Eczacılar, eylül ayını bir yandan yok edilmelerine dayanak oluşturacak yeni liberal düzenlemelerin çalkantıları ile ve diğer yandan da, mesleki örgütlenme düzenlerinin takvim gerekliliklerini yerine getiren kongreleriyle tamamladılar. Şimdi bu mesleğin gözleri, aralık ayında yapılacak Türk Eczacıları Birliği Büyük Kongresine çevrildi. Gerçi, şapkadan bir tavşan çıkacağı yok...
Çalkantının, havada uçuşmanın bini bir para ve görünürde elde avuçta kalan ise, eczanelerin varlığının yeniden dönüştürüldüğü bir kapitalist süreçte, ilaç denilen malın vatandaş erişiminden nerdeyse tamamen gasp edilmesidir.
Eczacılık ile ilaç, eşzamanlı, haniyse birbiri yerine kullanılan bir kavramdır. İlacın görünen yüzünün, vatandaşın hastalığıyla birebir buluştuğu, yeni baştan şekillendiği yegane mekan eczanelerdir. Vatandaş, ilaca ilişkin derdini; bunun üzerinden de sağlık yaşamına ilişkin isyanını, polis korkusu olmaksızın bir tek yerde haykırabilmektedir. Orası anlaşılacağı üzere eczanelerdir; eczacılardır.
Eczaneler, eczacıya ait birikimin, bir “sermaye işletmesi” olarak konumlanırlar. Ne ki ve ilacın sahip olduğu öyle özellikler bulunmaktadır ki, bu sermaye işletmesi, kapitalist sistemden görece bağımsız bir kamusal alan gibi işlev görür. İşte bu kamusal alan rolü, sermayeye batıcı ve egemenlik altına alınması gereken bir değer alanı olarak geldiğinden, tecavüzde de sınır bulunmamaktadır.
İlaç, onsuz olunmaz bir maldır. Biri olmadı; ucuzu yada ötekini, bildiğim gibi ve kafama göre kullanayım denilemeyen bir üründür. Sırta giyilen gömlek, ayağa takılan pabuca benzemez. Hekimi önermedikçe, eczacısı seçmedikçe ya da reçeteye yazılmadıkça, hastanın ben yuttum, oldu; diyemeyeceği bir metadır.
IMS (Intercontinental Marketing Services) denilen bir kurum, dünya ilaç piyasasının ve dolayısıyla Türkiye ilaç piyasının nabzını tutar. Kim nerede, ne kadar büyüyor; ne denli küçülüyor; sektörel pazar genişliği nedir (?) gibi, yüzlerce başlık altındaki veriyi “vaziyeti umumi” raporu olarak kütüğe kaydeder.
2005 yılında, IMS bir hesap-kitap yapıp, ekonometrik analizlerle, 2010-2015’e Türkiye ilaç pazarının bir projeksiyonunu yapmış ve 12 milyar dolarlık bir pazar büyüklüğüne erişeceği tahminlerinde bulunmuştur. 2010 a erişime ay hesabı kalmıştır. 12 milyarlık Türkiye tahmini pazarı, 2008 lerde aşılmıştır. Bugün varılan nokta, 18 milyar liralık bir sektörel iç piyasaya denk düşüldüğünü göstermektedir. Yeni hesap 2015 lerde Türkiye’nin ilk 10 dev ilaç pazarından birisi olacağına işaret etmektedir. Hepsinin de raporu, kaydı bulunup, işkembe-i kübra ile alakası yoktur.
Eczacılara dönersek; üretim süreçlerindeki rolleri, başka bahse konudur. Ancak, ilacın “sosyal ürün” özelliği, halen tam tekmil sermaye boyunduruğuna girmelerini erteler görülmektedir. İşte buna karşı hamleler biter mi? Kuşkusuz bitmez...Kapitalist emperyalizm, ya yutup bitirecektir; ya da kenara süpürüp, kapı ardı çöp kılacaktır. Eczacıları ve eczaneleri bekleyen haizin son, kafaya geçirilecek don gibi böyle biçilmiş görünmektedir. Bu bağlamda, biçilenin endamı şöyle resmedilmelidir:
Devletin bir ilaç mubaya sistemi bulunmaktadır. Bu doğrudan alımların bitirildiği bir düzenlemedir. Sistemin özünde, üreticiden ve depocudan alınan ilaçlar, ihale kanunu çerçevesinde çeşitli iskonto oranları içerirken, vatandaşın eczaneden “Sosyal Güvenlik Kurumu” aracılığıyla ve reçete mukabili edindiği ilacın, devlete maliyetini düzenleyen işlemler de, “Tedavi Katılım Payının Uygulanması Hakkında Tebliğ” çerçevesinde düzenlenmektedir. Eczacı bu tebliğe göre, devlete fatura ettiği ilacın fatura toplam bedeli üzerinden de iskonto yapmaktadır. Yani, devlet, fiyatını kendi belirlediği mala, kendisi az para öderken, vatandaşına, katılım bedeli fonları içinde daha yüksek bir fiyat ödetmektedir. Bu dolaşım içinde devletin doğrudan üretici ya da depocudan satın aldığı ilaç, yüzde 20 lik bir pay oluşturuken, bu düşüldüğünde, toplam pazarın ilaç ihtiyacı ve dağıtımı, yuvarlak hesap yüzde 80 eczanelerden karşılanmaktadır. Sade hesapla, 18 milyalık bir ciro alanının, 14.4 milyarı eczane kasasından geçmektedir. Bu müthiş ve ağız suyu akıtan bir değerdir. Yani ilaç sermayesinin tam kontrolünde olamayan ve ancak, sermayenin aktörler olarak eczacılarla beraber bölüştüğü bir dönerdir; ortada bulunan.
Yuvarlak hesap, Türkiye’de 23 bin eczane bulunmaktadır. Bu da 14, 4 milyarlık toplam ciro sağlayan bir pazarın, bu sayıda eczane arasında transit geçiş hakkının bulunduğunu gösterir. Değerin eşit dağıldığını varsaysak, yaklaşık 630 bin liralık bir ciro akışının söz konusu olduğu düşünülebilir. Ama hesap böyle değildir. İlacın alışı vardır; satışı vardır. Yani, bir üretici fiyatı bulunur; birde perakende satışına yansıyan toptancı (depocu) ve eczane fiyatı, hastanın cebinden ve kamu bütçesinden çıkar. Dolayısıyla da, her basamakta kârlılık oranları değişiktir. Aslan payını üreticiler alır. Dağıtım kanalları, kısaca depocu diye anılır. Depolayarak, dağıtıklarından varlıkları hastalar tarafından bilinmez; ama onlara da vatandaş farkında olmadığı bir bedel öder. Eczane, son halkadır. Geçmişte yuvarlak hesap bir kâr oranı ile çalışan eczaneler, şimdi ilaç kutusunun üzerindeki fiyat küpüründe yazana göre kazanç sağlarlar.
2007 yılında yeniden çıkarılan “İlaç Fiyat Kararnamesi”nde şöyle bir tablo bulunmaktadır.
İlk üç sıra küpürü taşıyanlara, şimdilerde ilk üç kademe ilaçlar denilip, eczacı kârlılığı brüt yüzde 20 ye denk tutulmuştur.. Sonra ki iki sıra ise, ortalama yüzde 14 sayılmıştır. Neredeyse, bilebilmek, hesap edebilmek için iktisatçı kerameti gerekmektedir. Yani eczane payına düşen pay giderek ve giderek hep ufalır. Ama bakıldığında tümünün ortalamasında brüt eczane kârlılığı yüzde 13-15 arası oynamaktadır. Adı üstünde bu brüttür. İşletme giderleri falan çıkarıldığında, bu oran yüzde 6-8 e düşmektedir. Burada da hoşafın yağı, eczacılar için çoktan kesmiş olmakla beraber, ortada dönen toplam kârlılıkta, toplam eczane payı, 860 milyon-1.2 milyar lira arasıdır. Sermaye, işte bu payı da kendi hanesine teslim almak isteğindedir. Yapılması gereken iş, eczanelerin piyasadan ilgasına denk düşer. Buna, evvel emirde güç yetmese bile, toplu iflasa neden olacak mevzuat düzenlemeleri yapılarsa göbek daha rahat kesilecektir.
Tebliğdeki “tedavi ücretlerine hasta katılım payları” ayrı bir yazının konusu olmalıdır. Fiyat kararnamesinde yapılan değişiklikler ise, buraya not düşülmelidir. Çokuluslu ilaç tekellerinin “buluşçu firma” olarak kendilerine patentli ilaçlarına “orjinal ilaç” denmektedir. Patent süresi biten ve orjinal ilacın örneği olan ilaç ise, “eşdeğer ilaç” olarak sayılmaktadır. Tuzu kuru tekeller, orjinale ve patente sahipken, sektörün eşdeğercileri daha ucuza mal edilen ilaçları piyasaya patent sonrası sürüp pay sahibi olmaya çalışmaktadır. Kararname değişikliği bu eşdeğerlere yönelik yapılmıştır. Buna göre, eşdeğeri olmayan ilaçlar için bir referans fiyat oluşturulacak ve kamu bu fiyat üzerinden ödeme yapacaktır. Örnek olsun, orjinal bir ilaç 10 TL ise, eşdeğeri çıkana kadar, buluşçu firma bu fiyattan mal satacaktır. İlk eşdeğer çıkınca, orjinalin fiyatı 6 TL'ye inecektir; eşdeğerler ise, 3,6 TL'den işlem görecektir.
Ne var canım bunda; bak fiyat düşürülüyor, ucuzlatılıyor diye “halkçı hükümet” alkışlanabilir. Oysa sermaye zekası, küçümsenmeyecek derece gelişkindir. Bu patentçi firmanın karşısında, ucuz ilaç üreticisini, yani eşdeğerciyi havlu atıp, uğraşmaktan vaz geçirir; bitirir... Bu firmalar Türkiye’de ne mi olur? Geriye pek matah sayıda firma kalmamakla beraber, çaba sarfedenler de şapa oturup, tez elden çokuluslulara satılır. Eczane payına nasıl bir piyango düşer dersiniz! Sabah, satış fiyatı 10 TL olan ve bu matrahtan alımı yapılıp, vergilendirilmiş ilaç, akşamına orjinalde 6, eşdeğerinde 3,5'e düşünce eczaneler de top atan kavunu gibi iflas eder. Kehanette bulunmak anlamsızdır. Ama kapısı açık ve fakat iflas etmiş binlerce eczane dört bir yanda şimdiden saçılmış ve durmaktadır.
Eczane sayısında böyle bir azalmayı akıllıca tezgahlamak, halkın ilaca gereksinimi ve erişim zorunluluğu hikayesine de iyi meze olur. Çalıştırırsın meclisi; çıkarırsın yasayı ve eczacılık hizmetlerini büyük sermaye dağıtım kanallarına teslim edersin. Özetle sen sağ, ben selamet dersin. “For You” mağaza zinciri için şimdilerde tutmayan dikişi, böylece mutlu sona erdirirsin. Gidişat budur...
Bunca teknik lafa, bir de anlaşılır “The End” yazmak lazımdır...
Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasaları, sadece eşitsizlik üretir. Tanımı başka türlü yazmak olasıdır. Ama hadi anlaşılır olsun; bu eşitsiz gelişim, “sermaye birikimi” ne denk gelir. Biriken sermaye yoğunlaşır. Bu da egemenlik olarak, “zapt-ı rapt” alanlarına tahvil olur. Baktığınızda ilaç işinde bu alanlar, sektörün çokuluslu, küresel üretim ve dağıtım şirketlerinin elinde toplanmıştır. Bu kuruluşlar ne mi, yaparlar? Kapitalist sistemin gerekleri olan hegemonya stratejilerini, uygulamalarını, düzenlemelerini yürürlüğe sokarlar. Yani retorik olarak “serbestlediği öngörülen piyasaları” şirketleri, holdingleri, kartelleri, tröstleriyle çelik duvarlı bir kafesin içine sokarlar. Sektörü ve sistemi besleyen kimi piyasa ajanlarını da son tahlilde, önce ehlileştirip, sonra da egemenliklerinin bütünlük alanları içine alırlar.
Anlatılan hikaye, beş basamakta daha da yalınlaştırılmalıdır:
* Üretim ve sermayenin yoğunluğunun eriştiği yüksek bir aşama nedeniyle, tekeller iktisadi yaşamda belirleyici bir rol edinirler.
* Üretici sanayi sermayesi, işletme, kredi, faiz, karlılık gibi alanların düzenleyici kurumları olan banka sermayesi ile kaynaşırlar ve oligark bir finans yapısına dönüşürler.
* Mal ihracının yanısıra, sermaye, yatırım, teknoloji ihracı sürece eşlik eder; sistemin dinamosuna dönüşür.
* Dünya pazarı, sektörel olarak pay edilir. Kuralları ve kurumlarıyla küresel olarak kontrol edilir.
* Bu gücü ulusal ölçekte kendinde toplayan merkez ekonomiler, emperyalist güç olarak dünyayı hegemonik bölüşümleri altına alır.
Kapitalist emperyalizmin özlü macerası işte budur. İlaç-eczane sektöründe de ve bu memlekette de olan biten, işte bu filme uygun ve çok bildik bir senaryodur.