“ÇEVRE”NİN 2007 SEÇİMİ TMMOB ÇMO 2007 Çevre Durum Raporu
35 yıl önce Birleşmiş Milletler tarafından 5-16 Haziran 1972 tarihlerinde, Stockholm’de düzenlenen Çevre Konferansı, 113 ülkenin katılımıyla gerçekleşmiş ve konferansta çevre-insan kavramına değinilerek, dünyanın doğal dengesinin korunması için insan ve doğal varlıklara öncelik veren bir anlayışın egemen olması gereği ortaya koyulmuştur. Bu konferansta alınan kararların bir anlamda çevre koruma alanında milat olması gerçeğinden hareketle, konferansın toplandığı tarih, DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ ilan edilmiştir.
Stockholm Çevre Konferansı’nın 20. yıldönümünde, 3-14 Haziran 1992 tarihlerinde Rio’da toplanan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda, geçen 20 yılın değerlendirmesi yapılmış ve geleceğe yönelik çevresel yaklaşımlara rehber olacak 3 temel anlaşma benimsenmiştir: Rio Deklarasyonu, ülkelerin çevre ve kalkınma alanlarında hak ve sorumluluklarını içeren, Gündem 21 olarak bilinen ve 27 ilkeden oluşan Bildirge ve dünya genelinde ormanların sürdürebilir yönetimi konusunda ilkeleri belirleyen Orman İlkeleri.
Bu üç anlaşmaya ek olarak zirvede resmi bağlayıcılığı olan “İklim Değişikliği Sözleşmesi” ile “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi” imzaya açılmıştır. Ayrıca “Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi” hakkında ilk görüşmeler bu konferansta başlamıştır.
Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu, Rio Konferansı’nda Gündem 21 olarak belirlenen ilkelerin uygulanmasına yönelik izleme programının başlatılmasını ve bu programı 5 yıl sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda özel bir oturumda görüşülmesini karara bağlamıştır. New York kentinde 23-27 Haziran 1997 yılında gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 19. özel oturumunda Gündem 21’in değerlendirilmesi, aksayan noktaların tespiti, belirlenen ilkelerin uygulanması sırasında ortaya çıkan finans ve teknoloji transferi, üretim ve tüketim kalıpları, enerji kullanımı ve ulaşım, tatlı su kaynaklarının kıtlığı konuları görüşülmüştür. Sürdürülebilir kalkınma ilkelerine bağlılığının yinelenmesi konusunda ülkelere çağrı yapılmıştır.
Rio Konferansı’ndan 10 yıl sonra, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Jonnesburg kentinde 26 Ağustos- 4 Eylül 2002 tarihlerinde düzenlenen Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi’nde, tüm grupların çıkarını sağlamak üzere çevre-kalkınma ilişkisini ortaya koyan Gündem 21’in uygulanmasında ülkelere kesin adımlar sunan somut hedefler önerilmiştir.
1972 Stockholm Konferansı’nda öncelikli olan çevresel söylem, sürdürülebilir kalkınma ilkelerine (d)evrilmiş, hapsedilmiştir. Bu ideolojik kırılma, çok açıktır ki, çevresel değerleri ve doğal varlıkları temel alan değil, ekonomik kalkınmayı, piyasayı ve kar dürtülerini temel alan bir yaklaşımdır.
1980’li yıllarda dünyada ekonomik dengelerin bozulmaya başlaması ile birlikte çevrenin aleyhine farklı bir dönem başlamıştır. BM tarafından görevlendirilen Norveç Başkanı Brutland’ın yaptığı araştırmanın “Ortak Geleceğimiz” (1987) adı ile rapor halinde yayınlanmasının ardından Stockholm Çevre Konferansı’nda bir insan hakkı olarak uluslararası gündeme taşınan çevrenin ve çevre - insan kavramının yerini sürdürülebilir kalkınma kavramı almıştır.
Ve 2002 yılında toplanan “Johannesburg Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi”…
Artık insan hakkı olarak bile değil bir meta olarak sömürülmek üzere özelleştirmelerin kucağına atılan, zirvenin adında bile yer almayan ÇEVRE… Böylece, “çevresel değerler” son tahlilde, sürdürülebilir kalkınmanın içinde kar mekanizmasının önemli bir çarkını ifade etmeye başlamıştır.
ERİYEN BUZ – SICAK BİR KONU? (MELTING ICE – A HOT TOPIC?)
Dünya Çevre Günü’nde Birleşmiş Milletler 1974 yılından beri çeşitli konuları işlemiştir. 2007 yılı için belirlenen “Melting Ice – A Hot Topic” temasıyla küresel ısınmaya dikkat çekilmektedir.
Sadece bir Dünya (Only one Earth), 1974
İnsan Yerleşimleri (Human Settlements), 1975
Su: Hayati Kaynak (Water: Vital Resource for Life), 1976
Ozon Tabakası Çevresel Kaygı; Toprak Kaybı ve Bozunması (Ozone Layer Environmental Concern; Lands Loss and Soil Degradation), 1977
Yıkımsız Kalkınma (Development Without Destruction), 1978
Çocuklarımız için Tek bir Gelecek – Yıkımsız Kalkınma (Only One Future for Our Children - Development Without Destruction), 1979
Yeni Yüzyıl için Yeni Meydan Okuyuş: Yıkımsız Kalkınma (A New Challenge for the New Decade: Development Without Destruction), 1980
Yer altı Suyu; Besin Zincirinde Toksik Kimyasallar (Ground Water; Toxic Chemicals in Human Food Chains), 1981
Stockholm’dan 10 Yıl Sonra (Çevresel Kaygıların Yenilenmesi) [Ten Years After Stockholm (Renewal of Environmental Concerns)]1982
Zararlı Atıkların Yönetimi ve Depolanması: Asit Yağmuru ve Enerji (Managing and Disposing Hazardous Waste: Acid Rain and Energy), 1983
Çölleşme (Desertification), 1984
Gençlik: Nüfus ve Çevre (Youth: Population and the Environment), 1985
Barış için Bir Ağaç (A Tree for Peace), 1986
Çevre ve Korunak: Bir Çatıdan Fazlası (Environment and Shelter: More Than A Roof), 1987
Çevre İlk Sıradaysa Kalkınma Sürer (When People Put the Environment First, Development Will Last), 1988
Küresel Isınma: Küresel Uyarı (Global Warming; Global Warning), 1989
Çocuklar ve Çevre (Children and the Environment), 1990
İklim Değişikliği. Küresel Ortaklığa İhtiyaç (Climate Change. Need for Global Partnership), 1991
Sadece tek bir Dünya, Dikkat ve Paylaşım (Only One Earth, Care and Share), 1992
Yoksulluk ve Çevre – Bozuk Zinciri Kırmak (Poverty and the Environment - Breaking the Vicious Circle), 1993
Bir Dünya Bir Aile (One Earth One Family), 1994
İnsanlar: Küresel Çevre için Birleşin (We the Peoples: United for the Global Environment), 1995
Dünya Bizim Yaşam Alanımız, Evimiz (Our Earth, Our Habitat, Our Home), 1996
Yeryüzünde Yaşam için (For Life on Earth), 1997
Yeryüzünde Yaşam için – Denizlerimizi Koruyalım (For Life on Earth - Save Our Seas), 1998
Bizim Dünyamız – Bizim Geleceğimiz – Onu Koruyalım! (Our Earth - Our Future - Just Save It!), 1999
Çevre Bin Yılı – Harekete Geçme Zamanı (The Environment Millennium - Time to Act), 2000
Yaşamın WWW’suyla Bağlanın (Connect with the World Wide Web of Life), 2001
Dünyaya Bir Şans Verin (Give Earth a Chance), 2002
Su – 2 Milyar İnsan Onun için Ölüyor (Water – Two Billion People are Dying for It!), 2003
Aranıyor! Denizler ve Okyanuslar – Ölü ya da Diri? (Wanted! Seas and Oceans – Dead or Alive?), 2004
Yeşil Kentler – Gezegen için Plan (Green Cities – Plan for the Planet!), 2005
Çöller ve Çölleşme – Kurak Toprakları Terk Etmeyin! (Deserts and Desertification – Don’t Desert Drylands!), 2006
Eriyen Buz – Sıcak Bir Konu? (Melting Ice – A Hot Topic?), 2007
http://www.unep.org/wed/2007/english/Previous_Themes/index.asp
Konu başlıklarından görüleceği üzere dünyanın yaşadığı/yaşattırıldığı çevre sorunları, gün geçtikçe çeşitlenerek ve büyüyerek devam etmektedir. Dünya Çevre Günü münasebetiyle yapılan uyarıların yerine ulaşmadığı alınan önlemlerin yetersiz kaldığı, küresel ısınma gibi uzun yıllar önce fark edilen sorunların günümüzde de devam ettiği açıkça görülmektedir.
Bugün Dünyamızın içinde bulunduğu en büyük çevresel riskler;
• Aşırı Tüketim/Sürdürülebilirlik
• Fosil Yakıtlar ve Küresel Isınmaya Dayalı İklim Değişikliği
• Nükleer Enerji
• Yoksulluk
• Savaş
• Nüfus Artışı
• Su Kıtlığı
olarak sıralanmaktadır.
KÜRESEL BULGULAR
1972 Stockholm Çevre Konferansı’nda en büyük çevre sorunu olarak tespit edilen yoksulluk, bu yılda da önemini yitirmemiştir. UNDP tarafından 2006 yılında yayınlanan insani gelişme raporuna göre;
• 385 milyon insan günde 1 dolardan az parayla yaşıyor.
• 660 milyon insan 2 dolardan az parayla yaşamı sürdürüyor.
• En zengin % 20, dünya gelirlerinin dörtte üçüne sahipken, en yoksul %20 dünya gelirinin %1,5’una sahip. Dünyanın en zengin 500 kişisinin, en yoksul 416 milyon kişisinden daha fazla geliri bulunuyor.
• 1.1 milyar insanın güvenli suya erişimi yok.
• 2.6 milyar insanın gelişmiş sağlık koşullarına erişimi yok.
• Avrupa’da ortalama su kullanımı 200 – 300 litre/gün ve Amerika Birleşik Devletleri’nde 575 litre/gün olmasına rağmen kalkınmakta olan ülkelerde yaşayan halkın beşte biri insan hakkı olarak kabul edilen en az 20 litre/gün suya ulaşamamaktadır.
• Kalkınmakta olan ülkelerde en zengin halkın %20’si şebeke sistemi ile ulaşan suyun %85’ini, halkın en yoksul %20’lik kısmı ise sadece %25’ini kullanabilmektedir.
• Cakarta, Manila, Lima ve Nairobi’de dar gelirli aileler, su tüketimleri karşılığında New York, Londra ve Roma’da refah içinde yaşayan insanlara göre 5–10 kat daha fazla bedel ödemektedir.
• Yirminci yüzyıldaki çatışmalarda, daha önceki 4 yüzyıldaki toplamın yaklaşık 3 katı kadar insan yaşamını kaybetti.
• Doğal kaynaklar, sivillere uygulanan yasa dışı vergiler, haydutluk ve yağma, düşük gelirli ülkelerde çatışmaları finanse ediyor.
EKOLOJİK KRİZ
18. yüzyılda başlayan sanayi devrimi, insanoğlunun doğayla olan ilişkilerinde köklü bir değişimi de beraberinde getirmiştir. Sanayileşme-kentleşme süreçlerinin yarattığı yoğunlaşmış çevre kirliliği sorunlarıyla tanımlanabilecek bu ilişki, 20. yüzyıla gelindiğinde ne yazık ki artık küresel ölçekte bir ekolojik krize dönüşmüştür.
Doğadaki alıcı ortamların kirlilik özümseme kapasitelerinin aşılmaya başlanması, doğal ortamdaki dengelerin geri dönüşü zor, neredeyse imkansız bir şekilde değişiyor olması, çevre kirliliği kaynaklı büyük ölçekli sağlık sorunlarının gündeme gelmesi ve doğal varlıkların hızla tüketilmesi gibi süreçler sonucu ortaya çıkan ekolojik kriz, bu sorunun çözümüne yönelik arayışları ve bu noktada farklı yönelimleri gündeme getirmiştir.
Çevre olgusu, çevre sorunları ve bu sorunların çözümü yönündeki politikalar, son dönemde politik-ekonomik tartışmaların odağına yerleşmiştir. Çevre sorunlarının doğal yaşamı ve insanlığı tehdit eder noktaya gelmesi, sorunun yaşamsal önemini de ortaya koymuştur. Böylece erozyondan su kirliliğine, küresel ısınmadan radyoaktif atıklara kadar uzanan bir dizi çevresel sorun, konuya bütünsel ve çevrebilimsel bir yaklaşımla çözüm getirme gereğini tartışılmaz kılmıştır.
Bunlarla birlikte savaşın yıktığı, yok ettiği yerleşim yerleri, sanayi tesisleri, savaşta kullanılan silah ve bombalar, insani yıkımın yanında ekosistemde de ciddi bir kirliliğe neden olmaktadır. İnsanlığın birbirlerini egemenlik altına alma mücadelesi geleceği; dünyanın ve insanlığın geleceğini tehdit etmektedir.
Geçtiğimiz yıl İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve işgali sırasında Beyrut’un 30 km. güneyindeki Jiyyeh Elektrik Santrali’nin bombalanması sonucunda, santralden kaynaklı atıklar, petrol ve kimyasal maddeler deniz ekosistemine karışmaya başladı.
Lübnan Çevre Bakanı Yakup Sarraf, 30 Temmuz 2006 tarihinde, dünya kamuoyuna seslenirken, şu noktanın altını çiziyordu: “…Şu ana kadar 10-15 bin ton akaryakıt denize döküldü. Bu olay, Doğu Akdeniz’in şimdiye kadar gördüğü hiç kuşkusuz en büyük çevre felaketidir.”
Emperyalist güçler, doğal varlıkları kendilerine sınırsız kaynak bilip çok uluslu olma yolunda ilerlerken üzerinden geçip savaş alanı haline getirdikleri çevreyi bu defa çevre koruma adı altında ikinci kez sömürmekteler. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), beraberinde çok taraflı yatırım anlaşmaları, İMF ve Dünya Bankası politikaları sonucu eğitim, sağlık, gibi kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi dünya genelinde yoksulluk ve açlığı artırmıştır. Doğası gereği kamusal hizmet alanına giren su temini, arıtma tesisleri, katı atık yönetimi gibi çevresel hizmetlerin Genel Hizmet Ticareti Anlaşması (GATS) ile çok uluslu şirketlere devredilmektedir. 1972 Stockholm Konferansı’nda en önemli çevre sorunları olarak vurgulanan yoksulluk ve açlığın bugün “çevre koruma” kisvesi altında yapılan özelleştirmelerin sonuçları ile daha da yakıcı olarak önceliğini korumakta olması bir ironidir.
NÜFUS, AÇLIK VE BARINMA
Ekolojik krizin temelindeki etkenlerden biri de hızlı nüfus artışıdır. Bugün dünya, mevcut kaynakları yetersiz kılan ve bu nedenle ekolojik dengeyi bozmaya başlayan bir nüfus artışı ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bilim çevrelerinin hesaplarına göre, ancak dünya nüfusu önümüzdeki yüzyılın ortalarında 8 milyarda kalırsa, yaşanılabilir bir dünyaya sahip olabileceğiz. Bu iyimser beklentinin gerçekleşebilmesi için bugünkü nüfus artış hızının yarı yarıya düşmesi gerekiyor. Oysa, yine bir tahmine göre, dünya nüfusu 2050 yılında 11 milyara ulaşacağı belirtiliyor. Böyle bir dünyada ise tüm ekolojik dengelerin bozulacağı, çöllerin, aşınmış dağların, tükenmiş okyanusların ve yok olmuş tropik ormanların devri başlayabilecektir.
Bu arada, ne gariptir ki; gelişmiş kapitalist ülkeler, yaşanmakta olan çevre kirliliğinin sorumlusu olarak azgelişmiş ülkeleri ve onların sahip olduğu nüfusun doğal kaynaklar üzerindeki aşırı baskısını gerekçe olarak görmektedirler. Oysa ki, günümüz dünyasının karşı karşıya olduğu Kuzey-Güney ikilemi sonucu nüfus baskısı kavramı, tek başına pek bir anlam taşımamaktadır. Çünkü asıl sorun “nerede kaç kişinin yaşadığı değil, kimin ne kadar tükettiği” sorunsalıdır. Çoğu zaman az gelişmiş ülkelerin dış borçlarını ödeyebilmek için doğal varlıklarının çok uluslu şirketler tarafından hoyratça kullanmasına izin vermek durumunda kalmaktadır.
Son yıllarda Hindistan’da, Afrika’da yaşanan doğal felaketlerin, çevre felaketlerine dönüşmesinin sonucu olarak binlerce insan yaşamını kaybederken, binlercesi de göç etme yolunu seçmiştir. İklim değişikliğinin 2050 yılına kadar en az 1 milyar insanı göçe zorlayacağı öngörülmektedir.
SU VE YAŞAM
İnsanların hem yaşamlarını devam ettirmesini sağlayan hem de yaşam kalitesini belirleyen su kaynakları, sanayileşme, tarım ve iklim baskısı ile birlikte azalmaya başlamıştır. Bir ülkede, su kaynaklarının yeterli olup olmadığının en sağlıklı göstergesi yıllık yenilenebilir tatlı su miktarıdır. Bu miktarın kişi başına 1000 m3’ün altına düşmesi durumunda, o ülkenin “su kıtlığı” noktasına ulaştığı kabul edilir. Eğer, bir ülkede kişi başına yıllık yenilenebilir tatlı su miktarı 1000 ile 1670 m3 arasında değişirse, bu durum “su baskısı” olarak adlandırılır. Dünyada 2050 yılına kadar Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere 54 ülkenin su sıkıntısı çekeceği öngörülmektedir.
Asya’da Yangçe, Mekong, Salween, Ganj ve İndüs nehirleri çok büyük tehlike altında. Avrupa'da Tuna, Latin Amerika'daki Rio de La Plata ve Rio Grande, Afrika'daki Nil ve Avustralya'daki Murray-Darling nehirleri risk altındaki nehirler listesinde yer alıyor. Ganj ve Rio Grande nehirlerindeki suyun, tarım ve insani ihtiyaçlar için aşırı tüketiminin bu nehirlerin kurumasına yol açacağı da açıklandı. İndüs ve Nil Nehri küresel ısınma, Mekong kontrolsüz balıkçılık, Yangçe sanayileşmenin getirdiği kirlilik nedeniyle tehdit altında. Rio de La Plata, Tuna ve Salween nehirlerinin suyuysa barajlar ve gemicilik için hazırlanan altyapı projeleri nedeniyle çekiliyor.
Diğer yandan, dar gelirli hane halkının ödeyemediği su faturaları ile yoksulluk ve alt yapı yetersizlikleri ve kamusal bir görev olan su hizmetlerinin özel sektöre devredilmesiyle ortaya çıkan yoksunluk da insanların suya erişimini engelleyen önemli sorunlardır.
1990’lı yılların ikinci yarısında suyun “ekonomik bir mal” olarak benimsenmesi, dünya üzerinde “ortak mal” niteliğindeki suyun ticari metaya dönüştürülmesine yol açmıştır. Su sektöründe liberal politikaların uygulanması sonucunda, insan yaşamının havadan sonraki en temel ikinci maddesi olan sağlıklı suya erişim sorunu, kaynak yetersizliklerinin bir sonucu olmaktan çok hizmetin artan fiyatını ödeyebilme sorunu ve ötesinde bir toplumsal adalet, bir eşit paylaşım sorunu olarak da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Cakarta, Manila, Lima ve Nairobi’de dar gelirli aileler, su tüketimleri karşılığında New York, Londra ve Roma’da refah içinde yaşayan insanlara göre 5–10 kat daha fazla bedel ödemektedir.
KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ
Küresel ısınma ya da sözleşmelerde geçen ifadesiyle Küresel İklim Değişikliği, doğanın kendi varlık koşullarını zorlayan, onun kendini yenileyebilme olanaklarını ortadan kaldıran bir değişimi ifade etmektedir. Küresel ısınmaya yol açan sera gazları; temel olarak, sanayi toplumunda kullanılan fosil yakıtlardan, çeşitli sanayi kollarında özellikle, çimento, enerji, ulaşım sektörlerinin yoğunlaşmasıyla atmosfere salınan ve endüstriyel tarım neticesinde meydana çıkan gazlardır. Bu gazların bir bölümü karasal ve okyanus kaynaklı ekosistemler tarafından tutulur. Ancak, artık hem bu tutucu ortamların azalması ve yok olması hem de atmosfere bırakılan sera gazı miktarındaki artış, küresel karbon dengesini bozmaktadır. Bunun sonucunda da 19. yüzyıl sonlarında başlayan, yüzey sıcaklıklarındaki artış 20. yüzyıl sonlarında doruğa ulaşmıştır. Her yıl da sıcaklık artışlarında “uygarlığımız” rekora koşmaktadır. Bu yüzey sıcaklığı artışı, 20. yüzyıldan günümüze 0.8 derecelik bir artışa sahne olmuştur. 20. yüzyılda sıcaklıklarda gözlenen bu ısınma, geçen 1,000 yılın herhangi bir dönemindeki artıştan daha büyüktür. Atmosferin en alt 8 kilometrelik bölümündeki hava sıcaklıkları da, geçen 40 yıllık dönemde belirgin bir artış eğilimi göstermektedir. Öte yandan, 20. yüzyılda, orta enlem ve kutupsal kar örtüsü, kutupsal kara ve deniz buzları ile orta enlemlerin dağ buzulları azalırken, küresel ortalama deniz seviyesi, yaklaşık 0.1-0.2 m arasında yükselmiş ve okyanusların ısı içerikleri artmıştır. Yağışlar kuzey yarımkürenin orta ve yüksek enlem bölgelerinde her on yılda yaklaşık % 0.5 ile % 1 arasında artmış, subtropikal karaların önemli bir bölümünde her on yılda yaklaşık % 3 azalmıştır.
Atmosfer bilimcilerine göre küresel ısınmaya bağlı şu anki küresel iklim değişikliğinin işaretlerinden bazıları şöyle sıralanmaktadır:
• Buzulların gitgide eriyerek kutuplara doğru çekilmesi ve yüksek dağlardaki kar örtüsünün azalması,
• Deniz suyu seviyesinin yükselmesi,
• Bitki ve balık türlerinin göçleri,
• Havadaki kirleticilere karşı hassas kuş türlerinin azalması,
• Ağaçlardaki yaş halkalarının daha hızlı büyüme göstermesi,
• 1990'lı yıllarda son 1400 yılın en sıcak yıllarının ard arda gelmesi.
Atmosfere salınan sera gazı miktarı ve buna bağlı sıcaklık artışına göre yapılan modellemelerde emisyon sınırlamasının 2050 yılına kadar % 80, 2030 yılına kadar % 60 olması öngörülmektedir. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde imzalanan Kyoto Protokol’üne göre ise gelişmiş taraf ülkeler 2008-2012 yılları arasında sera gazı salımlarını 1990 yılı verilerine göre ortalama % 5.2 indirmekle yükümlüdür. Bazı taraflar, bu ilk yükümlülük döneminde sera gazı salımlarını arttırma ayrıcalığı alırken (örneğin, Avustralya % 8, İzlanda % 10 ve Norveç % 1 düzeyinde arttırabilecekler), Yeni Zelanda, Rusya Federasyonu ve Ukrayna’nın sera gazı salımlarında 1990 düzeylerine göre herhangi bir değişiklik olmayacaktır. AB, hem birlik olarak hem de üye ülkeler açısından % 8’lik bir azaltma yükümlülüğü almıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nin salım azaltma yükümlülüğü ise % 7’dir.
Protokol’ün 17. maddesi ise, emisyon hedefini belirlemiş ülkelerin taahhüt ettikleri hedef indirimini tutturmak için, kendi aralarında emisyon ticareti yapabilmelerine olanak tanımıştır. Bir yaptırım getirmeyen Protokol’ün, yaptırım gücünü sağlama adına “havayı kirletme hakkı” olarak tanımlanabilecek, emisyon ticaretine kapıyı açması, fakir ülkelerin emisyon salımı haklarını gelişmiş ülkelere satmalarına yol açmaktadır. Bu haliyle Protokol’ün amaçladığı % 5,2’lik indirimle görünüşte bir indirime gidilebilirken, gerçekte atmosfere aynı miktarda gaz, emisyon ticareti sayesinde salınabilecektir.
Örneğin, Kanada, Protokol’ün öngördüğü esneklik mekanizmaları içinde, karbon borsasında, Brezilya’dan sağladığı kota ile emisyon ticareti olarak tarif edilen bir sürecin sonunda, üretim tarzında ve tüketiminde bir değişiklik yapmadan, Kyoto Protokolü’ne “uygun” davranmış görünmüştür. Böyle bakıldığında Protokol, havayı kirletme hakkının alınıp satılabildiği bir sözleşmeye dönüşmektedir.
Bu haliyle Kyoto Protokolü küresel ısınmaya dayalı küresel iklim değişikliği sorununa çözüm bulmaktan uzak, sembolik bir girişim özelliği olmasının yanında, duruma neo-liberal bir hava da katmaktadır.
Ekolojik krizi ve bu bağlamda küresel ısınma olgusunu, üretim ilişkilerinden bağımsız tartışmak mümkün değildir. Bugün, dünyanın ve insanlığın karşı karşıya olduğu sorun “kapitalist ekonomik kalkınmanın” bir sonucu ve geldiği aşamadır...
Birleşmiş Milletler, dünyada saatte ortalama 3 hayvan ve bitki türünün insan faaliyetleri yüzünden yok olduğunu duyurdu.
22 Mayıs'taki Uluslararası Biyolojik Çeşitlilik Günü dolayısıyla, insan faaliyetlerinin yol açtığı kirliliğin diğer canlılar üzerindeki etkisini inceleyen araştırmaları değerlendiren BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi Başkanı Ahmed Djohlaf, "Dinozorların yok olmasından beri dünya üzerindeki canlıların, en büyük yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu" söyledi. Djohlaf, bazı günler 150 kadar bitki ve hayvan türünün yok olduğunu ve her yıl insan faaliyetleri nedeniyle 18 bin ila 55 bin türün tükendiğini vurgulayarak Avrupa'daki her 6 memeliden birinin soyunun tehlike altında olduğunu belirtti.
Dünya yüzeyinde bir başka felaket ya da tehlikeli gidiş de, ekilebilir toprakların aşırı kullanımı, ölçüsüz kullanılan kimyasal gübreler ve zararlılarla mücadele ilaçlarının (pestisidler) etkileridir. Bu arada, nüfus baskısı sonucu tarıma elverişli olmayan toprakların kullanılması daha fazla alanı çoraklaştırıp verimsizleştirmektedir.
Küresel ısınmayla mücadelenin en önemli adımlarından birinin ormanların durumunu iyileştirmek ve ağaç sayısını artırmak olduğu söyleniyor. Ancak durum pek iç açıcı değil. 2000'den 2005'e kadar geçen beş yıllık süre içinde dünya genelindeki ormanların durumunu inceleyen Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) dünyanın orman karnesini açıkladı.
Rapora göre, belli bölgelerde ormanlar yayılarak korunurken, her gün Paris'in iki katı büyüklüğünde orman da yok oluyor; yıllık orman kaybı net olarak 7.3 milyon, günlük kayıp 20 bin hektarı buluyor. 1990'la 2005 yılları arasında dünya, toplam orman alanının yüzde 3'ünü kaybetti.
Bu arada belirtilmesi gereken bir konu da, mega projeler olarak görülen sulama projeleridir. Bu projeler süreç içinde doğru yönlendirilmezse topraktaki tuz oranı artacaktır. Bir araştırmaya göre, her yıl bu tür olumsuzluklar yüzünden verimsizleşip terk edilen alanın yaklaşık 10 milyon hektar olduğu tahmin edilmektedir. İnsanlığın geleceğini ve yaşamını tehlikeye atan bu olumsuz gidiş çölleşme olarak adlandırılmaktadır.
ENERJİ POLİTİKALARI ÇIKMAZI
Bugün dünya nüfusunun yaklaşık %80’ini oluşturan azgelişmiş ülkeler dünya gelirinin yalnızca %15’ini alırken bu durumun “sürdürülebilir kalkınma” gibi kavramlarla açıklanmasının hiçbir inandırıcılığı yoktur. Çünkü, tüketim mallarının %85’i zenginler tarafından üretilmekte ve enerjinin de %75’i zenginler tarafından kullanılmaktadır.
Peki enerji ne için kullanılıyor ya da insanın ve doğanın ihmal edildiği yerde enerji “kalkınma” açısından ne anlam taşıyor? Enerji, sanayileşme ve kalkınma arasındaki ilişki, son dönemde enerji üretim seçeneğinin ekonomik olmasının yanı sıra çevresel boyutunu da tartışma gündemine getirmiştir.
Bu bağlamda enerji üretim seçenekleri üzerine yapılan tartışmalar genelde enerji ihtiyaç senaryolarına dayandırılmaktadır. Bir ülkenin enerji açığının ya da fazlasının olması, gelecek yıllarda ne kadar enerji tüketeceği, kalkınma hızı gibi veriler ve enerji talepleri ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Sonuçta enerji üretim seçeneği olarak nükleer, termik ya da doğal gaz gibi seçenekler gündeme gelmektedir.
Batılı uzmanlara göre dünya ülkeleri bundan 30 yıl öncesine oranla %30 daha fazla enerji tüketmektedir. Ve tahminlere göre, 2025 yılında enerji ihtiyacı bugünkünden %65 daha fazla olacaktır. Bu nedenle, enerji açığı ya da enerji krizi söylemlerine dayanak aranmakta ve oluşturulmaktadır.
Dünyanın enerji kaynağı olarak en çok kullanılan ve iklim değişikliğinin de başat nedeni olarak kabul edilen fosil yakıtların tükenmeye başlaması, farklı enerji kaynaklarına yönelimleri beraberinde getirmektedir. Özellikle Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin enerji politikalarında yenilenebilir enerji kaynakları önemli bir yer alırken, büyük oranda kaza riskleri ve yüz yıllarca etkisi sürebilen insan ve çevre sağlığına ölümcül etkileri olan atıkları ile nükleer enerji gelişmekte olan ülkelerin enerji sorununa çözüm olarak sunulmaktadır. Öte yandan motorlu araçlarda yakıt olarak kullanılabilen etanolu elde etmek amacıyla biyoyakıt elde edilen mısır ve şekerkamışı başta olmak üzere çeşitli bitkilerin ekilmesine yönelik politikalar hayata geçirilmektedir.
Birleşmiş Milletler'in enerjiyle ilgili organı UN-Energy'nin biyoyakıtlarla ilgili raporu, biyoyakıtların zararının yararından fazla olabileceğini söylüyor.
Rapora göre, "Tehdit altındaki toprakları koruyacak, toplumsal olarak kabul edilebilir toprak kullanımını güvenceye alacak, biyoenerjinin sürdürülebilir olmasını sağlayacak politikalar devreye sokulmazsa, biyoyakıtların çevresel ve toplumsal zararı kazançlarından çok daha fazla olabilir."
Avrupa Birliği 2020 yılına kadar motorlu araçlarda kullanılan yakıtın yüzde 10'unun bitkilerden gelmesini hedefliyor.
Amerikan Stanford Üniversitesi’nden uzmanların bilgisayar ortamında yürüttüğü çalışma, yüksek oranda etanol karıştırılan benzinin, halk sağlığı açısından benzinden daha tehlikeli olduğunu gösterdi.
Buna göre otomobillerin hepsinde etanol kullanıldığı takdirde, ülkede hava kirliliğine bağlı ölümler yüzde 4 artacak.
TÜRKİYE’NİN 2007 “ÇEVRESİ”
• 19 milyon insan açlık sınırında yaşıyor.
• Her beş kişiden dördü belediye hizmetlerinden yararlanmakta ve çevre sağlığı açısından belediyelerin vereceği hizmete bağlı bir yaşam sürmektedir.
• Belediyelerin %69’u kanalizasyon şebekesine sahiptir.
• Mevcut 3225 belediyenin 324’ünün atıksuları 195 atıksu arıtma tesisi ile arıtılmaktadır.
• 3225 belediyeden içme ve kullanma suyu arıtma tesisi ile hizmet verilen belediye sayısı yalnızca 304.
• Katı atık depolama tesisleri sayısı yalnızca 46.
• Tehlikeli atıkların sadece yüzde 5'i kuralına uygun yok ediliyor, %40’ı da yakılıyor.
• Tehlikeli atık yakma tesislerinin yapımı için gereken toplam yatırım 2004 fiyatlarıyla 853 milyon avro. Depolama alanları yapımı için ise 110 milyon avro gerekiyor. Aktarma istasyonları yapımı için de 74 milyon avroluk yatırım öngörülüyor. Toplam 1 milyar avroya ihtiyaç var.
• Türkiye’de yılda ortalama 13500 hektar ormanlık alan yanarak yok oluyor.
• Geçen yıl çıkan yangınların 8’inin nedeni çöplükler.
• Amik Gölü, Avlan Gölü, Hotamış, Eşmekaya sazlıkları gibi sulak alanlar kaybediliyor. Beyşehir Gölü, Tuz Gölü süratle kirlenmekte yüzey alanları küçülmektedir.
• 135’i uluslararası öneme sahip olan 500 sulak alanımızdan RAMSAR Sözleşmesi listesine dahil edilen 12 alanda ciddi oranlarda kuruma ve kirlenme mevcuttur.
• Tüm dünyada koruma altına alınan alanların ülke yüz ölçümlerine oranını yüzde 12.8. Türkiye'deyse aynı oran sadece yüzde 3.9.
• Fethiye'ye fosseptik, Tuz Gölü'ne kanalizasyon akıyor... Kekova'yı yatlar, Foça'yı balık çiftlikleri yok ediyor.
• Bu yılın ilk ayında kükürt dioksit (SO2) ortalamaları, geçen yılın aynı ayına kıyasla Gaziantep’te yüzde 93, Kırıkkale’de yüzde 47, Tekirdağ’da yüzde 46, Manisa’da yüzde 44 ve Kocaeli'nde (Merkez) yüzde 33 oranında arttı.
• Dilovası’nda kanser oranı ülkemizdeki genel ortalamanın neredeyse üç katına ulaştı.
• Milyonlarca yıl sürecek olan bir kıyı tahribatına ve doğal olarak da çevre katliamına yol açacak Karadeniz Otoyolu tamamlandı.
• Alınan yargı kararlarına rağmen Bergama Ovacık Altın Madeni başta olmak üzere birçok yerde siyanürle altın madeni işletmeciliği hala devam etmektedir.
• Tarihi ve kültürel mirasımız kalkınma uğruna Hasankeyf, Allianoi, Munzur’da yok edilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye’de Dünya Bankası ve IMF politikaları ile şekillenen ekonomik yönelimler, devletin yeniden “inşa” süreci ve özelleştirme, emekçi sınıfları ve kent yoksullarını açlık sınırına getirmiş bulunuyor. Bu ortamda, sözde demokrasi vaatleri, AB söylenceleri, tüketim toplumu şiarını propaganda haline getiren sermaye çevreleri ve siyasi iktidar; kent ortamlarını, doğal ve kültürel çevreyi, ormanları, tarım alanlarını ve kıyıları yağma ve talana açan yasa ya da yönetmelikleri toplumsal muhalefete rağmen meclisten geçirmektedir.
Anayasa ile güvence altına alınmış yerleşme, barınma, mülkiyet hakları ve kamu düzenini doğrudan etkileyen bir işi tüm ülkede tek yasayla ve yalnızca yerel yönetim kararlarıyla gerçekleştirerek mevcut idari yapıyı, kamusal yararı ve hukuk devleti sistemini temelinden sarsacak hükümler içeren Dönüşüm Alanları Kanun Tasarısı hazırlanmış ve meclise sunulmuştur.
Diğer yandan halkın, bilim çevrelerinin, meslek kuruluşlarının, çevreci örgütlerinin yılardır karşı durduğu nükleer santrallere ilişkin “Nükleer Güç Santrallarının Kurulması ve İşletilmesi Hakkında Yasa”sı gece yarısı operasyonuyla TBMM’de kabul edilmiştir. Türkiye gibi deprem kuşağında olan, “güvenlik kültürü”nün yerleşmediği, siyasal iktidarların bilim adamları ve meslek odalarını hiçe sayan politikalarla günü kurtarmaya çalıştığı bir ülkede nükleer enerji santralleri yeni bir potansiyel tehlike kaynağı olacaktır. Tüm dünya ilk yatırım ve işletim maliyetleri çok yüksek, 35-40 yıllık ekonomik ömürleri boyunca sıkça arıza ve güvenlik sorunları yaşayan, atık sorunlarına çözüm bulunamadığı bu pahalı enerji üretiminden vazgeçerken, deprem kuşağında olan ve Çernobil kazasında radyasyonlu çayları, fındıkları sorumsuzca yediren, Marmara Depremi’nde, İkitelli’de ve yakın zamanda “hızlı tren” adı altında yaşanan Pamukova tren faciasında, son olarak Tuzla’da ortaya çıkan zehirli variller örneğinde olduğu gibi yönetim ve işletme krizleri yaşayan bir ülkede nükleer santral kurulmasından vazgeçilmelidir.
Bu arada, kentsel altyapı hizmetlerini Dünya Bankası'nın insaf ve inisiyatifine bırakan, çevre mühendisliği hizmetlerini ticari faaliyetlerin temel alanı haline getiren İller Bankası A.Ş. Hakkında Kanun Tasarısı, onaylanma yolunda “sırasını” beklemektedir. Bu tasarı ile birlikte, İller Bankası’nın kamu kurumu niteliğinden koparılması, piyasa şartlarında çalışacak, A.Ş. statüsünde yerel yönetim bankacılığı alanında faaliyet gösterecek şekilde yeniden yapılandırılması öngörülmektedir.
İller Bankası, yerel yatırımların planlanması, uygulanması ve finansmanı alanında merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında eş güdümün sağlanması konusunda, yerel yönetim bankacılığı hizmet alanında faaliyet gösteren bir kamu kuruluşudur. Türkiye gibi alt yapı yatırımlarında halen büyük bir eksikliğin olduğu, belediyelerin çağdaş alt yapı yatırımlarını gerçekleştirmek için gerekli teknik ve uzman kadronun çok yetersiz olduğu bir ülkede İller Bankası’nın önemli bir rolü vardır. Köy Hizmetleri ve İller Bankası Genel Müdürlüğü’nün kapatılmasıyla başlatılan süreçte, yerel yönetim kredi piyasasında çok uluslu şirketlerin tekelinin, devlet tekelinin yerini alması hedeflenmektedir.
5 yaşında bir çocuk, İstanbul’da dere ıslahı ve kanalizasyon şebeke çalışmalarının sürdüğü bir alanda, açık bırakılan rögar kapağı nedeniyle kanalizasyon sularına kapıldı ve öldü.
6 yaşında bir çocuk, Adana’da Yüreğir İlçesi’nde, kanalizasyon çukuruna düştü ve hayatını kaybetti.
Muş’da, kanalizasyon “şebekesi”nden, içme suyu şebekesine sızıntı olması nedeniyle, tifo vakası görüldü… Yüzlerce insan hastanelere kaldırıldı.
ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ ÜZERİNE
1980’li yılların başında ülkemizde bir meslek disiplini olarak ortaya çıkan çevre mühendisliği, bu çevre sorunları ile başa çıkmak amacıyla geliştirilmiştir. Kamusal bir hizmet olarak çevre hizmetlerini yerine getirmeyi amaçlayan bu meslek disiplini ne yazık ki günümüzde hala hak ettiği yere ulaşamamıştır.
Ülkemizde çevre mühendisliği eğitimi veren 32 üniversite mevcuttur ve bugüne kadar bu bölümlerden 11 000’inin üzerinde kişi mezun olmuştur. Odamıza kayıtlı 5 000’den fazla çevre mühendisinin ise halen yaklaşık %25’i işsiz, %25’ine yakını ise mesleği dışında bir işte çalışmaktadır.
AB İlerleme Raporu, hava kalitesi, atık yönetimi, su kalitesi, endüstriyel kirlilik, gürültü, kimyasallar gibi alt başlıklarda yaşanan sorunları dile getirirken, Türkiye’nin bu alanlarda karşı karşıya olduğu çevresel sorunları çözüme kavuşturması için iyi bir yönetim ve planlama sürecine ihtiyacı olduğunu vurgulamıştır.
Bir çığ gibi her gün büyüyen çevre sorunları ile baş edebilmek için ülkemizde çevre mühendisliği mesleğinin hak ettiği yeri bulması, istihdam sorunu yaşamaması ve daha iyi şartlarda çalışma imkanları bulmasının önemli bir yer tutacağından şüphe yoktur.
Ülkemiz çevre hizmetlerinde yetişmiş bu insan gücünü ve bilgi birikimini bu anlamda iyi kullanamamaktadır. Diğer taraftan son yıllarda uygulanan politikalarla anayasamızın 56. Maddesi ile tanınan “sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı” kamusal hizmet olmaktan çıkarılmakta ve “kirleten öder” ilkesiyle parası olanın hizmet alabileceği alanlara dönüştürülmektedir.
“Çevre”nin 2007 Seçimi’nde; başat taleplerimiz şöyle sıralanabilir:
- Herkesin anayasal hakkı olan sağlıklı çevre hizmetlerine ulaşabilmesi
- Yaşam ve Çevre Hakkı'nın temel alındığı, gelişme politikalarının benimsenmesi
- Önce Doğa, Önce İnsan Anlayışı
- Yaşanabilir sağlıklı kentler
- İstihdam, iyi çalışma koşulları, ücret ve hakça paylaşım sorunu yaşamayan çevre mühendisleri...
Bütün olumsuzluklara rağmen biz çevre mühendisleri, tüm bu çevre sorunlarının üstesinden gelmek konusunda kararlı olduğumuzu bir kez daha 5 Haziran 2007 Dünya Çevre Günü nedeniyle hatırlatma ihtiyacı duyuyoruz.
Böyle bir ortamda, ülkemizin ve dünyamızın içinde bulunduğu karanlık küreselleşme “çağında”... Dünya Çevre Günü'nü Kutla(ya)mıyoruz!
Dünyada ve Ülkemizde, Yaşama ve Geleceğe Sahip Çıkma Anlayışı İle,
Çevre Sorunlarının Yaşandığı Her Yerde, Doğanın Tahrip Edildiği Her Ortamda, Yaşanabilir Bir Dünya ve Ülke Özlemi İle Mücadelemizi Sürdürmekte Kararlı ve Israrlıyız...
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu