağlıkta tekelleşmeye gidecek ve herkese parası kadar sağlık hizmeti verilecek politikanın bir parçası olduğu için, halkın sorunudur.
Sayın Rektörler, kapalı kapılar ardında rica-minnet etmek yerine, arkalarına bu kitleleri alarak demokratik mücadele yolunu seçmiş olsalardı, başarısız olmazlardı. Oysa, biz öğretim üyelerine bile bilgi vermediler.
GENÇ PROFESÖRLER YANDI
Sağlık Bakanı, konuyu saptırarak, muayenehane ağalığına karşı mücadele ettiklerini öne sürmekte. Sayıları çok az da olsa muayenehane ağaları, kuşkusuz var. Fakat AKP milletvekilleri ve yöneticileriyle ortaklık kurup özel hastane sahibi olan ve özlemle andığımız / aradığımız Sevgili Uğur Mumcu’nun deyimiyle, tarikat-ticaret-siyaset üçgeninde gemisini yürüterek bu işin asıl kaymağını yiyen öğretim üyeleri de var.
Sayın Bakan bunlardan hiç söz etmiyor. Performans uygulamasıyla bunların yanında rektör, dekan, başhekim ve yardımcılarının dışında herkes mağdur olacak.
En çok mağdur olacaklar, 20-30 yıllık birikimlerini yatırıp, ayrıca bankalara borçlanarak birkaç yıl önce muayenehane açmış olan genç profesörler. Bu genç arkadaşlardan AKP’li olanlar, bir yandan hayal kırıklığı, bir yandan da öfke ve isyan içindeler.
Aralarında Sağlık Bakanı’nı tanıyanlar da var. “İyi arkadaştı. Bakan olunca değişti” diyorlar. “Meselenin, bakanın iyi ya da kötü olmasıyla ilgisinin olmadığı, bunun bir hükümet politikası olduğu” savına, dirençle karşı çıkıyorlar. Sayın Başbakan söz konusu olunca öfkeleri sönüyor, isyanları sona eriyor. “Onun işlerinin çok yoğun olduğunu, bunlardan haberinin bile olmadığını, her şeyin Sağlık Bakanı’nın başının altından çıktığını” öne sürüyorlar.
Sayın Erdoğan’ın yanlışlık yapabileceğine inanmıyorlar. Örneğin, Sayın Başbakan’ın Siyonistlerden ‘üstün cesaret madalyası’ aldığını kabul etmiyorlar. “O madalyayı, Erdoğan’ın değil Ahmet Necdet Sezer’in aldığını” öne sürüyorlar.
İşte biat kültürü bu.
Cumhuriyet Bilim Teknik 11 Şubat 2011
Prof.Dr.Süleyman Çelik, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi