Doç.Dr.Nüket ÖRNEK BÜKEN *
Muhalif söylemin en radikal yazarlarından olan İvan İliç, eğitim, politika, tıp gibi insan hayatının en önemli alanlarının kurumlaştığını, eskiden insanların daha dolaysız olarak karşıladıkları temel gereksinimlerin, çağdaş toplumda `bilimsel olarak` üretilmiş hizmetlerin `tüketilmesine` indirgendiğini, böylece bireysel özelliklerin ve yaratıcılıkların yok edildiğini söyler.
İvan İliç, `Sağlığın Gaspı adlı kitabında; tıp kurumunun denetlenemeyen bir otorite olarak, neyin hastalık olduğunu, kimin hasta olduğunu ve hastalara ne yapmak gerektiğini belirlediğinde sağlığımız için büyük bir tehdit oluşturduğunu; bedenlerimiz üzerindeki hakkımıza tecavüz ettiğini; ilaç tüketimini teşvik ederek toplumun hastalıklı yapısını güçlendirdiğini; sağlığa bir `mühendislik modeli` olarak yaklaştığı için insanların kendi insani zaafları, incinebilirlikleri ve biriciklikleriyle, kişisel ve özerk bir biçimde başetme potansiyellerini yok ettiğini anlatır...
Böylece yaşam boyu tıbbi gözetim, yaşamı, her biri özel bir tür vasilik gerektiren riskli dönemlerden oluşan bir zincire dönüştürmektedir. Hem zengin hem de yoksul için yaşam, `çek-up`lardan ve kliniklerden geçip, başladığı yere geri dönen bir hac yolculuğu gibidir.
Yaşam daha iyi ya da daha kötü olması için kurumsal olarak planlanması ve biçimlendirilmesi gereken bir aralık olarak algılanmakta, adeta istatistiksel bir fenomene indirgenmektedir. Bu yaşam aralığı hekimin, fetusun (cenin) doğup doğmayacağına ya da nasıl ve ne zaman doğacağına karar verdiği prenatal (doğum öncesi) işlemlerle başlar ve hastaya `canlandırma uygulamayınız` (DNR order) komutuyla son bulur.
Artık insanlar, yaşamlarının her döneminde o yaşa özgü birer özürlü haline geldiler. Özellikle yaşlılar yaşlanmaya karşı yürütülen işlemlerin (anti-aging) kurbanları haline getirildiler.
Yaşlanmanın geri dönüşsüz, tüm sistemleri etkileyen ve kaçınılmaz fizyolojik bir süreç olduğu öğretilmişti bizlere.
Yaşlanma, Bacon`un 17. yüzyılda `erime, çürüme` sözleriyle dile getirdiği ve Batı toplumlarında bugün hâlâ algılandığı şekliyle bir `hastalık`, kurtulunulması gereken bir `illet` midir? Yoksa normal, dinamik, fizyolojik bir geriye doğru gelişme süreci, yaşamın doğal süreçlerinden birisi midir?
Eskiden `yaramaz` olan çocuklar şimdi tedavisi gereken `hiperaktifler`, `içedönük olan ergenler` tedavisi gereken `depresyon hastaları` oldular.
Kadınların normal yaşam döngüsündeki fizyolojik birçok süreç, izlem ve tedaviyi gerektiren patolojik süreçler (gebelik, premens dönem, menopoz) olarak değerlendirilmeye başlandı.
Toplumumuzun kimi önemli hastalıklardan kurtulması bir yana her geçen gün bir yenisiyle tanışması ve `hastalık icadı` diye adlandırılabilecek bir sosyo-ekonomik fenomenle yüz yüze kalması düşündürücüdür.
Asıl sorun tek başına tıbbın kendisinden kaynaklanmamakta, toplumsal ve ekonomik bir kaynaktan da beslenmektedir.
Sözkonusu sorun emperyalist küreselleşmenin etkisiyle toplumların tümünde yaygınlaşmakta, bu ise küresel bir sağlık krizini derinleştirmektedir. Hastalık icadının başlıca sorumlusu ve en önemli dinamiği küresel pazar ekonomisi içerisinde büyük kârlar elde eden ilaç şirketleridir. Bu şirketler kâr elde ederken `korku`ya yaslanmakta, `korkutarak para kazanmaktadırlar`. Hastalıklara karşı hassaslaştırma kampanyaları ile sözde `kişilere bilinç kazandırma` oyununu sahnelemektedirler.
Gerçekte asıl amaç yeni ilaçlar için pazar genişletmek, insanları hasta olduklarına ya da olacaklarına inandırarak para kazanmaktır. İlaç şirketleri aslında ilaçların değil, hastalıkların sponsorluğunu yürütmekte, kendi kendine iyileşme, doğanın iyileştirici gücü… gibi olasılıklar yok sayılmaktadır. Böylece `gündelik yaşamın tıplaştırılması` gerçekleşmektedir.
Günümüzün en kârlı sektörlerden birisi olan ilaç sanayi ve ilaç tekelleri kârlarını korumak ve arttırmak için yeni stratejiler geliştirmeye devam etmektedirler. Bu stratejilerin neler olduğunu bilmek ve bunlara karşı farkındalık, duyarlılık geliştirmek hekimler açısından oldukça önemlidir.
İlaç tekelleri birçok tıp kongresi ve eğitim toplantılarının doğrudan sponsoru olarak bu süreçlerin ideolojik şekillenmelerini sağlamaktadır. Dolayısıyla hekimler farkında olarak ya da olmadan endüstrinin `otoriter temsilcileri - ticari ajanları` konumuna gelmektedirler.
Hekimlerin buradaki konumu aslında `amaca araç olma` konumudur. Dolayısıyla bu stratejileri bilmek önlemler geliştirmenin ilk basamağıdır.
.
* Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Etiği
ve Tarihi Anabilim Dalı