Kriz kapıda, sol nerede?

Haluk GERGER


Birinci Paylaşım Savaşı bittiğinde ABD artık kapitalist-emperyalist dünyanın yeni efendisi olma yolundaki son merhaleyi de katetmiş sayılıyordu. “Pembe ufuklar” Amerikan sermayesinin önüne uçsuz bucaksız fırsatlar sermekteydi. Spekülasyon hırsı, borsa oyunları, tüketim çılgınlığı, aşırı üretim hastalığı, toplumu anaforuna almış götürüyordu.
Bir tarihçi o dönemin Amerika’sını şöyle anlatıyor:
“Çılgın bir ölçüsüzlük dönemi başlamıştı. Püriten çobanın peşindeki sürü Kuzey Amerika’ya Cennet’in indiğine inanmıştı. Bir “yeni çağ” başlamaktaydı. Her geçen yıl daha fazla otomobil, daha fazla çamaşır makinası, daha fazla radyo olacaktı. Wall Street’de (borsada) hisse senetleri sürekli değer kazanacak ve böylece herkes zengin olacaktı, çünkü, işveren, tezgahtar, işçi, herkes, spekülasyona katılacak ve kazanacaktı. Uzunca bir süre, istikrarlı biçimde yükselme eğilimi gösteren hisse senedi fiyatları, bu umutlara haklılık kazandırır nitelikteydi. Toplum, başarıdan sarhoş olmuştu ve kahramanı da işadamıydı; ülkenin manevi istikametini belirlemede, sanatçı ya da filozofa göre, o daha yetkin görülmekteydi. Manevi değerler bir yana bırakıldı. Kar ve getiri, cemaatin yeni tanrıları olmuşlardı.”

Bütün dünya, özellikle de Avrupa, Amerika’yı hayranlıkla izliyordu. İnsanlar çılgınca tüketiyor, gelirleri yetmediğinde de borçlanıyorlardı; ne de olsa gelecek onlarındı. Tekeller ile finans kapital birlikte, bu tüketim çılgınlığını bol krediyle kışkırtıyorlardı. Bir yandan da, uluslararası tefeciler olarak, Birinci Savaş’tan perişan çıkmış Avrupalılara ödeyemeyecekleri ölçülerde borç dağıtıyorlardı.

Küstah sermayenin poltik sözcüsü Başkan Hoover, 1928 Ağustos’unda, başkan adaylığına seçlidiği Cumhuriyetçi Parti Kongresi’nde yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
“Bir sorun olarak işsizlik büyük oranda ortadan kalkıyor...Biz bugün Amerika’da, hiçbir ülkenin tariihinde görülmediği kadar, yoksulluk üzerinde nihai zaferi kazanmak üzereyiz. Bu hedefe henüz erişmiş değiliz ama son sekiz yılın politikalarını sürdürme fırsatı verilirse, yakında, Tanrının da yardımıyla, bu ülkeden yoksulluğun silindiği günü göreceğiz.”

Hoover’a göre, “Büyük iş alemi, sosyalistlerin herkese yiyecek, giyecek, barınak amacını Amerika’da gerçekleştiriyor”du. “Bunu Hoover Yönetimi sırasında göreceksiniz” diye cüretle yazabiliyordu Başkan ve onmilyonlarca emekçinin oylarıyla Beyaz Saray’a yerleşiyordu 4 Mart 1929’da. O gün yaptığı konuşmada, yeni Başkan, “Ülkemin geleceği konusunda hiç kuşkum yok. [Geleceğimiz] umutla ışıldıyor” diyordu.

O onmilyonlar, çok değil, Hoover yönetimi daha bir yılını doldurmadan, Başkan’ın müjdelediği “büyük iş aleminin mucizeleri”ni gördüler: Ekim ayında borsa çöktü ve bütün Amerika büyük bir bunalımın pençesine düştü. Başkan’ın iyimserliğininse sınırı yoktu. Kasım ayında bile, “Birleşik Devletler’de ekonominin geleceği ve iş aleminin temel gücü konusundaki bir güven eksikliği aptallıktır...Krizin işsizlik üzerindeki olumsuz etkileri iki ay içinde ortadan kalkmış olacaktır” demekteydi.

