Bu böyle gitmez, gidemez...

"Sen mi kurtaracaksın?"...

"Böyle gelmiş böyle gider, sen mi değiştireceksin?"...
"Sana ne?"...
"Kendini düşünmüyorsan çocuklarını, aileni, dostlarını düşün..."
"Niyazi olursun, Niyazi...Mezarlıklar senin gibi adamlarla dolu..."
"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın"...alçaklığının övüldüğü... çalışmanın, üretmenin, yaratmanın, gerekirse feda etmenin değersizleştirildiği bir süreç...
Bireyin hiç, toplumun gereksiz, milletin yük, devletin bela, ülkenin cefa olarak algılatıldığı bir düzen...
Toplumun bütün bireyleri bencillik ve çıkar üzerine kurulu bir eğitim sisteminin akıl almaz çarkları arasında tek tek yokediliyorlar.
Dillerindeki Allah, ellerindeki banka hesap numarası...
Cumhuriyet, yolunacak kaz...
Siyaset, toplumu uyutma aracı...
Bizi biz yapan ve bizi ayakta tutacak olan ne varsa gevşetiliyor...
Türkiye Cumhuriyet'i kimsenin hiç bir şey yapmasına gerek kalmadan, bütün somunları ve vidaları gevşetilmiş bir makina gibi, göz göre göre dağılmaya doğru gidiyor. Bunu tasarlıyor, planlıyor, bunun için çabalıyorlar...
"Ne olmuş yani eskiden de böyle değil miydi?"
"Adam sende... boşver arkadaş, bulunur birileri, hengisi farklı ki?"
Herkesi küçülten, büyümesine izin vermeyen bir düzenin içindeyiz.Kendi küçük, küçücük dünyasına hapsolunan, büzüştüğü kabuğunda, sessiz sedasız yaşamayı hüner sayan bir toplum haline geldik. Bir de küçücük kıpırdansa, kendi büzüştüğü kabuğuyla kavga etmeye kalksa, arsızca o küçük adama her gün herkes bağırıyor:
"Sen mi kurtaracaksın?..."
Bu tür sorular ve baskılarla günlük hayatın ve gelecek planmasının dışına atılan insanlar, gerçek olmayan ve adını bile başkalarının koyup tarif ettikleri düzenin "istikrar" ve "mutluluk" dediği o büyük boşluğu, yaşam biçimi olarak benimsetiyorlar. Bu yaşamamanın bir biçimi oysa.
Gözyaşıyla soslanmış, cehaletle servis edilen, sözde büyük kabadayılıkların, deli yüreklerin, kurtlar vadisinin o kofti ,alçak, yalaka, yavşak duygu sömürüsüne dayanan cicili duygusallıkların sınırladığı insanlar olmamızı istiyorlar.
Doğrularımızı bizden çok söyleyip, kavramlarımızın ,yaşam istiklerimizin içini boşaltıp, bir kurt gibi içimizi kemiriyor, bununla besleniyorlar.
Oysa söylediklerinin hepsi yalan...
Kendileri bile kendilerine olan inançlarını yitirdiler. Yalancılar...
Aslında yaşam dedikleri o boşluğun yarattığı mutsuzluk gölgeleriyle bizi boğuşturup duruyorlar...
Yokoluşumuzu , tükenişimizi izliyorlar...
Başaracaklar mı?
- Nasılsın?
- Yaşıyoruz işte...
Aslında söyleyecek ne de çok şeyi vardır o sıkıştırılmış insanın, Ne çok...Şöyle doyasıya bir konuşsa, elini bir kaldırsa, bağırsa ,yüksek sesle anlatsa,öfkesini karşısındakinin yüzüne yüzüne dile getirse...Çocuklarına, ailesine, dostlarına, halkına sahip çıkma isteğini anlatsa nasıl da rahatlayacak. Nasıl da kendine gelecek.O zaman kendisine takılan kod adından da kurtulup kendi kimliğine kavuşacak.Kimse ona "Sessiz çoğunluk", " Sürü" diyemeyecek...
İçinden bağırıp durduğu o sloganı haykırsa:
- " Susma sustukça sıra sana gelecek..."
Susmasa konuşsa , elleriyle boğduğu kendi kişiliğini, aklını, duygularını bir kurtarsa...
Susmak, konuşmamak, yasalara, kurallara uymak...Bugün toplumun üstlendiği görev, bireyin yaptığı iş,bu...Verilen görev bu. Hayat boyu sürecek bir görev...Bu kendini imha görevi.
Bu hepimizi saran, boğan görevler silsilesini ve yaşam biçimini kim dayatıyor?
"Katiller demokrasisi, hırsızlar düzeni..."
Figüranları, yöneticileri hep değişen ama özü asla değişmeyen bu sistem, korkunun krallarıyla bizi sindiriyor, ortakları yoluyla sömürüyor, katilleriyle öldürüyor...

 

..........

Kaynak--Kanaltürk



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat