Gülmeyen Toplum
Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Burhanettin Kaya’ya, toplumun ruh durumunu sorduk:
- Türkiye hüzünle uyanıp hüzünle yatağa giren bir ülke konumunda yıllardır. Terörle, çevresindeki savaşlarla, içteki siyasi mücadelelerle. Karamsar bir ülke özetle. İnsanlarımızı bu ortam nasıl bir benliğe itiyor?
- Türkiye tarihi bir travmalar tarihi. Maraş olayları, 1977’nin 1 Mayısı, faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, idamlar, Gazi Mahallesi olayları, art arda sıralayacağımız onlarcası. Bir travmanın zihnimizde işlenmemesi, bir bilgi işleme sürecinden geçmemesi ona anlam verememeye, anlamlandıramamaya yol açıyor. İnsanın benliğindeki etkisi aslında belleğindeki bu tamamlanmamışlıkla ilintili… Bu tamamlanmamışlık, anlamlandıramama, olanları benimseyememe, asimile edememe anlamına geliyor. Ve bu böyle kaldıkça travma yeni travmalar üretecek biçimde yineleniyor. Ta ki bu hesaplaşma, bu anlamlandırma süreci nihayete erene dek. Bu travmanın katmerleşmesi, şiddet sarmalının giderek genişlemesiyle sonuçlanıyor. Acı dinmiyor. Yas tamamlanmıyor. Sorular yanıtsız kalıyor. Örselenmiş bir benlik oluşuyor. Kendine ve yaşama yabancılaşan. İnsana yabancılaşan. Bir diğer yandan da bu hesabı soranların, sorulara yanıt arayanların insanca savaşı sürüyor…
- Biz dirençli miyiz, bu denli acıya dayanıklı mıyız?
- Direnç göreli bir kavram. Bunca yaşanan şiddet ve büyüyen acıya karşı duyduğumuz kayıtsızlık bir direnç göstergesi değil aslında. Bir duyarsızlık göstergesi. Direnç iki anlamda önemli. Yaşanan olaylardan etkilenmemek ya da en az etkilenmek. Bu biraz hazırlıklı olma ile ilgili. İşkence mağdurlarıyla yapılan çalışmalar daha ağır ve çeşitli işkencelere maruz kalmalarına rağmen politik kimliği olan bireyleri daha az ruhsal bozukluk sergilemeleri, yani ruhsal bozukluklara daha dirençli olmaları hazırlıklı olma ile açıklanmıştır. Önceden bu tür yaşam deneyimleri ile karşılaşacağını bilme ve kendini buna hazırlamak. Bu bireylerde eğer yaşanan örseleyici yaşam deneyimlerine bağlı bir ruhsal bozukluk ortaya çıkarsa da belirtiler daha çok süreğenleşmekte ve yaşamını daha derinden etkilemektedir. Bu da daha çok bireyin gelecek umudunu ve kendine olan inancını yitirmesiyle koşut olarak ortaya çıkıyor.
Diğeri ise değişime, olumlu yöndeki süreçlere karşı direnç. Bu bağışık kılmaktan çok örselenmeye yatkınlığı yaratıyor. Bizim ülkemizde direnci her iki boyutla da görebiliriz.
Her ülkede acıya dayanıklı ya da duyarlı insanlar, gruplar vardır. Dayanabildikleri acılarda değişiklilik gösteren insanlar. Hep soruyorlar: Bunca şey yaşanmasına, ülkedeki şiddet, yoksulluk, işsizlik, ekonomik kayıplar, umutsuzluk, gelecek güvencesinin olmayışı gibi değişkenlerin şiddeti birçok ülkeden yüksek olmasına rağmen neden toplumsal patlama yok? İki şey düşünüyorum. Dinsel kültürün etkisiyle toplumda yaygın olarak gözlenen iki refleks var. Birisi “şükretme” biçiminde kendini gösteren kabullenicilik ve boyun eğicilik. Araştırmalar özellikle annenin eğitim düzeyinin düşüklüğünün aile içinde boyun eğici davranış gelişimini kolaylaştırdığını gösteriyor. Karşı durma, mücadele etme yönünde bir refleks eksikliği çok yaygın bir tutum izlenimi veriyor. Diğeri ise eşitsizlik, adaletsizlik ve kayırmacılık konusundaki kabullenme… Bunun normalize edilmesi, adil bir dünya inancındaki kayıp bireyleri giderek yararcılığa yönlendiriyor ve bir yandan boyun eğiciliği pekiştiriyor. Acıya dayanıklılık belki de bunun sonucu. Toplumsal ve ekonomik yapının uzantısı olan eşitsizlikte dezavantajlı kesimler için elverişsiz ortam yaratıyor.
- İnsan, insanca ve geleceğe gülümseyerek bakabilmek için bu ortamdan tam olarak sıyrılamayacağına göre, içte ve çevresinde nasıl önlemler geliştirmeli?
- Geleceğe umutlu bakabilmenin yolu bugünü doğru anlamak. Toplumsal dayanışmanın, bireyciliği etkisiz kılan bir bireyleşmenin, yetkinleşmenin, yetkinliği paylaşmanın, sürekli etkin olmanın, etkinliğini paylaşmanın, örgütlenmenin, toplumsallaşma olanaklarını artmanın, bunu hep talep etmenin, hak aramanın bir cesaret değil doğal insani bir öz olarak kabul etmenin, insanın bu zor ve elverişsiz koşullarda, yaşamın daha da kötüye doğru evrildiği bu dönemde bizleri daha güçlü, daha umutlu kılacağına inanıyorum.
Sürekli kendiyle uğraşan ve iç barışı bozulmuş birinin kendine verdiği zarar dışarıya verdiğinden daha fazladır. Bunu aşmanın, iç barışı yeniden oluşturmanın ilk koşulu içgörü kazanmak. İçgörü aslında yaşananlarda kendi sorumluluğunun sınırlarını bilmek ve bunu içine sindirmek demek. Nereye kadar kendisi nereye kadar başka etkenler… Çevremizde olup bitenlere daha esnek, daha gerçekçi ve daha olumlu pencereden bakabilir, düşünce tarzlarımızı bu yönde değiştirebilirsek daha umutlu olabiliyoruz. Yaşanılan stresle uygun başa çıkma yolları bulabilmek insanı daha dirençli kılar. Stresle başa çıkarken ya stres etkenlerini katlanılır hale getiririz, ya da duygusal tepkilerimizi düzenlemeye, biçimlemeye çalışırız. Bunların hepsi dünyayı nasıl algıladığımız ve değerlendirdiğimizle ilişkili...
Sonuca gelince... Doç. Dr. Burhanettin Kaya, durumumuzu kendi ruh durumu ile özetledi:
“Karamsarım. Ama asla umutsuz değilim.”