Ne var ki, kapitalizmin yasalarında “emir demiri kesemiyor”du. İşsizlik 1933’te 15 milyonu aştı, yani işgücü nüfusunun neredeyse üçte bir’ine yükseldi. Sadece New York’ta sokakta elma satarak geçimlerini temin etmeye çalışanların sayısı 6 bini buldu. 5 bin banka iflas etti, ülke çapında irili ufaklı onbinlerce işyeri kapandı, en büyük fabrikalar ancak yüzde 20-30 kapasiteyle çalışmayı sürdürebildiler. Milyonlarca insan, bütün varlıklarını, geleceklerini yitirmiş halde, evsiz-barksız sokaklarda dilenmeye, çorba kuyruklarında karınlarını doyurmaya, köprü altlarında ısınmaya, hayatta kalmaya çabalıyorlardı. Dünyanın gıptayla baktığı “refah ve özgürlüklerin hayal ülkesi”nde onmilyonlar, büyük bir yoksulluğun, korkunç bir sefaletin pençesine düşmüştüler bir anda.

Bunalımın hemen öncesindeki ve sonrasındaki hava, öylesine zehirli umutlar saçıyordu ki, bundan komünistler bile etkilenmekteydiler. Amerikan Komünist Partisi Genel Sekreteri Jay Lovestone’a göre, Amerikan kapitalizmi, Avrupa ile karşılaştırılamazdı ve onun genel çelişkilerinden, dolayısıyla da kriz potansiyelinden yapısal olarak büyük ölçüde muaftı. 1928 yılında Lovestone şöyle yazabiliyordu: “Amerika Birleşik Devletleri’nde güçlü bir teknik devrim gerçekleşiyor, muazzam bir rasyonelleşme ve üretici güçlerde büyük bir gelişme [ortaya çıkıyor] ki bu, sonuçları bakımından ikinci sanayi devrimiyle karşılaştırılabilir.” Finans kapitalin Wall Street Dergisi, Hoover’ın seçim zaferi üzerine şöyle yazmıştı: “Nasıl ki, Roma’nın bir Ogustüs ve Britanya’nın Victoryan dönemi vardı, onun gibi, biz de burada yeni bir zenginlik ve ihtişam, barış ve refah çağına giriyoruz ki, tarih bunu Hoover dönemi diye yazacaktır.” Komünist Parti Genel Sekreteri, “yazıdaki ‘biz’i Wall Street olarak çevirin, gerçeğı bulursunuz” diyordu!

Neyse ki, Amerikan Komünist Partisi içinde sağlıklı unsurlar vardı. Onlar, Amerikan kapitalizminin gücünün, Lovestoncuların yaptıkları gibi, abartılmaması gerektiğini, onun da kapitalizmin genel yasalarına tabi olduğunu, bu bakımdan da yükselişin bir krize doğru gittiğini, bunun da emekçi yığınların radikalleşmesini getireceğini, sınıf mücadelesini keskinleştireceğini söylüyorlardı. Olası bir bunalımın faşizm ve savaşla sonuçlanabileceğini görüyor, Parti’nin gerekirse yeraltına çekilmenin hazırlıklarını yapması gerektiğini savunuyorlardı. Onlara ve Komintern’e göre de, Amerikan kapitalizmi, genel kapitalist krizin bir parçasını oluşturmaktaydı ve Amerikan kapitalizminin ve emperyalizminin yükselişi, onu krizden uzaklaştırmıyor, aksine, bütün yapısal çelişkileri daha da keskinleştirerek, kriz olasılığını arttırıyor, gelecek krizin boyutlarını genişletiyordu.

Sonunda, bizzat Stalin'in de içinde aktif olarak yer aldığı Komintern müdahaleleri ve Parti içindeki devrimcilerin direnişiyle Lovestone ekibi yenilgiye uğratıldı ve Parti'den atıldılar. Parti, 29 Bunalımı'na en azından mental olarak hazırlıklı girdi ve sonraki onbeş yıl Amerikan sahnesinde etkin bir aktör olarak yerini aldı. Parti, faşizme ve savaşa karşı Birleşik Cephe politikasına yöneldi. Lovestone'un da, CIA bordrosunda ve uluslararası sendikacılık hareketi içinde, Avrupa'dan Vietnam'a uzanan sefil kışkırtıcılık-yıkıcılık dönemi başladı. O gurubun öteki önde gelen üyesi Gitwold da, Amerikan Devleti’nin “kızıl soruşturmaları”nda gönüllü tanıklık yaparak antikomünist haçlı seferine katıldı.

Bunalım, Marksist araçların kapitalizmi anlamadaki ve geleceği çözmedeki gücünü de gösterdi. 1930’larda Parti, emeğin yaşam standardını ve demokrasiyi koruma mücadelesini, Roosevelt’in peşinde kuyrukçuluğa kapılarak ve dolayısıyla kendinden vererek yürüttü. Parti bir yandan tarihinin en büyük genişlemesini yaşadı, bir yandan da (Milliyetçi Cephe-“halkçı Ecevit” CHP’si arasında sıkışan 70’lerin Türk solu gibi) faşistleşmeye yönelmek ile "New Deal" türü bir devlet kapitalizmi dolayımıyla kapitalizmi kurtarma ve böylece faşizan gidişi engellemek seçenekleri arasına sıkışınca, ikinciyi seçti ve düzen içi meşruiyet gücünü artttığı ölçüde ideolojik-programatik, hatta örgütsel bağımsızlığını yitirdi, kendinden yiyerek erime sürecine girdi.
Dünya kapitalizminin böylesi bir kriz durumunda, elbette iki olasılık belirdi ufukta: Faşizme eğilim ve savaşa yöneliş. Sonunda ikisi de oldu. Almanya, Italya faşizme yöneldi, Japon militarizmi onlarla müttefik oldu. Ardından, Ikinci Paylaşım Savaşı'nın ateşi dünyayı sardı.

Bunalımın, savaş harcamalarıyla, seferberlikle ve silahlı kuvvetlerin genişletilmesiyle konjonktürel olarak atlatıldığını ve yapısal zaafiyetlerin ortadan kaldırılmadığını kavrayan ABD, savaş sonrasında, askeri harcamalarını olağanüstü arttırdı, uluslararası ilişkilerin militarizasyonunu sağladı, yeryüzünün dörtbir yanında NATO, SEATO, ANZUS gibi tetikçi blokları kurdu ve Soğuk Savaşı başlattı, krizini böylece yönetme yolunu seçti. Bu, içerde de, önce liberallerin anti-komünizme kayması, ardından da McCarthy cadı kazanının kaynatılması biçiminde ortaya çıktı.

Bu uzun özet, bugünü anlamamıza yardımcı olabilir.
Küreselleşmenin ”altın çağı”nın, dizginsiz spükülasyonun, ABD’nin borca ve değersiz dolara dayalı tüketim çılgınlığının, Çin’den Türkiye’ye, öteki yerlerde “sıcak para”ya ve desteksiz Amerikan tüketimine dayalı büyümenin, finansal köpüğün genişlemesinin sonuna yaklaştığımız ortada.

Ham petrolün varilinin 100 dolara, altın fiyatlarının son 28 yılın en üst düzeyine çıkması; Amerikan dolarının hızla değer kaybetmesi; borçların ödenememesi nedeniyle ortaya çıkan kredi krizinin piyasaya taze fonlarının sürülmesiyle denetim altına alınmaya çalışılması; borsalardaki çöküş; ABD’de işsizliğin artması; durgunlukla birlikte enflasyonun yükselmesi beklentileri; büyümenin durması; havadan harcayan Amerika’nın ticaret ve bütçe açıklarıyla borç yükünü kaldıramayacak hale gelmesi; doların düşmesiyle yükselen Avro Avrupasının, değersiz kağıt ihracıyla ve devasa dolar stoklarıyla Çin’in riskli döneme giriyor olması, gelmekte olan krizin ilk semptomları olarak ortaya çıkıyor.

Uluslararası kapitalizm ve emperyalizm bakımından önemli olan, bu ekonomik verilerin, Pakistan’dan Irak’a, Güney Amerika’dan Kore’ye, Iran’a, Türkiye’ye uzanan politik-askeri krizler ortamında yer alıyor olması elbette.
Bu durumda, ABD’nin içerde ve dışarda iyice çılgınlaşması olasılığını, her yerde militarizmin, toplumsal muhalefete baskının, istikrarsızlığın, antidemokratizmin, emeğe karşı saldırganlığın artma ihtimalini gözden ırak tutamayız.
Buna karşın, olası bir kriz durumunda, iyimser bir bakış açısıyla, ABD’nin geriye doğru bir hamle yapacağı, askeri harcamalarını kısacağı ve hatta Ortadoğu batağından bir biçimde kurtulmayı deneyebileceği, bu yönde güçlü bir toplumsal talebin zaten var olduğu, iddia edilebilir. Bu doğru da olabilir. Ne var ki, bu olasılığın, emperyalist saldırganlıktan da vazgeçilebileceği gibi bir yanılsmaya yol açmaması gerekir. Unutulmamalıdır ki, finans kapital de, tutsak aldığı devlet ve yönetim kadar, yaratıcısı olduğu emperyalist güdülerin, tekelci kapitalizmin yasaları ve dinamiklerinin esiridir, onların gereğinin yerine getirilmesine mahkumdur. Yani, emperyalist saldırganlık, kriz koşullarında da, üstelik aratarak, sürer, sürmek zorundadır. Değişen sadece yöntem olabilir ancak.

Geriye doğru bir hamle yapan ABD, boşluğu “stratejik tetikçiler”iyle doldurma yolunu deneyebilecektir. Militarizm, bunalımın kaos ortamında önemli ihraç malzemesi olacaktır ABD’nin ve “tetikçiler”e daha fazla güvensizlik, yoksulluk ve kaosla birlikte daha fazla militarizm pompalanacaktır. Ona bağımlı ülkeler ise, krizin yanısıra, iç ve dış politikalarında bu temel dış girdiyle de biçimlenecektirler. Bir başka ifadeyle, ABD, onların iç ve dış politikalarını yeniden düzenleyecektir, kendi güç toparlama süresince. İçerde, bu tetikçilerin düzenleri daha da militaristleştirilecek, dışarıya ilişkin olarak da bunlar doğrudan ek fiili saldırganlıkla yükümlendirileceklerdir. Bu yeni durumun mali ve insani bedellerini de önemli oranlarda tetikçiler üstlenmek zorunda bırakılacaklardır. Uluslararası kapitalizme eklemlenmiş bu ülkelerin zaten fazla şansları da kalmamış olacaktır ve onların egemenleri can havliyle yeni emperyalist militarizminin ipine sarılmak zorunluluğunu duyacaklardır.

1970’lerde Nixon Yönetimi bu türden bir geri çekilmeyi “Vietnamlaştırma” olarak adlandırmıştı. O dönemde, Vietnam batağındaki Amerika’da enflasyon yüzde 15’lere ulaşmış, dolar altına bağlı değerini yitirmiş, kentler çürümeye, toplumsal muhalefet yükselmeye başlamıştı. Bu toparlanma sürecinde ABD, Şili’den Türkiye’ye askeri darbeler örgütledi, Afrika’da kontraları örgütledi, bölgesel zoru yerel jandarmalarına havale etti. Ardından, 80’lerde, Reagan’la, güç biriktirmiş emperyalizm yeni saldırganlığını devreye soktu. “Yeni Soğuk Savaş,” silahlanma ve “yeniden yapılandırma” saldırıları başlatıldı. Bu politikaların başarısı sonunda da, Emperyalizmin “küreselleşme” diye adlandırılan yüksek aşaması ile onun hukuki-siyasi üstyapısı olan “Yeni Dünya Düzeni” dayatıldı insanlığa.

Faşistleşme ve savaş, bu yeni krizin de olası sonuçları olacaktır. Elbette biz bu noktada, kapitalizmin 1970'lerin ortalarından bu yana kurumsallaşmış yapısal ve yönetilebilen krizini değil, onun da krizi anlamına gelebilecek bir nitel bunalım sıçramasını kastediyoruz.

***

Türkiye’yi böyle bir global kriz ortamında bekleyen yıkımı tartışmaya bile gerek yok. Hatta Türkiye’nin büyük krize dünyadan önce teslim olacağı bile söylenebilir. Rejimin son (sözde demokratik) dayanağı AKP’nin bu bunalıma dayanamayacağı ortada. Bu nedenle uzun zamandır burjuvazi yeni bir “sol parti”den “sağda birleşme” projelerine uzanan sigortaları devreye sokmaya çalışıyor ama geç kaldığı ortada. Bu durumda gerçek dayanak Silahlı Kuvvetler’e gün doğacağı, sivil siyasetçilerin (AKP dahil) hizaya gireceği, militarizmde yarışacağı, TÜSİAD’ın tercihini “askeri diktatörlük”tan yana kullanacağı ve medyanın “ideolojik işlevler”ini yerine getireceği bellidir. Ulusalcıların, ikiz kardeşleri milliyetçiler ve faşistlerin, “zafer naraları” atacaklarını şimdiden kestirmek güç değildir. Spekülatif sermayenin ve özelleştirme satışının “saadet zinciri”nin kopmakta olduğunu artık burjuva iktisatçılar da itiraf ediyorlar. Asya krizinden Arjantin’e ve oradan da Türkiye’nin ünlü Kasım-Şubat’larına uzanan yeni bir zincir egemenlerin ayaklarına dolanmak üzeredir.

Bu durumda ne yapılması gerektiği üzerinde durmak lazımdır. Daha doğrusu, olası krizin yıkıcı sonuçlarından emekçi yığınların korunması için, bir başka ifadeyle, yeni zincirin onların boynuna dolanmasını önlemek için, emeğin temsilcilerinin, yani sosyalistlerin ne yapması gerektiği üzerinde durulmalıdır.

Krizlerden her zaman devrimci durum çıkmaz. Aksine, umarsızlığa ve umutsuzluğa mahkum edilmiş örgütsüz ve dolayısıyla inisiyatifsiz yığınlar, aç ve açıkta kaldıklarında, iş ve ekmek vadeden burjuva şarlatanların peşine takılırlar. Unutmamak gerekir; kriz yönetilir, devrim yapılır. Evet, her ikisi de başıboş kalıp, kendiliğinden oluşup hükümlerini icra etmezler. Bu iki süreç de, zincirlerinden boşalmış süreçleri ifade ederler kuşkusuz ama yönetilirler de; biri, egemen ve yönetici sınıflarca, öteki işçi sınıfının partisiyle, emeğin öncü güçleriyle.

Sosyalistler bakımından, krizin (ve devrimin) yönetimi, olası sonuçlarından emeğin (ve bütün öteki ezilenlerin) ekonomik-politik haklarının korunması mücadelesiyle başlar.

İşte sosyalist sol’un öncü rolü böyle dönemlerde anlamını bulur. Kendi “devrimci eksen”ini oluşturmuş sosyalist sol, ancak bundan sonra hayata ve krize müdahale etmeye başlayabilir. İktidar perspektifiyle de bütünleşince, devrimci mücadele olgun haline kavuşmuş olur.

Acaba, devrimci sol'dan başlayıp, zamanla, Kürtlerin önemli bölümünü, liberal solu, demokratları, barışseverleri, sendikal hareketin kimi unsurlarını ve hatta politik-ideolojik denklemden düşmüş tabakaları da içeren-kapsayan bir "birleşik cephe," "halk cephesi," ya da “emek ve demokrasi insiyatifi” oluşturulabilir mi?
Krizin darbesini beklemeden, hemen şimdi…

Bu hiç olmazsa tartışılabilir mi? Sosyalistler, “Olası Global Krizin Sonuçları ve Sol” başlıklı ciddi bir tartışma sürecini başlatabilir, bir planlama-eylem platformunu ortaklaşa örgütleyebilirler mi?
Çok geç olmadan...

Yoksa, biz de mi, global kapitalizmin, Amerikan ekonomisinin ve emperyalizmin ekonomik-politik dayanaklarının gücüne, proletaryanın devrimci ruhunu sonsuza dek yitirdiğine, mücadelenin olanaksızlığına inanıyoruz? Loveston’ların ruhu mu dolaşıyor üzerimizde, yoksa Manifesto’nun “hayaleti”yle mi besleniyor ufkumuz?..
İnsanlığa sefalet ve felaket getirecek kapitalist kriz kapıda. Bize kurtuluşun yol, yön ve yöntemini gösterecek, örgütleyecek sosyalist önderliklerimiz, devrimci öncülerimiz nerede?..
Bugün bütün mesele bu sorunun yanıtında yatıyor...
Başka da umarımız yok.
Ne demişti Can Yücel:

“Mevsim dönüp de yeniden yeşermeye
Başlayınca rüzgar
Çıplağında o atın yine onlar
Koşacaklar
çocuklar
O yapraklar
O Şarabi eşkiyalar
Onlar da olmasa benim
Gayri kimim var...”


Evet, emeğin başka kimi var?..



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat