BİRİNCİ BÖLGELERARASI TOPLANTI AÇILIŞ KONUŞMASI
 

37 İNCİ DÖNEM BİRİNCİ BÖLGELERARASI TOPLANTI
10-13 HAZİRAN 2010 – BALIKESİR
TEB MERKEZ HEYETİ BAŞKANI ECZ. ERDOĞAN ÇOLAK’IN AÇILIŞ KONUŞMASI

Balıkesir Eczacı Odası’nın Değerli Başkan ve Yöneticileri,
Bölge Eczacı Odalarımızın Değerli Başkan ve Yöneticileri,
Değerli Meslektaşlarım,
Sevgili Basın Emekçileri,
Saygıdeğer Konuklar,
37inci Dönem Birinci Bölgelerarası Toplantısı’nı açıyorum.
Sözlerime başlamadan önce, bizleri bölgesinde ağırlayan Balıkesir Eczacı Odası’na teşekkür ediyorum. Bu tarihi ve güzel kentte sizlerle yeniden bir araya gelmekten dolayı ayrıca mutlu olduğumu ifade etmek isterim.

Değerli Meslektaşlarım,
Yan yana, yüz yüze geldiğimiz bu toplantılar yalnızca örgütümüzün demokratik ve katılımcı temelini güçlendirmiyor. Aynı zamanda geleceğe yönelik olarak da bize bir yol haritası çiziyor. Bir Çin atasözü şöyle der: “Her problemin üç farklı çözümü vardır; benim çözümüm, senin çözümün ve gerçek çözüm.” Burada, önümüzdeki birkaç gün dünyamızın, ülkemizin, mesleğimizin sorunlarını konuşacağız. Sağlık çalışanları olarak temel perspektifimiz, bizimle birlikte tüm ülkelerin yurttaşlarının, insanlığın rahat, huzur, güven ve barış içinde yaşamasıdır. Eczacılar olaraksa geçtiğimiz beş yıllık dönemde ortaya çıkan mesleki sorunlarımızın çözüme kavuşması, hasta odaklı bir eczacılık hizmeti için gerekli altyapının güçlendirilmesidir. Bizlerin farklı çözüm önerilerimiz olabilir, olacaktır da. Ve elbette yalnızca sorunlarımızı değil projelerimizi, ideallerimizi, somut çözüm önerilerimizi de burada, bu kürsülerde birbirimizle paylaşacağız. Kişiselliklerden arındırılabilmiş yani politize edilmiş her eleştiri, her fikir, bizler için değerlidir ve elbette bu toplantıların, bu yan yana gelişlerin temel amacı da bugün ve gelecek için ortak akıla dayalı pozitif siyaset üretmektir. Biz bu pozitif siyaseti ortak akılla ve hep beraber örmek için buradayız.

Değerli Meslektaşlarım,
İçinde yaşadığımız dünyada, savaşın, şiddetin olmadığı bir gün bile geçmiyor. Ülkemiz ve derken bölgemiz, ne yazık ki kanla ve cinnetle dolu. İnsanlık, insanı insan yapan bazı değerlerini; vicdanı, ayrımcılığa karşı olmayı, evrensel hümanizmi unuttuğu sürece, bu tablo ne yazık ki devam edecek. Bölgelerarası toplantımıza hazırlanırken bir sabah uyandığımızda İsrail’in, içinde Türk bandrollü gemilerin de bulunduğu Filistin’e yardım kafilesine saldırdığını, birçok insanın öldürüldüğünü ya da yaralandığını üzüntüyle öğrendik. Bizler, her şeyden önce sağlık personeli olarak insanlık dışı bu eylemi büyük bir şiddetle kınıyoruz. Bölgede gittikçe yalnız kalan, yalnız kaldıkça saldırganlaşan bir İsrail hükümeti ile yaşamak istemiyoruz. Özgürlük Filosu’na yapılan saldırı; tam da filonun protesto edip, meydan okuma niyeti taşıdığı Gazze ablukasının mantıksal bir uzantısıdır. İsrail’inki hariç olmak kaydıyla, dünya üzerinde bu ablukanın sürdürülüyor olmasını savunabilecek tek bir hükümet bulabilmek oldukça zordur. Yine de, ne yazık ki dünya üzerinde söz konusu ablukayı ortadan kaldırmak için bir tek parmağını kaldıracak herhangi bir hükümet yetkilisi bulabilmek de zordur.
Gazze ablukası sivillerden oluşan bir nüfusun, yasadışı bir biçimde ve toplu olarak cezalandırılması örneğidir. Bugün Gazze’de kitlesel bir açlık sorunu yok; ama kitlesel çapta yetersiz beslenme sorunu var. Bugün abluka onbinlerce çocuğun travmatizasyonuna; Gazzeli 1,5 milyon insanın yüzde 80’inin yardıma muhtaç bir biçimde yaşamaya zorlanmasına; insanların, İsrail saldırıları sonucu tahrip edilmiş evlerinde yaşamak zorunda bırakılmasına; acilen tıbbi müdahalede bulunulması gereken 28 Filistinli hastanın ölümüne yol açmıştır. Bizler, İsrail, Filistin ve tüm bölge halklarının barış içinde, kardeşçe yaşadığı savaşsız bir dünya istiyoruz. Bu dünyanın hayalden gerçeğe dönüşmesi için bu tip olaylara sessiz kalmamak, ama insanlık dışı eylemlere başka insanlık dışı eylemlerle de yanıt vermemek durumundayız. İsrail’i insanlığa çağırmalıyız. İnsanlık dışı her eyleme karşı insanlığın değerleri ile yanıt vermek zorundayız. Barışla, yaşama hakkıyla, sağlık hakkıyla…  Buradan bir kez daha saldırıda ölenlere rahmet, ailelerine başsağlığı diliyoruz. Filistin’de ve Ortadoğu’da akan kanı durdurmak için sağlık çalışanları olarak elimizden geleni yapacağımızı ilan ediyoruz.
Bizler, nereden, kimden gelirse gelsin, savaşın, şiddetin, terörün her türlüsüne karşıyız. Karşı olmak zorundayız.

Değerli Meslektaşlarım,
Artan şiddetin en temel nedenlerinden birisinin, içinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz olduğunu düşünüyorum. Kriz dünyayı ve başta Avrupa’yı beklenenden çok daha derinden sarstı. Avro bölgesinin kaderini etkileyecek gibi gözüküyor. Şu günlerde Avro bölgesine devam edip etmemeye ilişkin hararetli bir tartışma sürdürülüyor. İspanya ve Portekiz de büyük ihtimalle Yunanistan’ın kaderini paylaşacak. Bu iki ülkede de kriz kapıyı çalmış durumda. Yunanistan’daki büyük yıkım ve bu yıkımın arkasından gelen ekonomik tedbirler, krizin toplumsal sonuçları hakkında da herkese ders olması gereken ipuçları verdi. Şiddetli bir işten atma dalgasından sonra, şimdi Avrupa’da krizin odağını kamu sektörüne ve sosyal refah devletine yapılan saldırılar oluşturuyor. Devletin müdahalesi sonucu kurtarılan birçok finansal piyasa şimdi hükümet borçlanmasındaki artışa karşı silahlanmış durumda. Şirketler kamu harcamalarında büyük kesintilere gidilmesini istiyorlar. Bu girişim; krizin bedelini ona neden olanların omuzlarından alıp, bu yükü çalışanlara yüklemeye çalışan bir saldırı.
Krizden çıkış paketleri sadece kamu sektöründe çalışanları değil, eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerinden yararlananları da hedef alıyor. Esnek çalışma ve kamu sektöründe "reform" talepleri kriz yüzünden gözden düşmüş neo-liberalizmin, tüm bunlara rağmen siyasette egemen olduğunu gösteriyor.
Sonuç olarak devletler ekonomik krize koruma kalkanlarını kaldırarak, yani korumacılık ve esnekliği kurallaştırarak yanıt veriyorlar. Bu da ne yazık ki halen neoliberalizmin meşruluğunu, tek seçenek olarak görülme özelliğini koruduğunu gösteriyor. İnsanlık için neoliberalizm sosyal devlet, sosyal adalet gibi uygulamalarla yer değiştirmediği sürece, krizin bedelini bizler ödemeye devam edeceğiz.
Küresel kriz bizlerin de yaşam koşullarını daha da zorlaştırmış durumda. İçinde yaşadığımız sistem bu şok karşısında kendisini yeniden yapılandırmaya çalışıyor. Bunun nasıl sonuçlanacağı bu süreçte hangi toplumsal aktörlerin daha etkin olduğuna göre değişecek. Bizler toplumsal yarardan, adalet ve eşitlikten yana olan aktörlerin son otuz yıldır susturulmuş sesinin bu süreçte daha fazla çıkmasını diliyoruz.  
Bu büyük yapısal değişiklikler, kamunun harcamalarını kısması, doğrudan sağlık alanında hem çalışanları hem de hizmetten yararlananları etkiliyor. Geçtiğimiz günlerde Yunanistan’da olduğu gibi bazı ilaçların piyasadan çekilmesi, sağlıkçıların elini kolunu bağlarken hastaları da çaresiz bırakıyor. Dikkat etmemiz gereken nokta şu: Bu manzaralar bize uzak değil. Tüm dünya ülkeleri şu anda oldukça yükseğe asılmış bir ipin üzerinde cambazlık yapmaya çalışıyor. Cambazlıkta ne kadar usta olduğunuz o ipin üzerinde biraz daha uzun kalmanızı sağlayabilir, evet. Ama sert esen rüzgârı da hesaba katmak zorundasınız. Yani avantajlarınız sizi kurtarmaya yetmeyebilir ve bir anda kendinizi gökyüzünden yere çakılmış bulabilirsiniz. Bu dünyada son 70 yıldır en güçlü ekonomi olan ABD ekonomisi yere çakılmaktan son anda kurtulduysa, kimse kendine kurtulmuş gözüyle bakamaz artık.  

Değerli Meslektaşlarım,
Türkiye’de ekonomik sorunların, açlık, işsizlik, yoksulluk, sağlığa erişememe sorunlarının unutulup, sosyal devletin unutulup, Anayasa değişikliğine ve enflasyon oranlarına kilitlenildiği bir yaklaşım egemen durumda.
Evet, 12 Eylül Anayasası tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkmalıdır. Bu ülkenin gençliğine, geleceğine el uzatanlar yargılanmalıdır. Sivil toplum örgütleri üzerindeki, düşünme ve düşündüğünü ifade etme özgürlüğü, basın özgürlüğü, siyasi parti kurma ve üye olma özgürlüğü, sendikal özgürlükler, insana ve onun onuruna ait ne varsa, kendini gerçekleştirmesi için ne gerekiyorsa, ona ait olan her şey, bizim toplum sözleşmemizin, yani Anayasamızın kapsamında yer almalıdır. Oysa bugün Meclis’ten geçen Anayasa değişikliği, ne yazık ki bireylerin haklarını genişletmek mantığı üzerine kurulmamıştır. Biz, özgürlüğe bizi yakınlaştıran her şeyi desteklemeliyiz. Çünkü özgürlük bize yakışır, insanlığa yakışır. Ama hangi iktidar olursa olsun, kim olursa olsun iktidarın hakkını genişletmek, toplumun hakkını kısıtlamak anlamına gelecektir.
Bugün liberalizm, kendi meşruiyetini “özgürlük” kelimesinin çarpıtılmasından almaktadır. Oysa özgürlük, tek başına büyük bir anlam ifade etmez. Haklarınızı kullanabilmeniz de gerekir. Örneğin seyahat etme özgürlüğü Anayasa ile güvence altına alınmış olsun. Seyahat edecek paranız yok ama özgürlüğünüz var! Dernek kurma özgürlüğünüz var ama bazılarının daha fazla var. Basın özgürlüğü var ama para cezalarını karşılayabilecek bütçeniz varsa. Herkesin yerleşme özgürlüğü var ama bazılarının sizden farklı olarak 4/B arazilerine yerleşme özgürlüğü var. İşte tam bu noktada, “kullanamadığımız özgürlük bize lazım değil”, demek gerekiyor. Biz hem özgürlük, hem de bu özgürlüğümüzü gerçekleştirebileceğimiz bir eşitlik istemek durumundayız.
Sosyal devletin “Eşitlik” kavramının karşısına liberalizmin “özgürlük” kavramıyla çıkanlar, “söylem siyasetinden” öte bir şey yapmıyor. O söylem siyaseti de insanların hayatını değiştirmeye, etkilemeye, güzelleştirmeye yetmiyor.
İşsizliğin yüzde 20’lerin üzerine çıktığı ülkemizde, nüfusun yarısından fazlası yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Güvenceler azaltılıyor, iş yaşamı esnekleştiriliyor, kıdem tazminatlarına el konuluyor, vergiler, dolaylı vergiler artırılıyor, birinci basamak sağlık hizmetleri dahil olmak üzere, muayene ücreti, katılım payı, ilaç fiyat farkı derken, ilaç bedellerinin yarısı hastanın cebinden çıkıyor, eğitimde bağış yapmayanı sınava almayan korkunç bir paralılaştırma furyası ilerliyor. Bütün bunların arasında toplumsal kesimlere vaat edilen işsizliğin azaltılması değil, yoksulluğun azaltılması değil: Enflasyonun azaltılması. Arkadaşlar enflasyon nedir? “Genel fiyat düzeyindeki artış”. Evet, genel fiyat düzeyindeki artış azalıyor. Niye? Çünkü artık kimsede alacak para kalmadı. Çünkü bir ürünün fiyatını belirleyen en temel unsur ona yönelik arzdır. Arz yoksa fiyat düşer. Demek istediğim o ki, enflasyon gelişmekte olan ülkenin problemidir. Krizde enflasyon zaten beklenmez. Çünkü alım gücü düşer.
Bugün sosyal güvenlik bütçe açıkları 31 milyar TL.  Evet, çok fazla. Ekonomik daralma nedeniyle gelirlerde meydana gelen düşüş ise 40,1 milyar TL. Peki, faiz ödemeleri ne kadar? 56 milyar TL. Burada bir sorun yok mu? Burada bir sorun var. Bu sorunun temelinde ülkemizdeki üretim ve istihdam yaratma kapasitesinin sınırlılığı ve finans piyasaları üzerine kurulmaya çalışılan mali sistem bulunuyor. Sosyal güvenliğe hazineden aktarılan para kara delik olarak görülüyor. Peki bunun neredeyse iki katı olan faize aktarılan para ne? Ben söyleyeyim, o, piyasanın amentüsü.
Ekonomik büyüme döneminde Avrupa ülkeleri, artık piyasanın kendi kendini düzenlediğine, devletin yapması gereken işlevi yerine getirdiğine, bundan sonrasının demokratik haklarla ilgili olduğuna, yani eşitlik sağlandığına göre sıranın özgürlükte olduğuna inanıyorlardı, ya da inanmış gibi yapıyorlardı. Oysa görüldü ki, piyasa bırakın kendi kendini düzenlemeyi, en temel yapıtaşları olan bankalarını kurtarmak için bile devlet müdahalesine ihtiyaç duyuyor.
İşte şimdi başa döndük. Demek ki tarihin sonu değilmiş. Şimdi karşı karşıya kaldığımız seçenek çok daha korkunç. Dünyanın sonunu tartışıyoruz. Bir anda ekolojik yıkım ve felaketler çağına girdik. İnsanlık adeta kendi sonunu hazırlıyor. İklim değişikliğini durdurmak için kimse bir şey yapmıyor. Bunun yerine, dereler, sular, orman arazileri, kamu arazileri satılıyor. İklim değişikliği hızlandırılıyor ve insanlık kendi elleriyle kendi sonunu hazırlıyor. BP Meksika körfezini petrole buladı. Seller, çığlar, volkanlar, binlerce dönüm arazinin bir anda kül oluşu… Bunların hemen hemen tamamı insanlığın son yüz yılda ektiğinin bedeli. Bunlar insan eliyle yaratılmış fırtınalar. Bunu geri döndürecek, bu ekolojik yıkımı geri döndürecek herhangi bir politik irade ile de karşı karşıya değiliz.

Değerli Meslektaşlarım,

Ülkeler krizden kurtulmak için önlemler alıyor. Bu önlemlerin tamamı vatandaşların olmayan yastık altı paralarını dışarı çıkartmaya ya da onları işsizlikle, açlıkla terbiye etmeye yönelik. Türkiye henüz o kadar sarsılmadıysa da alınan önlemlerin mantığı aynı. Bir yanda tüm nüfusu şemsiye altına almak, diğer yanda tamamlayıcı sigorta ve cepten ödemeleri artırarak sağlık bütçesini azaltmak. Genel sağlık Sigorta sistemi, tüm nüfusa sağlık güvencesi sağlayacağı için bizim tarafımızdan da takdirle karşılandı. Elbette eleştirilerimizle birlikte. Ancak gelinen noktada, sağlık harcamalarının azaltılması gerekçesiyle, genel sağlık sigortasının bir temel sigorta paketine dönüştürülmesi, ancak bazı temel hastalıkların sigortalanması, geri kalan tedaviler için tamamlayıcı sigortaların gündeme gelmesi söz konusu. Hastalar için büyük tehlikesinin yanı sıra, bunun eczacılık mesleğine de ciddi yansımaları olacak. Tek kurumun dezavantajları ile birlikte avantajları da mevcuttu. Ödeme süresi, tek standart gibi… Tamamlayıcı sigorta sistemlerinin devreye girmesiyle birlikte, yeniden çok sayıda kurumla anlaşma yapmak, yeniden kuralsızlık, yeniden deontolojik bozulma gündemimize girebilir. Bu konuda şimdiden düşünmeye ve çalışmaya başlamalıyız. Çünkü bütün bunlar, sadece vatandaşın sağlık hakkını elinden almıyor, aynı zamanda mesleğimizi de sermayenin müdahalesine karşı kırılgan hale getiriyor.
Bu noktada, bizler önümüze başta hasta hakları dernekleri olmak üzere, sivil toplumun içinde daha fazla çalışmayı koymalıyız. Biz eczacıların hastalarla aynı kaderi paylaştığımızı anlatmamız gerekiyor. Tüm sağlık çalışanlarının hasta hakları konusuna çok daha yakından eğilmesinin zamanı geldi de geçiyor bile. Sivilleşme, demokratikleşme, eşitlik, özgürlükle birlikte temel savunularımızdan birisi olmalı.
Öte taraftan, tamamlayıcı sigortaya karşı bilimin araçları ile de mücadele etmeliyiz. Bunların başında ise farmakoekonomi geliyor. Önümüzdeki dönem, farmakoekonominin vazgeçilmez biçimde hayatımıza girmesini gerektiriyor. Eczacı meslek örgütleri, bununla ilgili de önüne sistemli bir çalışma planı koymak zorunda. Önümüzdeki dönemde bunu hep beraber yapmalıyız.  
Bir diğer mesele şu: dünyada ilaç fiyatları düşüyor. Son olarak bir iki gün önce referans ülkelerimizden biri olan İtalya’da fiyatlar düşürüldü. Bunun da bir yansıması olacak.

 

Değerli Meslektaşlarım,
Sermayenin müdahalesine karşı kırılganlığı artıracak en önemli unsur, kuşkusuz karşındakinin gücünü yok etmek, parçalamaktır. Ne yazık ki, sivil toplumla birlikte çalışma vaadi ile iktidara gelen hükümet, bir süre sonra sivil toplum örgütlerine aynı yaklaşımı göstermemeye başladı. Sivil toplum örgütlerine yönelik suçlayıcı, dışlayıcı tutumlardan kimse yarar sağlamaz. Bizim yapmamız gereken, kendi sivil toplumumuza sahip çıkmak, onun gelişmesi için önlemler almaktır. Oysa bugün tam tersi bir durum söz konusudur. Bugün başta devlet denetleme kurulu raporu olmak üzere sağlık meslek birliklerine yönelik ciddi müdahaleler de gündemdedir. Çünkü ekonomik ve demokratik hak arama örgütleri, yapılmaya çalışılan esnekleştirme müdahalesine karşı en temel engellerden bir tanesini oluşturmaktadır.
Buna karşı bizim sosyal devlet talebini çok daha güçlü bir biçimde öne sürmemiz gerekiyor. Biz, eşitlik olmadan özgürlük olmayacağına inanan insanlar olarak, herkesin eşit ve sağlıklı yaşam hakkını, herkesin eşit birer birey olarak doğduğu ve hayatını sürdürdüğü bir yaşam hakkını savunmak durumundayız. Devlet, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik alanından çekilemez. Sosyal devlet nedir? Devletin sosyal barışı ve sosyal adaleti sağlamak amacıyla sosyal ve ekonomik hayata aktif müdahalesini gerekli ve meşru gören bir anlayıştır. Bugün bunun karşısında Rekabet Kurumu var. Geçenlerde bize bir mektup göndermiş, devletin rekabete aykırı uygulamaları olduğunu düşünüyorsanız, bize bildirin diyor. Devlet, rekabete değil eşitliğe dayalı bir toplumsal sözleşmedir arkadaşlar. Devlet sosyal güvenliği, sağlığı, eğitimi kişilerin kendi problemi olarak göremez. Sosyal hukuk devleti, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği yani sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlet demektir. Devlet dediğin kurumun bütçesi zaten büyük oranda vergilerden oluşur. Şimdi bu vergiler büyük sermayeyi geliştirmek, yeni sermaye kesimleri yaratmak için harcanırken, bu vergileri ödeyen dar gelirli insanların ilaç bile alamayacak duruma gelmiş olması, vicdanla, eşitlikle açıklanamaz.
Bizler örgütlü kesimler, demokrasinin güvenceleri, sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri olarak bunları söylediğimiz için “ideolojik” olarak sınıflandırıldığımız bir dönemi hep beraber daha bir süre yaşamaya devam edeceğiz. Eczacı meslek örgütü ideolojik değildir. Her kesimden, her görüşten, her gruptan insan bizim içimizde vardır. Hatta bizim içimizde sınıflar da vardır. Bizim örgütümüz Türkiye’nin küçük bir yansıması gibidir. Ortak paydamız eczacı olmaktır. Ancak bu ortak payda bir başkasını daha beraberinde getirir: o da sağlıklı yaşam hakkına dair inancımız ve çabamız. Bu inanç ve çaba, bizi ideolojik olarak sınıflandırmaya yetmez. Ya da şöyle diyelim, bu inanç ve çaba ideolojik bulunuyorsa, bunun karşısına konulan sermayenin pervasız egemenliği, esas ideolojik olandır.
Burada sorun, sorunu doğru okumaktır. Sorunu doğru okuduğumuz sürece, yanıtı da doğru ve daha da önemlisi hep beraber verebiliriz. O yanıt, mutlaka “kenetlenmek”, birleşmek, bütünleşmek, bir olmak, paylaşmak olmak zorundadır.

Türk Eczacıları Birliği, üyelerinin tamamı ile kenetlenmeyi başaran ender örgütlerden bir tanesidir. Birbirimizi her zaman eleştirebiliriz ama Türkiye’deki bütün meslek örgütlerinin gıpta ile baktığı, bizim de temsil etmekten onur duyduğumuz kenetlenmiş bir eczacı kitlesi, bu örgütün en büyük başarısıdır. Türkiye’de tekel eyleminin yarattığı artçı sarsıntıyı saymazsak, 21 Aralık 2009’dan beri ayakta olan, hala da ayakta olan bir meslek grubu söz konusudur: O da eczacılardır.

Değerli Meslektaşlarım,
Biz 21 Aralık ile başlayan süreci bir uzun dalga olarak değerlendiriyoruz. Elbette bu dalganın kendi içinde inişli çıkışlı olması beklenmelidir, öyle de olmaktadır. Ancak 4 Aralık, bu dalganın yükseldiği anlardan bir tanesidir. Eczacıların birbirine kenetlendiği anlardan bir tanesidir.
Bu eyleme yönelik iki temel eleştiri oldu: Birincisi, son kozun önce oynandığı, ikincisi eylemin demokratik karar alma mekanizmaları işletilmeden kararlaştırıldığı idi. Bu her iki eleştiriye de bizler çeşitli zeminlerde yanıt vermeye çalıştık. Bugün burada yeniden ifade etme ihtiyacı duyuyorum: 4 Aralık eylemi, zaten içinde bulunduğumuz eylemlilik sürecinin bir noktasıydı. Bu süre içinde çok çeşitli toplantılar yapmış ve tüm olasılıkları hep beraber değerlendirmiştik. Bizler sürmekte olan bir eyleme bir elbise giydirdik o gün. Ve herhalde hepimizin ortak düşündüğü bir şey var: O da mutlaka bir eylemlilik ortaya koyma gerekliliği idi. Bu iradenin hepimizde, tüm eczacı kitlesinde olduğunu o gün zaten gördük. Antidemokratik, ihtiyaca yanıt vermeyen bir eylemin bazı milletvekilleri hariç, tam katılımla gerçekleşmesi başka nasıl mümkün olabilirdi ki?
Evet, 5 Aralık günü eczacılar deyim yerindeyse, “eylem yorgunu” olmuştur. Ama unutmamamız gereken bunun bir “uyarı eylemi” olduğudur. Arkasından gelen süreçte Büyük Kongremiz her türlü olasılığı değerlendirmiş, ancak sözleşme feshinin bir tercih olmayacağını ifade etmişti hatırlarsınız. 16 Aralık’ta SGK’nın fesih kararı karşısında da bu örgüt bütün gücüyle durmuş, kararın uygulanmasına saatler kala SGK bir tane bile eczacı ile sözleşme yapamamıştır.
Çeşitli açılımlardan sonra bu kez de “baskı ve sindirme açılımı” başlığı altında, en yetkili ağızdan yapılan “market açılımı” bizi korkutmamış, SGK tarafından yapılan “bedava, yorulmadan sözleşme açılımı” tek bir eczacıyı düşündürmeye bile yetmemiştir. Ancak bu süreçte yaptığımız iki başkanlar danışma kurulu toplantısında dava açmayacağımız yönünde karar almamıza rağmen, İstanbul Eczacı Odamızın açtığı dava ile bu tehditlerle yüzleşmek bir başka bahara ertelenmiş oldu. Bir kez daha söylüyorum; bu karar, içerik olarak bizleri, sonuç olarak SGK’yı sevindirmiştir. Bir gün e-sözleşme ile yüzleşeceksek bunun için en güçlü olduğumuz zamanda yüzleşmek fırsatını kaçırmış olduk.
SGK’nın yeni bir protokol yapmak için sancılandığı bir dönemde avantajlarını kaybetmeye yüz tutmuş bir protokolü devam ettirmek durumunda kaldık.

Değerli Meslektaşlarım,
Kendimizi ve yaptığımız şeyleri gerçekçi gözlerle görmek… Bizim en çok ihtiyacımız olan şey budur. Bu dönem tam bir umutsuzluk dönemi değildir. Biz geçtiğimiz dönemde göreli olarak eczacıların konumunu korumayı başardık. İlaç geri ödeme koşullarında sağladığımız iyileşmelerin eczane ekonomisine katkısı SGK’nın ifadesi ile 495 milyon TL’dir. İlaç alım koşulları konusunda ortak verdiğimiz mücadele ise 270 milyon TL civarında bir katkı sağlamıştır. Bu da Rekabet Kurumu’nun rakamıdır. Aynı zamanda belirli kademelerdeki karlılığın yüzde 25’e çıkmasıyla da eczane ekonomilerine 110 milyon TL civarında bir tutar kazandırılmıştır. 4 Aralık sürecinin bize kaybettirdiği ise potansiyel bir 543 milyon TL’lik artıştır. Bu noktada bizim esas sorunumuz, eczacılara meslek hakkı verilmesidir.
Bizim yapmamız gereken, bir yandan akılcı olmayan tasarruf tedbirleri ile mücadele ederken, diğer yandan eczane açılmasına sınırlama getirmek, eczacı meslektaşlarımızın iyi koşullarda çalışacağı başka alanlar bulmaktır.
Ancak şunu söyleyeyim: Bu alanların marketler olmayacağı, hiçbir şekilde olmayacağı, buna asla izin vermeyeceğimiz bilinmelidir.
Bu noktada, üç yıl boyunca sadece kendi meslek örgütümüzle ilişkileri değil, basınla ilişkilerimizi de ciddi biçimde ördüğümüzü hep beraber tespit etmemiz gerekir. Başbakanın açıklaması karşısında çok az sayıda medya kuruluşu marketlerden ilaç satışı konusunu desteklemiştir.

Değerli Meslektaşlarım,
Bu örgüt hiçbir zaman ilaç fiyat düşüşlerine karşı değildir. Bu, mesleğimizin, meslek örgütümüzün kurulduğundan beri değişmeyen, değişmesi bile teklif edilemeyecek amentüsüdür. Bunun nedeni, halkın ilaca ulaştırılmasının bizim görevimiz ve eczacılık yeminimizin bir parçası olmasıdır. Biz marketlerden ilaç satışına ve buna bağlı olarak ilaçta reklama da işte bu yüzden karşıyız. Biz ilaçta tasarrufun tek yolunun ilacın akılcı kullanımı olduğunu düşünüyoruz.
Bu nedenle bu yıl 14 Mayıs haftasının ana temasını akılcı ilaç kullanımı yaptık. Kampanyayı çok çeşitli malzemelerle zenginleştirdik. İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü’nü kampanyanın içine dahil ettik. Biliyorsunuz geçtiğimiz yıl da eşdeğer ilaç konusunda benzer bir kampanya yapmıştık. Bu kampanya sayesinde eşdeğer ilaç kullanımı geçen yıl aynı aya göre yüzde 3 oranında arttı.
Biz diyoruz ki, sağlıkta tasarruf ancak iki yolla olur: Akılcı ilaç kullanımı ve eşdeğer ilaç kullanımını yaygınlaştırmak. Aynı zamanda biliyoruz ki, sağlıkta ölçülebilir tasarrufları akılcı yoldan yapmak konusunda eczacıların katkısı çok büyük. Diğer yandan, reklam ve market, ikisi de akılcı ilaç kullanımının önündeki tuzaklar. Bu konuda çalışmalarımızı sürdürmek ve belirli ilaç gruplarına, kronik hastalıklara yönelik müdahalelerimize devam etmek durumundayız. Önümüzdeki dönem bunları yapacağız. Eczacıya meslek hakkı alabilmek için bir katma değer yaratmamız ve bunu görünür kılmamız gerekiyor. Bunun için tüm odalarımızın, eczacılarımızın güçlü bir işbirliğine ciddi ihtiyacımız olacak.
Bizler, tepkisel değil, etki edici, reaktif değil, proaktif olmamız gereken bir dönemdeyiz diye değerlendiriyoruz. Kendi gündemimizi yaratmalı ve peşine düşmeliyiz.
Bu çerçevede, bizler bu süreci etik eczacılık modeli ile ticari eczacılık modeli arasında bir halat yarışı olarak okuyoruz. Bir yanda hükümet ve sermaye, eczacılık sektörünün piyasalaştırılması, rekabet kurallarına teslim edilmesi için kararlı adımlar atıyor, söylemler geliştiriyor. Diğer yandan eczacı örgütleri, tüm dünyada ve ülkemizde eczanelerin gerçek sahibi olan eczacılara bırakılması için mücadele ediyor. Bu konuda geçtiğimiz dönem bir hukuk zaferi kazanılmış, Avrupa Adalet Divanı eczanenin sahibi eczacı olmalıdır demişti. Bundan on gün önce yine sevindirici bir karar aldık: Eczane sınırlamasının rekabete aykırı olmadığı, sağlığı korumak için önemli olduğu yönünde. Bu konuda AB müktesebatını gerekçe gösterenlerin oyuncakları da ellerinden alınmış oldu.

Değerli Meslektaşlarım,
Bu karar niye önemli? Sınırlama niye önemli?
Ekonomik meseleleri bir yana bırakıyorum. Bu tip bir sınırlama olan yerde, sermayedarın hevesi kursağında kalır. Bağımsız eczacı sermayesinin gücü artar. Sınırlama olan bir alana sermaye çok kolay yatırım yapmaz. Çünkü onun açısından o alanın karlılığı düşer. O nedenle de başta zincir olmak üzere önümüzdeki tehditleri bertaraf etmek için biz de sınırlamayı hararetle savunmalıyız, savunuyoruz.

Değerli Meslektaşlarım,
Çok zorlu, gündelik uğraşlar içinde boğulduğumuz bir dönem geçirdik. 2010’un ilk altı ayını hepimiz İlaç Takip Sistemi ile hatırlayacağız.
Biliyorsunuz, 1 Ocak’tan itibaren İTS gündemde, en azından gündeme gelmesi gündemde. Bu süre içinde çeşitli defalar ertelemeler aldık. 9 maddelik bir protokol yaptık ve bu maddeler hayata geçmeden hiçbir adım atılmayacak dedik. Ancak Danıştay kararları uygulanmadığı gibi, protokol de uygulanmadı.
Stok zararlarımız, vergi konuları gibi konular çözülmeden İTS’yi uygulamaya geçirmeye çalıştılar. Her zaman olduğu gibi, MEDULA’da olduğu gibi, “biz yaptık olducu” bakış açısıyla bazı düzenlemeler yaptılar. Bunu anlamak çok güç. Bu hükümet etme mantığını anlamak çok güç. Bu hastaların günahı ne? Bu eczacıların günahı ne? Böyle bir eziyeti çektirmek insancıl mıdır? Haklı mıdır? Yasal mıdır? Meşru mudur? Doğru mudur?

Değerli Meslektaşlarım,
Bizler ilacın üretiminden hastaya erişimine kadar sorumlu olan kişileriz. Bu bakımdan sahte ilaç TEB başkanı olarak benim, eczacı odası başkan ve yöneticileri olarak sizin ve eczacılık yemini etmiş insanlar olarak hepimizin ortak problemidir. Bu konuda biliyorsunuz bine yakın meslektaşımız hiçbir suçları olmadığı halde ceza aldı. Bunun da ötesinde, ilacın hastayı tedavi etmemesi demek, eczanelere güven kaybı, hatta eczacılığın kendisinin işlevsizleşmesi anlamını taşır. Bu sorun gelişmiş, gelişmemiş tüm ülkelerde var. Bu sorunla mücadele etmek de Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Eczacılık Federasyonu üyesi olarak bizim de görevimiz.
Bulunduğumuz alanı temizlemek, hepimizin hem mesleki hem insani sorumluluğu. Ama bu sorunu her zaman olduğu gibi sadece eczacının omzuna yıkmaya çalışmak da bu işi yapanların, ilgili bakanlıkların, ilaç şirketlerinin, dağıtım kanallarının ayıbı.
Bakınız, bizden yeniden “biz hazır değiliz” diyerek erteleme istememizi talep ediyorlardı. Şirketler sürece hazır değildi, depolar değildi, Bakanlık kendisi de hazır değildi. Ama her seferinde eczacıları öne sürüyorlardı. Bu sefer “biz hazırız” dedik. Çünkü eczacı kayıt içine alınmaktan korkuyormuş dediler. Alışkanlık oldu ya; “Hadi ordan” dedik biz de. İllerinin vergi rekortmenleri, tüm satışlarını devlete yapan eczacıların kayıtdışında bir kuruşu yoktur. İlaçta bir kayıtdışılık varsa, eczacı bunun faili değil, mağdurudur.
İşte, 16 Mayıs’ta takke düştü, kel göründü. Bir tek eczacılar hazır değil diyenler, el altından bakanlıklara “aman efendim, canım efendim” ritminde mektuplar göndermeye başladılar.
31 Mayıs’ta İTS’nin ertelenmesi eczacıların kararlı ve tutarlı tutumları sayesinde mümkün oldu. Bizler bunun yeterli olmadığını düşünüyoruz. Danıştay kararı uygulanmalı, İTS mutlaka Ocak 2011’e ertelenmeli ve protokolde yer alan koşullar yerine getirilmelidir.
Bu noktada, büyük bir emek ve çabayla, bu örgütün ortak birikimiyle ortaya çıkarttığımız TEBEOS’a sahip çıkmamız gerektiğinin altını çizmek isterim.
TEBEOS bu örgütün en üst kurulunun yani Kongresi’nin iradesinin ürünüdür. Bu zamana kadar çeşitli evrelerden geçilmiştir, yani uzun süredir bekliyorduk bu doğumu. Ancak bugün elimizdeki ürün yani hepimizin ürünü olan TEBEOS, eczacılarımız için yalnızca bir takip ve stok programı olmanın ötesindedir. Öncelikle ne oluşturulmasında yani üretiminde ne de geliştirilmesi sürecinde ekonomik bir kaygı yoktur. Amacı ve ilerlediği yön mesleğe ve eczacıya hizmettir.
Dikensiz gül bahçesi olmayacağını hepimiz biliriz. Ancak bugün sunduğu hizmetin yanında, yakın bir gelecekte o kadar çeşitli araçlarla donanacak ki TEBEOS, hepimiz gururla geleceğe bir not olarak bu süreci aktaracağız. Ben TEBEOS’un varoluşu ve potansiyelleri ile bu örgütün yaptığı en doğru işlerden biri olduğuna inanıyorum. Eminim hepiniz bu geleceği kucaklayan projeyi, mesleğimiz için daha fazla destekleyeceksiniz.

Değerli Meslektaşlarım,
Bizler farklı platformlarda yılmadan bıkmadan mesleğimizin sorunlarını dile getiriyoruz. Nihai amacımız sorunlarımızın tamamını çözmek. Bunun için sürekli ‘hareket’ halindeyiz. Sorunlarımızı, genel olarak eczacılık alanının durumunu, doğru bir teorik çerçeve içerisinde tanımlamak yeterli değil; ama doğru yol haritaları olmayan bir kimsenin doğru durağa varması da mümkün değil.
Ama doğru yol haritalarının da ortak akılla çizilmesi gerekiyor. Eğer bir bütün olarak aynı yönde ilerleyemezsek hedefe varmamız mümkün değil. Bu örgüt, her zaman kendi koyduğu çıtayı yükseltmek üzere hareket etmiştir. Her zaman hayalgücü, beklentilerini belirlemiş ve ortak hayaline doğru ilerlemeyi seçmiştir. Gerçek buna uygun olmadığı durumda gerçeği değiştirmek yönünde irade göstermiştir.
Bizler önümüzdeki dönemin gündelik sorunlardan bir miktar daha uzaklaşacağımız, eczacılığın geleceğine hep beraber yön vereceğimiz bir dönem olmasını istiyoruz. Bunun için iki hafta önce bir ortak akıl atölyesi yaptık. 10 uncu Türkiye Eczacılık Kongresi’nde eczacılığın, sağlık meslek örgütlerinin, sağlığın ve Türkiye’nin geleceğini tartışmaya açacağız. Bu süreye kadar da bir birikim yaratmak üzere kendimize çeşitli platformlar yaratacağız. Belki bundan 25 yıl önce 21 inci yüzyılın eczacılığını konuşuyor olmamız gerekiyordu. Ama bunun için geç kalmış sayılmayız. Bir yerden başlamak, nasıl bir eczacılık sorusuna ortak bir cevap vermek için 10 uncu Türkiye Eczacılık Kongresi’ni hep beraber örgütlemeye çağırıyorum sizleri.  

Değerli Meslektaşlarım,
Bizler, birer sağlık uzmanı, ilaç uzmanı olduğumuzu unutmadan, halk sağlığını, kamu yararını gözeterek çalışacağız. Sektörün diğer paydaşları da bizlerin bu niteliğini unutmayacak ve bu niteliğimizi geliştirmemiz için gereken sorumluluğu üzerine alacak.
Eczacılık hizmeti, farmasötik bakım, evde bakım, kronik hastalıklarda devam reçeteleri ve hastalık takibi, sağlık kampanyaları gibi alanlarda çeşitlenmeye başladı. Bizler de bu değişimin peşinden koşmalıyız. Özellikle onkoloji eczacılığı, evde bakım eczacılığı, enfeksiyon, radyofarmasi eczacılığı gibi çok çeşitli uzmanlık alanlarında kendimizi, gençlerimizi eğitmeliyiz. Bu çerçevede eczacılık akademimiz önemli bir rol üstlenecek. Önümüzdeki dönemde daha aktif, kendi kaynaklarını üreten, proje üreten, sadece eğitim yapmayan, geleceğe dönük yatırım yapan bir eczacılık akademisi göreceksiniz. Türkiye eczacıları bilimsel gelişmenin, eğitimin geldiği düzeyin, bilginin gerisinde değil, önünde olacaklar.
Bizim ortak gelecek hayalimiz budur. Bu hayalin peşinden koşmaya devam edeceğiz. Bu hayalimize giden yolda, öncelikle meslektaşlarımızı güçlendirmek istiyoruz.

Değerli meslektaşlarım;
Yönümüz yolumuz binbir zorlukla, binbir sıkıntıyla, binbir mutlulukla ama mutlaka gururla mesleğini icra eden, bu ülkenin değerli sağlık çalışanları olan eczacılardadır. Çünkü bizce yönetici olmak, lider olmak kendini güçlendirmek değil, kendisine karşı sorumlu olduğun kişileri güçlendirmek için çabalamaktır. Burada toplum yararı, halk sağlığı, demokratik ve barış içinde bir ülke ve dünya, daha etkin, daha donanımlı, daha güçlü ve daha mutlu eczacılar için yan yana geldik. Bu yolda önümüzde birçok bataklık olduğunu, yolun çamurlu olduğunu biliyorum. Ama bugün yola koyacağımız bir taş, arkamızdan geleceklerin yolunu açacaktır. Eleştirmek, özeleştiri vermek, güvenmek, düşünmek, tartışmak ve üretmek için… Hepiniz hoş geldiniz.



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat