Sizde de barış böyle midir general---Erbil TUŞALP
Bu suçlamaya aslında "yan gelip yatanların" yanıt vermesi gerekiyor ama onlar susuyor. Kimi yaşarken öldüğü için,içindeki insanı öldürdüğü için konuşmuyor. Kimi gerçekten yaşamadığı için,öldüğü için susuyor.
Konuşanlar var ama. Biri eskilerden gelen bir Viet Nam gazisi Amerikalı. Biri yakın komşumuz Irak'ın Basra'sından Ömer. Öteki Cudi'den astsubay Oktay.
Her üçü de savaşı lanetliyor. Her üçü de savaşanları yok sayanları suçluyor. Bize ulaşan notları ve mektuplarıyla onlar kan üstünde iktidar arayanlara tokat gibi yanıt veriyor.
**
BEN BİR VİET NAM GAZİSİYİM
"Ben bir Viet Nam gazisiyim ve sanmıyorum ki Amerikan halkı savaşı, savaşta olup bitenleri gerçekten ama gerçekten anlamamaktadır.
Napalm atılmış köylere girdiğimizde insanlar eritilmiş metal parçaları gibi birbirlerine yapışmışlardı. Öyle ki çok kere insan mı hayvan mı olduklarının bile ayırt edemezdiniz..
Roket atan jetlerimiz vardı. Roket kovanlarının içleri çivi doluydu. Atıldıklarında, futbol sahası genişliğinde bir alanın her iki buçuk santimetre karesine bir çivi düşüyordu. Aklınız almaz, insanoğluna bu çivilerin neler yapabileceğine.
Orada bir yıl kaldım ve asla 'bu yanlıştır' deme cesaretini gösteremedim.
Tersine uydum. Savaşın acımasızlığına seyirci oldum. Şimdi yurdumda, evimdeyim. Bazan yüreğim sızlıyor. Çünkü bütün bunları hatırlıyor ve karşı çıkma cesaretini gösteremediğimi biliyor, utanıyorum.
Viet Cong kötüdür. Fakat bu benim de kötü olmamı haklı kılmayacağı gibi başkalarına da çocuklarınızı, kocalarınızı, kardeşlerinizi oralara gönderip onlar kadar kötü olmalarını istemek hakkını vermez. Akıl almaz bir şey bu. Savaşı görmeyen/yaşamayan, olup bitenlerin insanı nasıl etkilediğini anlayamaz. Üzerine bin kiloluk bir bombanın atıldığı bir köye girersiniz. Esir almak diye bir sorununuz yoktur. Çünkü esir alınacak kimse kalmamıştır. Öldürülenlerin Viet Cong'lu olup olmadıklarını da bilemezsiniz. İnsanların parçalarını bir araya getiremezsiniz ki. Halkımızın anlaması gereken budur. İşte Amerikalıların yaptıkları.
Orada, bu işlerin ortasındayken, bunun doğru olduğunu düşünürsünüz. Her şey öylesine günlük olağan bir iş haline gelmiştir ki, yapılanları akla yatkın bulursunuz. Sonra yurda döndüğünüzde, karınızı çocuklarınızı gördüğünüzde, ne yaptığınızı anlarsınız.
Quang Tri gibi bir yerin havadan çekilmiş bir fotoğafına bakın. Bir de aynı yerin B-52'lerin bombardımanından sonra çekilmiş fotoğrafı ile karşılaştırın.
Olup bitenleri aklınız almaz. Beni tedirgin eden, oradayken bütün bunları kabullenmemiz, akla yatkın bulmamız. 'Doğrudur , çünkü onlar düşmandır' dememiz. Ama yurda, eve dönünce; insan ve hayvanlara yapılan bunca eziyete ,işlenen bunca cinayete karşı çıkıp ağız açacak yürekliliği gösteremediğinize inanamazsınız. Onların Viet Cong olduklarından bile emin değilsinizdir. Bilemezsiniz ki. Bu ülkenin insanlarına napalm bombasının ne olduğunun anlatacak bir yol yoktur. Bir yere gelirsiniz, insanlar eğri büğrü olmuşlardır. Akıl dışı bir şey. Bir parçaya yaklaşırsınız; insan mıdır, hayvan mıdır anlayamazsınız.
Şimdi ise evinize dönmüş, bir zaman yapılanların yanlış olduğunu söyleyecek yürekliliği gösteremediğinizi bilerek yaşamaktasınız. Oysa bir çok arkadaşın söyleyecek cesareti vardı. Bu yüzden ayrı tutuldular. 'Askeri göreve uymaz' damgası yediler. Uymazlardı, çünkü yürekliydiler. Bizim gibiler göreve uygun bulunmuşlardı. Çünkü biz kabullenmiştik."
Bu sözler Amerika'nın Boston kentinin WBZ televizyonunda Jerry Williams'ın programında konuşan bir Viet Nam gazisinin sözleriydi.
Demokrat Parti Başkan adayı Mc.Govern bu askerin sözlerini Minnesota Üniversitesinde yapılan bir toplantıda bulunanlara teypten dinletmişti. TİME dergisine göre (23 Ekim 1972) salonda çıt çıkmamıştı.
**
BEN BASRA'DAN ÖMER'İM
O savaşı da barışı da yaşayarak öğrenen Iraklı küçük bir çocuk. Aklı da yüreği de ona yaşamı zehir eden işgal kuvvetleri komutanından Amerikalı generalden daha büyük. Saptamaları insanın insan yanını titretiyor, insan olanı insanlığından utandırıyor.
"Belki haberin yoktur diye yazıyorum general Franks paşa. Önce demokrasi yağdı göklerden ,sonra özgürlük geçti üstümüzden palet palet...
Ve insan hakları namlularından yüzü maskeli adamların saniyede bilmem kaç bin adet kurşunu. Demokrasi bizim eve de isabet etti.Bir gün sonra anladım ayaklarımın koptuğunu. Babamın vücudunda tam on sekiz adet insan hakları saymışlar. Annem zaten yoktu ben doğarken ilaç yokluğundan ölmüştü. Ambargo falan demişlerdi de anlamamıştım, çocuk aklı benim ki işte .
Sen daha iyi bilirsin. Sizde de barış böyle midir general Franks paşa? İnsan hakları çocukları yetim ve ayaksız bırakır mı sizin oralarda da?
Ya demokrasi?
Güpegündüz pazara düşer mi? Ve zenginlik insanları korkudan uykusuz bırakır mı? Ve kuşlar gökyüzünü terk eder mi orada da?
Babamla söylediğim son dua dilimde, ayaklarım hastanede ve giymeye kıyamadığım ayakkabılar elimde kaldı...
Çocuğun var mı general Franks?
Al çocuğuna götür onları.Bir işe yarasın. Kimbilir baktıkça, belki beni hatırlarsın.
Asıl sormak istediğim bu nasıl demokrasi general Franks.?
Düştüğü yeri yaktı ,merhamet, acıma,insanlık, hür dünyaya bu kadar mı Irak'tı?" ( 13 Ağustos 2004,saat 20.57)
CİLO'DAN ASTSUBAY OKTAY
Hani hep duyarız akşam yemeğe oturduğumuzda televizyondan, bilmem ne ilinin " kırsalında teröristlerin dur ihtarına ateşle karşılık vermesi sonucu çıkan çatışmada üç güvenlik görevlisinin şehit olduğunu". Boğazımıza dizilir lokmalar.
Ya da sabahın ilk çayının tadını kaçırır gazetedeki "bilmem ne ilinde devriye görevini yerine getiren araca açılan ates sonucu bir güvenlik görevlisi sehit oldu" haberi. Akşam vapurunda gözünüze çarpar "teröristlerce döşenen mayının patlaması sonucu" diye başlayan arka sayfanın küçük haberi olur.
"Bu nasıl başlar biliyor musunuz? diye soruyor astsubay Oktay Yıldırım.
"Hava o kadar sıcaktır ki beyninizdeki sıvının buharlaşıp uçtuğunu düşünürsünüz. Oluştuğu anda kuruyup giden ter damlacıklarından geriye kalan tuzlar yüzünüzün ve hatta elbisenizin her yanını kaplamıştır. Avucunuzun içindeki ter, yüzünüzdeki gibi kolay kurumadığı için elinizdeki tüfeğinizin metal kısmı avucunuzun içinde vıcık, vıcık oynar. Önünüzde yürüyen adamın, ayağının kuru toprakla her temas edişinde çıkan toz, ağzınızın kurumasına ve zor nefes almanıza sebep olur.
Sırt çantanızın askı kayışları yüzünden omuzlarınızı hissetmezsiniz. Bastığınız her taş parçası, her çalı ve bir ayağınızın kaplayabildiği her yeryüzü parçasından çıkan sesi duyarsınız. Yürüdüğünüz yerdeki her Ağustos böceğinin sesini, dallardaki kuşları,yüzünüzde ürkütücü devriye uçuşları yapan arıların kanat seslerini,ağzınıza ve yüzünüze ya da herhangi bir yerinizdeki küçük yaraların üzerine konmaya çalışan sineklerin vızıltılarını , ayağınızı bastığınız yerden havalanan yeşil çekirgenin küçücük cüssesine rağmen çıkardığı tok kanat sesini en ince ayrıntısına kadar duyarsınız..
Sonra, kendi teçhizatınızın ve önünüzdeki ve arkanızdaki arkadaşınızın teçhizatlarının çıkardığı düzensiz seslerin her birini ayrı ayrı duyarsınız. Ve arkadaşlarınızın nefes alışlarını,öksürmesini, hapşırmasını da duyarsınız. Telsizinizden çıkan seslerin ve cızırtıların her biri ayrı ayrı katılır bu senfoniye.
Ter ve tozun birleşmesinden oluşan kaygan çamur, postalın içindeki tüm ayağınızı kaplamıştır, çoraplar önce su toplayıp sonra patlayan yerlere adeta bir deri gibi yapışmıştır. En çok yapmak istediğiniz şey ayaklarınızı yıkayıp, çoraplarınızı değiştirmektir. Ama bu çok büyük bir lükstür o anda.
Çünkü hangi çalının dibinde, hangi kayanın arkasında sizi beklediğini bilmediğiniz ihaneti arayıp bulmanız ve yok etmeniz gerekmektedir.
Bütün masumların hayati ve huzuru size emanet diye, öğretmenlerbayrak direğine asılmasın diye, kundaktaki bebekler kurşunlanmasın diye, binlerce yıllık emanete halel gelmesin diye kahpeliği ve ihaneti yok
etmeniz gerekmektedir. Çünkü bunun için bayrağın, silahın, namusun ve şerefin üzerine yemin etmişinizdir.Çünkü önemli olan eliniz ayağınız degil, ülkeniz, bayrağınız ve onurunuzdur.
Sonra!..
Sonra birden tüm sesler kesilir, bıçağın dalı kestiği gibi, makasın kağıdı gibi...Bir anda kuşların sesleri, arıların ve sineklerin vızıltıları, çekirgenin kanat sesleri hepsi bir anda biter.
Gözlerinizi açtığınızda önünüzdeki arkadaşınızı değil, gökyüzünü görürsünüz, yere düşmüş olduğunuzu anlamanız birkaç saniye sürer.
Tek hissettiğiniz kesif bir barut ve yanık et kokusudur, yüzünüzün
toprak parçalarıyla kaplandığını fark edersiniz, temizlemek için çalışmazsınız. Arkadaşlarınızın bağırarak koşuşturduğunu görür ama kulağınızdaki çınlama ve uğultudan seslerini duyamazsınız. Sesleri yavas yavas duymaya başladığınızda ayaga kalkmaya çalışırsınız ama başaramazsınız.
Yine birkaç saniye sonra arkadaşlarınızın sesleri arasında 'mayın' kelimesini ayırt eder ve kalkmaya çalıştığınızda ayağınızdaki yoğun
ağrıyı fark edersiniz. Ayağınız yoktur ama yine de ağrıdığını hissedersiniz. Ne olduğunu anlamak için baktığınızda ise parçalanmıs pantolonunuzun ve kopmus ayağınızın farkına varırsınız. İşte her şey o anda başlar. Avazınız çıktığı kadar bağırırsınız. Sonra, nefesiniz biter. Sonra,yeniden nefes alırsınız ve yeniden bağırmaya başlarsınız. Sonra yine nefesiniz biter ve yeniden, yeniden ve yine... Yanınıza ilk gelen arkadaşınız size, 'fazla bir sey yok, sadece küçük bir yara' gibi telkinlerde bulunur. Ama siz arkadaşınız konuşurken de,helikopterle hastaneye götürülürken de artık bir ayağınızın olmadığını biliyorsunuzdur. Hep bir soru çınlar kafanızın içinde 'neden ben, neden ben, neden ben ?" (4 Temmuz 2006,saat18.19)
Gördüğünüz gibi her üçü de savaşı lanetliyor. Her üçü de savaşanları yok sayanları suçluyor. Her üçü de kan üstünde iktidar arayanlara tokat gibi yanıt veriyor.
Anlamayanlara, anlamazlıktan gelenlere utanmak kalıyor
....Kaynak---Kanaltürk