"Gelirdeki eşitsizliğin arttığı toplumlarda, toplum sağlığının da olumsuz olarak etkilendiği gerçeğini görmemiz gerekmektedir. Bu eşitsizlikleri düzeltmenin birinci koşulu, bu gelişmelerin zorunlu olduğu önyargısından kurtulmak olmalıdır. Halen bütün dünya şimdi uygulanan politikalar dışında bir seçeneğin olmadığına inandırılmış görülmektedir."

Prof. Dr. A. Özdemir AKTAN / İstanbul Tabip Odası Başkanı

Sağlık, birçok sosyal, politik ve ekonomik güçler yanında sağlık sektörü dışında sağlık ve hastalık durumlarını etkileyen kurumlar ve oluşumlar tarafından belirlenen bir süreçtir.

Gelir dağılımındaki eşitsizlik dünya üzerinde her geçen yıl korkutucu boyutlara ulaşmaktadır. 1970 yılında dünyada en çok kazanan yüzde 20, en az kazanan yüzde 20’den 30 kat fazla kazanırken, 2000 yılında bu fark 90 kata çıkmıştır (Dünya Sağlık Örgütü verileri, 2007). Bu eşitsizlik tüm dünya ülkeleri için geçerli olup, gelişmekte olan ülkelerde daha net sonuçlarla kendini belli etmektedir. Gelir dağılımındaki bu eşitsizlik kendini ekonomik gelişme, demokrasi, yaşam kalitesi, bireylerin topluma katkısı, ülkenin sağlığı ve ülkenin kültürel gelişmesi alanlarında hep olumsuz olarak etkilemektedir. Sosyal kırılmaların, şiddetin ve huzursuzluğun en fazla olduğu toplumların eğitim, sağlık, ulaşım ve çevre koşullarının düzeltilmesi için yeterli kaynak ayırmayan veya ayıramayan ülkelerde olması da elbette şaşırtıcı değildir.

Toplum sağlığı için yeterli gıda, uygun barınma koşulları, temiz ve yeterli su, güvenlik yanında en önemli faktörlerden birisi de gelecek ile ilgili ümittir. Gelecekle ilgili olumlu beklentileri olmayan toplumlarda da sağlıktan bahsetmek olanaksızdır.

Sağlığa erişimde eşitlikten söz ederken aslında adalet kavramının öne çıkarılması gerekir. Eski DSÖ başkanlarından Gro Brundtland iyi bir sağlık sisteminin iyilik ve adalet üzerine kurulmasını vurgulamıştır. Burada söz edilen, erişimde adalettir. Elbette herkesin eşit olduğu bir dünyayı henüz hiç kimse hayal edememektedir. Ancak sağlığa erişimde adalet sağlanması çok da zor bir olay değildir. Neoliberal politikalar ile devletin sağlıktan ve benzeri hizmetlerden elini çekmesi ve ülkemizde olduğu gibi özel sektöre devretmesi, sağlığa ancak ayrıcalıklı sosyal sınıfların erişebilmesine olanak sağlamaktadır. Bu politikaların uygulanması ile adaletli bir sağlığa ulaşım çok uzakta olarak görülmektedir. 1970’li yıllarda terk edilmeye başlanan refah devletinde ise sağlığa erişimde adalet, ana kavramlardan birisi idi. Ancak devletin bu hizmetleri verirken hantal, yetersiz, verimsiz ve yolsuzluğa çok açık olduğu savı ile yola çıkan neoliberal politikalarda sosyal devlet kavramları sağlıkta ve diğer benzeri hizmetlerde yok edilerek bu hizmetler özel sektör eline bırakılmaktadır.

Bu durumda da para kazandırmayan koruyucu sağlık hizmetleri geri plana atılarak, yatırımcılara ve daha çok da bu alanda tekelleşmiş uluslararası şirketlere para kazandıracak tedavi edici sağlık hizmeti ön plana çıkmaktadır. Türkiye’de hızla artan sağlık harcamalarımızın içinde ilaç harcamaları yaklaşık yüzde 35 (10 milyar dolar) ile aşırı yüksek bir oranda bulunmakta ve tamamı uluslararası sermayenin elindedir.

Neoliberal sistem ülkeleri de zorunlu olarak ekonomik büyümeye zorlamakta ve böyle olmazsa yaşanamaz savına inandırmış görünmektedir. Bu büyüme için ise ülkeler birbirleri ile rekabete zorlanmakta ve üretilen malların ve hizmetin maliyetini düşürmeye zorlanmaktadır. Bunun yolu ise çalışanların ücretlerinin kısılmasından geçer. Çalışanların aldıkları ücret yanında verilen sosyal hakların her biri de maliyete yansıdığından, ülkemizde olduğu gibi budanmaktadır. Emeklilik yaşı, emekliye verilen ücret, asgari ücret, emzirme yardımı, kreş hakkı gibi sosyal haklar hızla çalışanların aleyhine olarak değiştirilmektedir. Hiçbir sosyal haktan yararlandırılmadan çalıştırmanın en bilinen yolu da taşeron işçi çalıştırmaktan geçer ki ülkemizde olan da budur. Hiçbir sosyal hakkı olmayan kitleler de bu durumda ucuz ücretle, başka bir seçeneği olmadığı için, çalışmak zorunda bırakılmaktadır.

Bu gelişmelerle yaşanan önemli bir olgu da bireysel hayatın ön plana çıkarılmasıdır. Daha yüksek gelirli sosyal sınıflara tutunabilenler kendini şanslı ve başarılı kabul etmekte, bunu başaramayanlar ise bireysel olarak yetersizlikle suçlanmaktadırlar. Toplum tarafından kendilerine sunulan olanaklar hiç gündeme gelmemektedir. Sendika ve benzeri kuruluşlarla hak arama olanakları hızla yok edilmektedir. Sağlıkta da benzer gelişmeler yaşanmakta ve sağlık için altyapının düzeltilmesi, çevre sağlığı, eğitim gibi konular pek gündeme gelmezken bireysel sağlık için gerekenler medyanın ana konusu olmaktadır. Hangi gıdanın yararlı olduğu, hangi vitaminlerin kullanılması gerektiği gibi bireysel çözümler hep ön plana çıkmaktadır. Üstelik de bu bilgilendirmeden yayınları daha yakından izleyen gruplar daha çok yararlanmaktadır. Bu nedenle de ABD ve Türkiye’de birçok hastalığın yanında obezite (şimanlık) de alt gelir gruplarının sorunu olarak ortaya çıkmaktadır.

Bir toplumun sağlığı toplumun zenginliğine değil, toplumda bu varlığın eşit dağılıp dağılmadığına bağlıdır. Gelirdeki eşitsizliğin arttığı toplumlarda toplum sağlığı da olumsuz olarak etkilenmektedir. 1996’da yapılan bir çalışmada, gelir dağılımının gittikçe bozulduğu İngiltere’de toplumun en üst kesimine ait çocuk ölüm hızları, daha sosyal bir topluluk olan İsveç ile karşılaştırıldığında, İsveç’in en düşük kesiminden daha kötü çıkmıştır.

Bu durumun en önemli nedeni ise gelir dağılımının bozulduğu toplumlarda başta eğitim ve sağlık olmak üzere sosyal yatırımların azalması veya durması olarak gösterilmektedir. Benzer sorunlar gelir dağılımının eşitsizliğinin en yoğun olduğu ABD için de geçerlidir. Bu eşitsizlikten elbette en çok toplumun düşük gelir diliminde olan ve çoğunluğu oluşturan kesim etkilenmekte ve sonuçta o topluma ait sağlık verileri gittikçe kötüleşmektedir.

Türkiye’de de benzer gelişimler yaşanmaktadır. Ülkenin geliri artmakta, ancak gelir dağılımındaki eşitsizlik de artmaktadır. 1978’de binde 134 olan bebek ölüm hızı, 2003’te 28’e düşmekle birlikte, kırsal alanda veriler olumsuz gelişme göstermektedir. 1978’de kentsel alanda ölen her bebeğe karşı kırsal alanda 1.2 bebek ölürken, 2003’te kentte ölen her bebeğe karşılık kırsal alanda 1.7 bebek ölmeye başlamıştır (Sağlık Bakanlığı verileri, 2006). Gelir dağılımındaki adaletsizlik, daha geniş kitleyi oluşturan alt gelir seviyesindekilerin sağlığa ulaşmasını iyice zorlaştırmaktadır.

Gelirdeki eşitsizliğin arttığı toplumlarda toplum sağlığının da olumsuz olarak etkilendiği gerçeğini görmemiz gerekmektedir. Bu eşitsizlikleri düzeltmenin birinci koşulu, bu gelişmelerin zorunlu olduğu önyargısından kurtulmak olmalıdır. Halen bütün dünya şimdi uygulanan politikalar dışında bir seçeneğin olmadığına inandırılmış görülmektedir. Ancak gelir dağılımı ve sağlığa erişimdeki eşitsizliklerin artması durumunda bizi bekleyen dünyanın mutlu yaşanacak bir dünya olmayacağı da unutulmamalıdır.

---------

Kaynak--- Cumhuriyet Gazetesi



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat