‘Amaç kamusal modeli parçalamak ve yok etmek’
12 Mart 2007, Pazartesi

İstanbul Eczacı Odası Başkanı Ecz. Zafer KAPLAN ile ilaç sektörü ve eczacıların sorunları üzerine görüştük.

soL: AKP hükümetinin sağlıkta dönüşüm programı son dört yıldır uygulanıyor. Bu uygulamaların ne gibi sonuçları oldu? İlaç sektörü, yolsuzlukların sömürünün yoğun yaşandığı bir alan. Bu alanın sizce nasıl düzenlenmesi gerekiyor? Eczacı odası konuya nasıl bakıyor? 14 Ocak’ta bir miting yaptı eczacılar. Mart ayında da hekimler eylemler yapıyor. Eylemlerin ortak yönleri nedir?

Zafer Kaplan: AKP iktidara geldiği zaman, daha doğrusu 2 Kasım seçimlerindeki programlarında sağlıkta reform adı altında bir programları vardı. O programdaki bir paragrafta çok iddialı bir şekilde sağlıkta özelleştirmeyi dönüştürmeyi yapacaklarını ilân ediyorlardı. Tabi, her hükümetin programında bu tür laflar olduğu için o zaman biz bunu çok önemsememiştik. Yani, “bunlar da diğerleri gibi reform adı altında bir şeyler yapacaklar” diye düşünmüştük. Fakat yıllar geçtikçe programı adım adım uygulamaya başladılar ve hakikaten hiç hesapta olmayacak bir şekilde, tahminlerin de çok ötesinde sağlık sistemini altüst edecek bir dönüşümün neredeyse sonuna geldiler. Daha tamamlanmadı ama sizin de dediğiniz gibi dört yıl sonra bunun sonuçları ortaya çıkmaya başladı. Gerçi, genel sağlık sigortası tasarısı Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. İptal edilmeseydi sonuçları bugün çok daha elle tutulur olarak izleyecektik. İptal edildi. Ancak sağlıktaki dönüşüm de bununla beraber biraz duraksamaya girdi. Fakat 1 Temmuz’da yine hayata geçecek. Sağlık sisteminde birkaç boyut var. Bir tanesi özelleştirme. Örneğin kamu hastanelerinin işletme haline dönüştürülmesi yasa taslağı var. Bir hafta - on gün önce komisyona geldi. Kamu hastanelerinin elde kalanlarının işletmelere dönüştürülmesi amaçlanıyor.

Bu kamu hastanelerini işletmeler haline dönüştürmenin tam bir modeli yok ortada. Bunu özel işletmeye dönüştüreceğiz diyorlar. Özel işletmeye dönüştürdükleri zaman belli gruplardan, kent yönetimlerinden bir heyet tarafından yönetilecek bu hastaneler. Ticaret Odası’ndan temsilci var, ama Tabip Odası’ndan, Eczacı Odası’ndan temsilci yok bu hastanelerin yönetiminde. Bu demektir ki, tamamen kâr-zarar hesabına dayanan bir işletme sözkonusu. Bir sağlık kurumunda ve bugüne kadar kamu tabelası altında insanlara olması gereken karşılıksız sağlık hizmeti veren bu sistem bugün artık işletme mantığıyla kâr-zarar hesabında . Bunun sonucu şu olacak: Katkı payı, prim, paket tedavi, tedavi paketinin dışında bir hizmeti talep eden, yani asgari bir tedavi paketi olacak. Her hastalık girmeyecek oraya. Her hastalığın en asgari tedavisi girecek. Ama normal olarak vatandaş bu asgari-minumum paket tedavisinin üstünde bir şey istediği anda da parasını talep edecekler. Demek ki, tam bir özel sağlık sisteminin parayla satılabileceği işletmelerden söz ediliyor. İşte bu sonuçlar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor. O taslak çıkarsa hayata da geçecek.

Bunlar sağlıkta olan bitenler. Sağlıkla ilgili birkaç şey daha söylemek lazım. Bir kere özel sektör hızla yabancı sermaye ve yerli sermaye olmak üzere hastanecilik alanına giriyorlar. Suudi kralı Türkiye’de beş yıldızlı hastane yapmak için yatırımlar yapıyor. Yurtdışından ithal hekim yasası çıktı. Bu, doğuya veya hekim olmayan yerlere hekim temin etme amacının çok dışında bir şey. Yani 100-200 dolarlık doktorlar gelip burada çalışacak değiller. Bu yasadaki amaç bana göre o beş yıldızlı özel ihtisas hastanelerinin, örneğin kanser hastanelerinin, diyabet hastanelerinin, veya dolaşım hastalıklarıyla ilgili uzman hastanelerinin, özel sektör ve yabancı sermaye tarafından kurulacak hastanelere yabancı ülkelerden bu konuda şöhretli, popüler, binlerce, onbinlerce veya milyonlarca dolar aylık ücret alan hekimlerin istihdam edilmesi sözkonusu. Bu da hayata geçecek.

İlaca gelecek olursak; sağlıkta özelleştirme, bu işin rantını yabancı ve yerli sermaye gruplarına aktarma gidişatı içerisinde bir tüketim artışı, pazar büyümesi, pahalı ilaçların pazara egemen olması, yabancı firmaların Türkiye’ye gelip firmaları satın almaları, yerli ilaç sanayinin neredeyse ortadan kalkması. En son haber Eczacıbaşı’ydı. Yüzde 75-80’i satılmış. Bütün bunlarda, ilaçta da ulusal sermayenin, sanayinin yokoluşunu izliyoruz, yabancıların egemenliğini, fiyat denetiminin olmadığını izliyoruz, pahalı ilaçların pazara egemen olduğunu görüyoruz. Ve ilaç adıyla ne bulurlarsa Türkiye’ye getiriliyor ve bunlar Türkiye’deki insanların sağlığı için gerekli midir gereksiz midir, bu fiyatlar insanlarımız ve sosyal güvenlik kurumları için uygun mudur değil midir diye sorgulanmadan ilaçlar pazara sokuluyor. Böylece ilaç sektörü ve ilaç sanayi altüst ediliyor.

Eczacılara gelince; 23 bin – 24 bin eczacı bu gidişattan memnun değil. Bu sektörde pazar ikiye katlandı, tüketim ikiye katlandı, cirolar ikiye katlandı fakat bu ilacın sahibi ve bunun sorumlusu olan eczacılar mutlu değil. Sebebine gelince; eczacıların ilaç üzerindeki meslek hakkı dediğimiz yani kar payı azaltılmıştır. İlaç pahalılaştıkça bizim karımız azalıyor. Bu sistem AKP zamanında 2004 Şubatında ilaç fiyat kararnamesiyle ortaya çıktı. Eczacılar bu kadar büyük bir sorumluluğu taşıyarak, günde 10 saat çalışarak yüzlerce insana sağlık hizmeti veriyorlar, büyük risklere giriyorlar. İlaçları eczanelerine satın alıp koyuyorlar ve yüzde 10-15 eczanenin dışındakiler para kazanamıyor, belki kendilerini bile geçindiremiyorlar ama yapacakları başka bir şey yok.

İkincisi; kamuya verdikleri ilacın parasını doğru-düzgün alamıyorlar. Kendileri çeklerle, banka teminatlarıyla, peşin paralarla alıp raflarına koydukları ilacı kamu sosyal güvenlik kurumlarına veriyorlar, fatura kesiyorlar, paralarını sağlıklı alamıyorlar.

Üçüncüsü; sosyal güvenlik kurumları, özellikle SSK eczacıların verdikleri faturaları ve onların ekindeki reçeteleri kontrol ederken keyfi kontroller yapıyor ve haksız para kesintileri yapıyor. Bütçe uygulama talimatı dediğimiz, devletin ilaçları satın alma kuralları; hangi ilacı hangi doktor reçeteleyecek, kaç kutu verebilir, dozu nasıl olacak, endikasyona denk midir değil midir? Bütün bu meselelerde eczacının dışında olan hatalardan dolayı örneğin hekimin yaptığı bir hatadan dolayı bütçe uygulama talimatındaki değişiklikler veya yanlış anlaşılmadan dolayı bütün eczacılar para kaybediyorlar. En son şimdi de vergi dairesi denetmenleri dolaşıyorlar, verginizi arttırın diyorlar. Şimdi eczacı az kazanıyor, zarar ediyor, parasını sağlıklı geri alamıyor. Buna rağmen çoğu yerde vergi rekortmeni eczacılar. Çünkü bir tek kuruş vergi kaçırma şansları yok. Kendisi zaten yüzde 90 oranında fatura kesiyor devlete. Her şey ortada. Bütün bu şeffaf vergilendirme sürecinde de en çok vergiyi eczacı vermesine rağmen daha fazla vergi verin diye görüşmeler yapıyorlar.

Dolayısıyla sağlık sistemindeki bütün bu gidişattan hekimler, eczacılar son derece rahatsız. Peki kim rahat? Ona bakalım. Yani kim karlı çıkmış, kim zarar görmüş; bunu tespit etmemiz lazım. Karlı çıkan şu: Türkiye’de sağlık sektörüne, ilaç sektörüne yatırım yapan, üretim yapan, ithalat yapan, hastane kuran, ilaç fabrikası satın alan, ilaç ithalat firması kuranlar çok mutlu. Çok büyük karlar, rantlar elde ediyorlar. Dediğim gibi ilaç pazarında örneğin 6 milyar dolarlık pazar 11 milyar dolara çıkmış durumda. Ve sağlık sektöründeki kamunun sağlık harcamaları ikiye katlanmış durumda. Bütün bunları göz önüne aldığımız zaman demek ki Türkiye’de yabancı tekelci sermaye, küresel sermayenin temsilcileri Türkiye’de ilaç ve sağlık sektöründe çok büyük haksız kazançlar elde ediyorlar. Ancak bu meslekler; hekimler, eczacılar, hemşireler, çalışanlar ise artık giderek boğaz tokluğuna çalışır hale geldiler.

Bağımlı hale geliyoruz...
İlaçla ilgili olarak evet. İlaçta sömürü konusuyla ilgili olarak şunları konuşmak gerek: İlacın tarihçesine baktığımız zaman bu yüzyılın başında tüm dünyada ilaç eczanelerde veya küçük laboratuvarlarda el emeğiyle üretilirken sanayi devriminden sonra 1930’lardan sonra özellikle 40’lardan sonra tamamen sanayi ölçeğinde üretime geçildi. O günden bu yana da ilaçla ilgili dünyada büyük firmalar, tekeller ortaya çıktı. Yeni ilaç keşfedebilen, o kabiliyete sahip –arge yapabilen diyorlar buna kısaca- firmalar çıktı dünyada. Bunlar 20-30 civarında dünya tekeli firmalardır. Bu firmaların her birinin cirosu küçük bir ülkenin gayri safi milli hasılasından daha büyüktür. Ve bu firmalar 1950’lerde de Türkiye’de yabancı sermayeyi teşvik yasasından yararlanarak Türkiye’ye geldiler, yatırım yaptılar. Türkiye’deki yerli ilaç firmalarıyla ortaklıklar kurdular, lisans anlaşmaları yaptılar. Ve o günlerden bu yana yerli ilaç firmaları bu ortaklıklar nedeniyle büyük bir gelişme gösterdi. Türkiye’deki ilaç sanayi kalite bakımından dünyadaki ilk otuz ülke arasındadır. Bu ne pahasına gerçekleşti? Türkiye’deki insanlar 60-70 yıldır Türkiye’de yerli ulusal ilaç sanayi olsun diye hükümetin getirdiği teşvikler nedeniyle onlara devamlı kaynak aktarıyor. Yani onlar vergi indiriminden faydalanıyorlar. Sigorta primlerini eksik veya hiç ödemiyorlardı. İthal ettikleri ürünlerden gümrük vergileri alınmıyordu. Tüm bu teşviklerle yerli ilaç sanayi gelişti, büyüdü, yabancı ilaç sanayileriyle rekabet eder düzeye geldi. Tabi bu, Türkiye’deki insanların büyük özverisiyle gerçekleşti. Ve bugün geldiğimiz noktada bunların ürettikleri ilaçların fiyatları sorgulanmadı. Çok büyük kârlar elde ettiler. Özellikle 1984’ten sonra Özal’ın o liberal dönüşümünden sonra ilaç fiyatları hiç sorgulanmaz oldu. Ve çok büyük sermaye birikimleri gerçekleştirdiler. Ancak bugünlere geldiğimizde bunların her biri fabrikalarını satıyorlar. Rüyalarında bile görmedikleri paralar teklif ediliyor. Milyar dolarlar düzeyinde teklifleri görünce hemen ceketlerini alıyorlar, çekip gidiyorlar. Oysa onlar bir yönüyle bu ülkenin insanlarının özverisiyle, katkısıyla, bedel ödeyerek ortaya çıkmış değerlerdir. Böyle bir sonuç ortaya çıkıyor. Türkiye ilaç pazarı çok cazip. Çünkü fiyatlar sorgulanmıyor, Avrupa’ya bağlanmış, avro cinsinden hesaplanıyor. Yani Türkiye’de üretilen bir ilaç avro cinsinden hesaplanıyor. Oysa bunun işçisi TL üzerinden çalışıyor, asgari ücretle çalışıyor. Ama bir Avrupa işçisi gibi, avro kazanıyormuş gibi maliyet hesaplanıyor. Böyle bir süreç yaşanıyor ve bir dönüşüm gerçekleşiyor. Sonuç olarak ilaç pazarında çok daha yoğun bir sömürü ve bağımlılık gerçekleşmiştir. Bu durum yerli ilaç sanayinin pazardan çekilmesiyle daha da vahim hale gelecektir.

Son yıllarda pazardan çekilenler hangi firmalar?
Son bir buçuk – iki yılda çekilenler: İbrahim Ethem, Fako, İltaş, geçen hafta Eczacıbaşı, bunlar en büyüklerdi. Şimdi birkaç tane yerli ilaç firması kaldı.

Sağlık çalışanlarının hükümetin sağlıkta dönüşüm programına karşı birlikte mücadelesine gelirsek: Bu gidişata, yani başta söylediğim gibi AKP’nin 2002’de seçim programını açıkladığı tarihten bu yana, onların iktidara geldiği 2002 Kasım ayından bu yana, son dört yıldır bu alanın uzmanı olan birçok hekim ve eczacı, İstanbul Tabip Odası ve Türk Tabipler Birliği başta olmak üzere rahmetli Füsun Sayek, İstanbul Eczacı Odası, İstanbul Diş Hekimleri Odası, Veteriner Hekimler Odası, Kocaeli Tabip Odası, Eczacı Odaları vs. bunlar bu sürece karşı çıkmak için başından beri bir mücadele yürütüyorlar. Bu işin başında tabipler vardır. Sağlık Emekçileri Sendikaları’nın da bu mücadelede hekimlerin yanında olduğunu görüyorum, destek veriyorlar. Kamu Emekçileri Sendikası destek veriyor. Bu kesimler sosyal güvenlik reformundan hem sosyal haklar olarak kayıplara uğradılar hem de sağlık alanındaki kayıplarını da bilinçli bir şekilde gördüler, tespit ettiler ve bu mücadeleyi yürütüyorlar. Bu mücadele pek çok şeyi engelleyemedi gibi görünmesine rağmen birçok daha derin hak kayıplarını önlemiştir. En azından geciktirmiştir. Bugün Anayasa Mahkemesi’nin bu yasayı iptal etmesi veya ertelemesi bile bu mücadelenin bir sonucudur. Erteleme sonucunda yasayla ilgili bazı değişiklikler gündemde. 1 Temmuz’da tekrar uygulanacak.

Sağlık sistemi dışında kalan insanların yerel yönetimlere devredilmesinden sözediliyor. Vakıflar da bu işin içinde mi?
Bu işin en kötü, dehşet verici tarafı bu zaten. Sağlık sisteminde reform adı altında yapılan bu altüst oluştan sonra birçok hak kaybı ortaya çıkıyor. Artık prim ödeyemeyen, fazladan para ödeyemeyen insanlar sağlık hizmetine ve ilaca ulaşamayacaklar. Bugünkü iktidarın bu insanlarla ilgili projesi şu: Onları cemaatlerin, vakıfların, dini misyonları olan birtakım kurumların kucağına atacak. Amerika’da da bu böyle. Orada da sağlık alanında tam bir özelleştirme vardır. Kilise kendi sağlık kurumlarında sosyal güvenceden yoksun insanların sağlık ihtiyaçlarını giderir. Bu, öyle bir toplum yaratıyor ki, bugün Amerika’da tam anlamıyla bir dini içerik topluma hakim olmuştur. Başkanları televizyonda “dün akşam tanrıyla konuştum, filan ülkenin diktatörünü devirmem gerektiğini söyledi bana” diyor ve o toplumda çok doğal karşılanıyor. Toplum bu hale getiriliyor. Türkiye’de de işsiz olduğu için, prim yatıramadığı için, sosyal güvenceye kavuşamadığı için çaresiz kalan insanlar, ilaca, sağlığa, doktora ulaşamadığı zaman, toplumun sosyal kurumları adı altındaki bu tür dini içerikli hayır kurumlarının, cemaatlerin, vakıfların güvencesine sığınacaklardır. Buralarda alacakları sağlık hizmeti elbette ki son derece ilkel ve yetersiz olacaktır ama onlara bir lütuf gibi, Allah rızası için verilmiş olacağı için minnet borçlu olacaklardır. Ve oralarda bir dini eğitim de sözkonusu olacaktır. En azından öyle bir çaba olacaktır. Dolayısıyla bunlar toplumu sağlıksız bir noktaya götürecek yollardır. En büyük tehlikeyi de burada görüyorum.

Patent konusunu biraz açar mısınız?
Dünya Ticaret Örgütü’nün ve diğer finans kurumlarının, örneğin Avrupa Birliği’nin de bizim gibi ülkelere dayattığı ve sonuç aldığı meselelerdir. Patent, bir ürünün kullanım ve pazarlama hakkının o ürünün sahibine belli bir süreyle monopol hak olarak tanınmasıdır. Bu, üretim sektörlerindeki birçok alanda kullanılabilir, haklı da olabilir ama sağlık alanında, ilaçta kullanılması insan haklarına aykırıdır. İnsan sağlığıyla ilgili bir ürünü bir kişi, bir devlet ya da bir firma ürettiği için, “ben bunu dilediğim fiyata satarım” deme hakkına sahip değildir. Çünkü sağlıkla, eğitimle ilgili değerler insanlığın ortak değerleridir. Ancak, küreselleşme döneminde bu tür değerler anlamını yitirmiştir, sahip çıkılmamaktadır. Sağlık alanında bir ürünü, bir molekülü keşfeden bir firma 20 yıl boyunca dünyada dilediği fiyata, dilediği koşullarda satabilme hakkına sahip olabilmektedir. Buna patent hakkı deniyor. Her ülke “ben patent hakkını kabul ediyorum” diye bir yasa çıkardığı zaman, o uygulamayı kabul etmiş oluyor. Bu yasa 1995’e kadar Türkiye’de kabul edilmemişti. 90’lara kadar kabul edilmemişti. Türkiye’deki yerli ilaç sanayinin gelişmesi de bu yasanın olmayışındandı. Amerika’da keşfedilmiş bir ilacı bu ülkede çok daha ucuza maletmek mümkündü. Buna jenerik ilaç diyoruz. Diğeriyle aynı ilaçtır, aynı etkiye sahiptir. Bu büyük bir haksızlıkmış gibi görünebilir ama bir sağlık hakkı olduğu için az gelişmiş veya gelişmemiş ülkelerde bir haktır. Dünya Ticaret Örgütü de bunu böyle tanımlamıştır. Az gelişmiş ülkeler patent hakkını tanımayı 10 yıl sonra, 20 yıl sonra yapabilir gibi bir şey söylemiştir. Türkiye de az gelişmiş bir ülke. İlaca, sağlığa ayırdığı bütçe çok sınırlı ve bu patent hakkını, DTÖ’nün tanıdığı 10 yıllık geçiş hakkını kullanmayarak kabul etmiştir. Oysa bugün AB içerisindeki İtalya, Yunanistan, İspanya gibi ülkeler 20 yıl patent hakkını reddetmişlerdir, kendi ilaç sanayilerini geliştirmişlerdir. Hatta İtalya, AB’ye girdiği halde 10 yıl sonra kabul etmiştir. Biz daha AB’nin kapısından içeri adımımızı atmamışken, kapıya dahi yaklaşmamışken bize bunu kabul ettirdiler, dayattılar 1995’te. Bunun da ötesinde, 10 yıllık geçiş hakkımız varken onu da kabul etmediler. Bizim bu iktidarımız patent yasasını çıkararak 10 yıl önceye götürdü. Ve sonuçları itibariyle de bugün ortaya çıkmaya başladı ki sözünü ettiğim o çok pahalı ilaçlar pazara girmeye başladı. Artık o çok pahalı ilacın eşdeğerini yapamıyor yerli firmalarımız. 20 yıl sonra, o ilacın patenti bittikten sonra da o ilacın modası geçmiş oluyor. Eğer modası geçmemişse de kendisi onu ucuz hale getiriyor, yerli ilaç firmasının onu taklit edip pazara girmesini yine engelliyor. Patent böyle bir şey.

Veri imtiyazına gelince: Bu da patentin dışında ayrı bir koruma. Patent süresi bittiği halde veri imtiyazı dediğimiz nedenlerle yani orijinal ilaca ait verileri, bilgileri kullanma hakkı dediğimiz, “ben sizin yaptığınız ilacı kopya ediyorum, sizin bilgilerinizi kullanıyorum” ve bakanlığa diyor ki, “bilgileri size sunuyorum, x firmasının bilgileridir” diyor. İşte bu sunma hakkını elinden almadır bu veri imtiyazı. Yani bir de başka firmanın bilgilerini kullanamama diye bir süreç var. İşte buna da o kişiye veya o kuruma bağışlanmış veri hakkı diyoruz. Bu da ayrıca 5-6 yıllık bir koruma hakkı daha sağlıyor. Demek ki ortalama 20-25 yıllık bir koruma süresi sözkonusu. Bu ikisinin sonucu, bizim gibi ar-ge yapamayan, yeni molekül ilaç keşfedemeyen ülkelerde pazarın tamamen, yeni ilaç keşfeden, çokuluslu tekel dediğimiz yabancı ilaç sermayesinin egemenliğine geçmesine neden oluyor. Ve burada büyük bir bağımlılık ortaya çıkıyor. Kendi toplum sağlığınız çok büyük bir tehdit altına giriyor. Kamu hazineniz, sosyal güvenlik kurumlarınız, bütçeniz büyük bir saldırıya uğruyor. Örneğin firma ilacın fiyatına 100 avro diyor. Bu fiyatı sorgulayamıyorsunuz. O ilacın bu ülkede gerekli olup olmadığını sorgulayamıyorsunuz. Bir başka firmanın onu taklit etmesine de izin vermiyorsunuz. O zaman pazar tamamen bunun egemenliğine giriyor. Ve hekimler de bunu reçetelerine bol bol yazıyorlar. Onlar da promosyon adı altında buraya angaje oluyorlar. Biz de eczacılar olarak olmayan sermayemizi artırıyoruz. Böyle bir kısırdöngü devam ediyor.

Tabi, bütçe uygulama talimatı dediğimiz, ilaçların sosyal güvenlik kurumları tarafından satın alma kuralları eğer toplumcu, kamu yararı gözetilen bir mantıkla hazırlanabilse, bu tür tezgahı bir ölçüde bozabiliriz. Örneğin jenerik ilaç uygulaması, ucuz ilacı tercih etme uygulaması, doktorların alabildiğine ilaç yazma özgürlüğünü biraz olsun disipline edebilme çabası bu bütçe uygulama talimatlarında ortaya çıkıyor. Ben bunları doğrusu çok olumsuz bulmuyorum. O denetim şart. Ama sonuç olarak şu söylenebilir: Sonuç olarak patent ve veri imtiyazı denilen şey, bir ülkenin ilaç alanındaki pazarını tamamen dünyadaki tekelci sermaye gruplarına açan, onların pazara egemen olmasını sağlayan kanallardır.

İlaçların markette satılan ürünler gibi satılmaya başlaması birçok ilacın piyasaya kontrolsüz şekilde girmesine de neden oluyor.
Bütün bu anlattıklarımın ötesinde bir konu bu. Şimdiye kadar anlattıklarım zaten büyük bir sömürüyü, büyük bir soygunu, haksız kaynak aktarımını gerçekleştiren bir tablo. Şimdi bununla da yetinmiyorlar. Bir de ilacı, eczane deposu dışına çıkarmaya çalışıyorlar. Yani marketlerden, bakkallardan veya zincir eczanelerden, ilaç sanki keyif verici bir maddeymiş gibi, tüketilmesi her halükarda gerekli olan bir maddeymiş gibi. İlaç hekim kontrolünde, eczacı danışmanlığında tüketilmesi gereken bir ürün. Bunu, belli ilaçlara reklam getirerek

sermaye gruplarının hakim olduğu, tamamen tüketim mantığıyla hareket eden zincir eczaneler sistemiyle tüketmeye çalışıyorlar. Demek ki bu emperyalist saldırının, haksız saldırının hiçbir sınırı yok. Her şeyiyle bir pazara hakim oluyorlar ama bununla yetinmiyorlar.

Bazı eczacıların bu işe sermayeleri yetmiyor, bu eczacılar her şeyi çok sorguluyorlar, bu eczacıların dışında tüketim mantığına daha uygun, ticareti, işletmeciliği daha iyi bilen, zincir dükkanlarda ilaçlar satılsın diye talepler var. Bunu köşe yazarları yazıyorlar, bunu savunan bilim adamları var, ilaç sanayi de bunu savunuyor. Bizler de karşı çıkıyoruz.

Tablo gerçekten karamsar. Nereden başlamak lazım? Neler yapmak gerek?
Öncelikle sağlığın, ilacın tamamen kamu denetimi altında olması gerekir. Bir ülkenin sağlık otoritesi, devlet dediğimiz sağlık alanındaki kurum, bugünkü adıyla Sağlık Bakanlığı ilaçla ve sağlıkla ilgili tüm kararları o ülkenin sağlık çalışanları ve örgütleriyle birlikte ve şeffaf bir şekilde dünya standartları da göz önüne alınarak bilimin geldiği en son noktada gündeme alınarak bir program hazırlamalıdır. Bunun modeli bellidir. Zaten yıllar önce bütün dünyada kabul edildiği gibi Türkiye’de de sağlık ocağı sistemi, koruyucu hekimlik, birinci basamak sağlık hizmetleri modelleri var ortada. Bu model uygulanmalıdır. Sağlık, alınıp satılan bir hizmet olarak değerlendirilmemelidir. Devlet tüm vatandaşlarına karşılıksız sağlık hizmeti vermelidir. Elbette ki onların çalışanlardan, işverenlerden kesilen primlerle, vergilerle bu hizmeti gerçekleştirmelidir.

İlaç meselesine gelince: Türkiye’deki eczaneler özel bir girişim gibi görünüyor. Sonuçta küçük hatta minik bir işletme. Onun sahibi, sermayedarı da eczacı. Yasalar da böyle tanımlıyor. Ama orada bir başka özellik var. Eczacılığı tanımlarken yasa şöyle diyor: Emeğini, eğitimini ve sermayesini koyarak yapılan bir zanaat diye tanımlıyor. Yani orada ticari boyutu en sona koyuyor. Ticari boyut dediğimiz ilacın üzerinden para kazanma meselesini de devlet belirler diyor yasayla. Burada tam bir disiplin sözkonusudur. Burada bir serbest piyasa ekonomisi, liberal bir yaklaşım sözkonusu değildir. O ilacın maliyeti, dağıtım kârı, eczacı kârı devletin uzmanları tarafından belirlenir. Bu tam anlamıyla bir özel sermaye girişimi olarak tanımlanamaz.

Bugünkü amaç kamusal modeli parçalamak ve yok etmektir. Eczaneleri de sermaye modeli olan zincir eczane modeline dönüştürmektir. Karşı çıkılan şey budur. Getirilmesi gereken sistem de sözünü ettiğim sistemdir. Yani koruyucu hekimliğin, birinci basamak, ikinci basamak sağlık hizmetinin, üniversitelerin, uzman sağlık kurumlarının tamamen merkezi bir planlamayla, önceliklerin belirlenerek, finansmanının vergilerden ve primlerden karşılanarak sosyal bir devlete yakışacak şekilde, sosyal bir anlayışla tüm insanlara karşılıksız sunulmasıdır. Eczacılık da modeli devlet tarafından belirlenen bu sağlık sisteminin bir parçası olarak üretilmelidir. Böyle bir üretimle hem harcamalar son derece azalacaktır hem de her kesim sağlık hizmetine kolayca kavuşacaktır. Sağlık çalışanları da eczacılar da hakça buradan paylarını alacaklardır ve bugünkü gibi bir sağlık sorunu yaşanmayacaktır.

www.sol.org.tr

 



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat